Uluslararası hukuka ve topluma meydan okuyan İsrail'in meşruiyet sorunu

Prof. Dr. Cengiz Gül/ Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
9.12.2023

Kurulduğu 1948'den beridir işgal, zulüm, tehcir ve katliamlar şeklinde Filistin halkına karşı uyguladığı tüm terörize yöntemlerini, 7 Ekim'den bu yana, özellikle Gazze'de, barbarlıkta, vahşette ve zalimlikte hiç sınır tanımaz bir biçimde hayata geçirmekte ısrar eden İsrail'in, tüm dünya için bir tehdit unsuru haline gelen bir terör örgütüne dönüşme eğilimine girdiğini belirtmek gerekir.


Uluslararası hukuka ve topluma meydan okuyan İsrail'in meşruiyet sorunu

ABD ve Avrupa ülkelerinin başını çektiği Batı dünyası ve özellikle de İslam âlemi, Filistin Gazze'de İsrail'in, 7 Ekim 2023'ten bu yana sürdürdüğü soykırıma dönüşen katliamlarını durdurmaya çalışmak bir yana, bu vahşet ve barbarlığı, duyarsız biçimde adeta film edasıyla seyretmenin ve bu tepkisizliğin, bir noktadan sonra sıradanlaşmasının zilletini sergilemekte neredeyse birbiriyle yarışmaktadırlar. İsrail'in bu vahşet ve barbarlığı konusunda dünyada en fazla sesini çıkaran Türkiye ise, kalıcı ateşkes ve arkasından BM'nin 1967 planındaki gibi iki devletli bir çözümün hayata geçmesi için devletler ve uluslararası örgütler ekseninde yoğun bir diplomatik gayret göstermekle beraber, muhatap devletler ve örgütler planında beklenen desteğin maalesef verilmediğini de belirtmek gerekir. Bu hususta BM Genel Kurulu'nun 121 üyesinin, Kasım ayı başlarında, soykırım ve savaş suçlarını işlemeye devam eden İsrail'i kınamaya yönelik aldığı kararın, bir icra ve zorlama gücü, daha doğrusu bağlayıcılığı da olmadığı için, İsrail üzerinde caydırıcı hiçbir sonuç meydana getirmemiştir. İsrail'in, kendi aleyhinde alınan bu karara destek veren ülkelere ve BM Genel Kurulu'na karşı tehditkâr tavırlarla tepki göstermesi ise, kurulduğu zamandan bu yana, ne ölçüde devletlere ve dünyanın en büyük uluslararası örgütü de dâhil tüm uluslararası topluma kafa tutan ve meydan okuyan bu hukuk tanımaz halleri, O'nun, tüm dünya insanlığı için artık müşterek bir güvenlik sorunu haline geldiğini göstermektedir. Daha yakın bir zamanda, 15 Kasım 2023 tarihinde BM Güvenlik Konseyi'nde 3 çekimsere karşılık 12 evet oyuyla kabul edilen, Gazze Şeridi'nde genişletilmiş insani duraklamalar, sınırsız yardım dağıtımı ve tıbbi tahliyelere ilişkin karar tasarısını ise, BMGK kararlarının hukuken bağlayıcı olmasına rağmen, işgalci ve soykırımcı İsrail'in, daha önce defalarca yaptığı gibi, bu kararı da tanımayıp reddettiğini tüm dünya kamuoyu tekrar görmüş olmaktadır. 193 üye devletle, dünyanın en büyük uluslararası örgütü olan ve dünyada barış ve güvenliği sağlamak için kurulduğu söylenen Birleşmiş Milletleri (BM) ve bu örgütün bağlayıcı ve zorlayıcı karar alma yetkisi olan BM Güvenlik Konseyi'nin şimdiye kadar hiçbir kararına uymayarak ve hatta yok sayarak hukuk tanımazlığını gösteren İsrail, tüm uluslararası topluma karşı adeta bir maganda edasıyla kafa tutan siyonist bir örgütlenme olduğunu alenen göstermekten de artık çekinmemektedir.

Hadsiz ve zorbaca

İsrail'in, uluslararası kural ve kurumlara kafa tutan ve hatta yok sayan bu yaklaşımının son bir örneği ise, Gazze'deki katliamlarını eleştirip ateşkes çağrısı yaptığı için, İsrail tarafından kendisine sert tepki gösterilen BM Genel Sekreteri Antonio Guterres'in 19 Kasım 2023 tarihinde Refah Sınır Kapısı'ndan içeri alınmaması olmuştur. BM Genel Sekreteri şahsında, aslında tüm BM teşkilatına ve üye devletlere karşı yapılmış sayılan tüm bu hadsiz ve zorbaca tavırlar, İsrail'in hukuk tanımazlığının tescili olduğu kadar, misyonu dünya barışı ve güvenliğini sağlamak olan BM sisteminin de artık çöktüğü ve İsrail eliyle çöpe atıldığı anlamına gelmektedir.

1948'de kurulmasında, İngiltere'nin başını çektiği İsrail'in, uluslararası hukuku tanımayan ve insan haklarına ilişkin temel ilkeleri yok sayan tutum ve eylemlerine, sadece 7 Ekim 2023'ten sonra değil, 75 yıl boyunca da çok sık biçimde rastlamak mümkündür. Burada İsrail'in, uluslararası hukuka ve topluma meydan okuyan tavırlarından en çok öne çıkanlarına temas etmek gerekirse, 1947'nin sonlarına doğru, yani bir oldu bittiyle kurulmasından aylar önce, BM'nin 181 sayılı kararının gereğini yapmaması, adeta daha maç başlamadan bozguncu ve kural tanımayan bir taraf misyonuyla davranacağının işaretini vermiştir. İzleyen süreçte, İngiltere'nin Filistin topraklarından elini çektiği aynı gün (14 Mayıs 1948) kurulan İsrail, Arap ülkeleriyle yaptığı savaş sonrasında Kudüs'ün uluslararası statüsünü ihlal ettiğine ve yaptığı işgal eylemlerinden de geri atması gerektiğine dair BM'in 194 sayılı kararını da hiçe saymak suretiyle, gelecek yıllarda da, bir devlet refleksiyle davranmanın tam tersine, nasıl bir örgütsel yapı olarak hareket edeceğinin ilk örneklerini vermiş olmaktadır.

1967 yılındaki "Altı Gün Savaşları" sırasında, o tarihe kadar Ürdün'ün himayesinde bulunan Doğu Kudüs ve Batı Şeria'yı işgal ederek bölgeyi tamamen kontrolüne alan İsrail, BM'nin 22 Kasım 1967 tarihinde kabul ettiği ve bu savaşta işgal ettiği tüm topraklardan geri çekilmesini hükme bağlayan 242 sayılı sözde bağlayıcı kararın gereğini de, yine öncekiler gibi yerine getirmeyerek işgal, gasp ve yağmalama politikalarına devam etmiştir. İsrail, dünyanın barış ve güvenliğinden sorumlu en büyük uluslararası örgütü olan BM'nin bu kararlarına karşı gösterdiği meydan okuyucu ve yok sayıcı tavırlarının bir diğer örneğini de, ilgili tarihten altı yıl sonra tekrar göstermiştir. Şöyle ki, BM kararlarına rağmen işgal ettiği Filistin topraklarını boşaltmayan İsrail'i, bu topraklardan geri püskürtmek için gerçekleşen 1973'teki "Yom Kippur Savaşı" sonrasında, önceki 242 sayılı karara da atıf yapmak suretiyle, daimi bir barışı sağlaması için BM tarafından 22 Ekim 1973'te 338 sayılı bağlayıcı bir karar daha alınmakla birlikte, İsrail bu kararın gereğini de yine hiçbir şekilde yerine getirmeyerek, bölgedeki işgal ve zulümlerini gittikçe artan bir şekilde sürdürmüştür. İsrail 1980 yılında ise, daha önce (1950) yine başkent olarak ilan ettiği Kudüs'ü, BM'nin aksi yöndeki kararları ve diğer ikili anlaşmalara rağmen, bu kez de "ebedi başkent" ilan etmek suretiyle, uluslararası hukuka ve topluma adeta rest çekmekten geri durmamıştır. İşin asıl garip ve acı olan yönü ise, İsrail'in kurulduğundan bu yana 75 yıldır sürdüre geldiği hukuk tanımaz bu tavırlarına ve işgal, gasp, zulüm ve katliamlarına karşı BM, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ve diğer uluslararası örgütlerin bir yaptırım kararı bile alıp uygulamaktan ne kadar aciz ve etkisiz bir duruma düşmüş olmalarıdır. Belki de aslında, insanlık vicdanını derinden yaralayan böylesine bir acizlik ve etkisizlikten ziyade, dünya barışı ve güvenliğini sağlamaktan sorumlu BM ve bu küresel hedefe destek için kurulmuş diğer uluslararası örgütlerin (UCM, Unicef, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), AB, NATO, ve hatta İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)), tüm bu işgal, soykırım ve savaş suçlarının faili İsrail, mağduru da Filistin özelinde Müslümanlar olunca, ne kadar taraflı ve İslam karşıtı bir noktada kendilerini konumlandırdıkları gerçeği karşımıza çıkmaktadır.

Örgüt refleksi

Batılı sömürgeci küresel güçler tarafından kurulduğu 1948'den bu yana İsrail'in, Filistin topraklarında yol açtığı bütün sorunların temelinde, siyonist bir örgüt refleksiyle hareket etmek suretiyle, tüm uluslararası hukuku ve insan haklarına ilişkin evrensel ilkeleri tamamen hiçe sayan işgalci ve yayılmacı politikalarının, zorba ve baskıcı eylemlerinin yattığını ifade etmek gerekir. 7 Ekim'den bu yana, dünyanın gözü önünde her gün bir yenisini işlediği soykırım ve savaş suçlarıyla, soykırımın önlenmesine dair ve çocuk ve kadın hakları başta olmak üzere, insan haklarına ilişkin taraf olduğu tüm uluslararası sözleşmelerin ihlal edilmedik hiçbir hükmünü bırakmayan İsrail'in, bu hukuk tanımazlığı ve uluslararası topluma kafa tutan barbarca tavırları karşısında, devlet sayılmak bakımından hukuki ve siyasi olarak herhangi bir meşruiyetinin kaldığından da artık söz edilemez. Kurulduğu 1948'den beridir işgal, zulüm, tehcir ve katliamlar şeklinde Filistin halkına karşı uyguladığı tüm terörize yöntemlerini, 7 Ekim'den bu yana, özellikle Gazze'de, barbarlıkta, vahşette ve zalimlikte hiç sınır tanımaz bir biçimde hayata geçirmekte ısrar eden İsrail'in, tüm dünya için bir tehdit unsuru haline gelen bir terör örgütüne dönüşme eğilimine girdiğini belirtmek gerekir.