Ümmet, mezhep ve rejim üçgeninde İran'ın bölgesel hedefleri

Ersan Ergür/ Yazar
7.08.2025

Bugün Suriye iç savaşının muhalifler nezdinde kazanılmış olması ve İran Şii etkisinin tamamen kırılmış olması İran'ın Suriye üzerinden vekalet güçlerini kullanmasını sonlandırmıştır. Ancak Suriye içerisindeki Şii nüfusun İran için her an potansiyel bir müttefik olduğu gerçeği bölgenin ne denli kırılgan bir yapıya sahip olduğunun göstergesidir.


Ümmet, mezhep ve rejim üçgeninde İran'ın bölgesel hedefleri

Ersan Ergür/ Yazar

Güvenlik konusu tarih boyunca devletlerin güven ve huzur içerisinde yaşamaları noktasında nirengi noktasını oluşturmuştur. Sosyo-politik bir unsur olan güvenlik meselesi değişen tehdit algısına bağlı olarak değişime uğrayarak günümüze kadar gelmiş ve Soğuk Savaş sonrasında güvenlik kavramı uluslararası literatürde yeniden tanımlanmıştır. Soğuk Savaş sürecinde öne çıkan askeri güç kavramı farklılaşarak sosyo-ekonomik ve çevresel koşullarla birlikte sınır ötesi tehdit anlayışıyla ele alınmıştır. Bu noktadan hareketle İran'ın bölgesel güvenlik anlayışı 1979 İslam Devrimi sonrası değişime uğramış, bölgesel askeri strateji yerini rejimin muhafazası üzerinde kurgulanan güvenlik anlayışına terk etmiştir. Rejim kurulduğu günden itibaren ideolojik refleks ile kendisini bölgesel ve küresel anlamda tehdit altında tanımlamıştır. Bu yüzden güvenlik anlayışını rejimi koruyacak bir strateji üzerine kurgulamıştır. İran rejiminin bölgesel olarak kendisine biçtiği rol, devletin bölgesel faaliyetlerini değiştirmeyi ya da dönüştürmeyi mümkün kılamamaktadır. İran bölgemizde asimetrik gücü ile tartışılmakta ve tehdit olarak değerlendirilmektedir. Özellikle 2003 yılında ABD tarafından Irak işgali ile başlayan süreçte İran cephesinde rejimi koruma refleksi ile Ortadoğu'da asimetrik güç yani vekalet unsurları ile kendisini koruma yapılanmasına girmiştir. Bu süreçte teknolojik yapılanmaya girerek askeri kabiliyetini geliştirmeye yönelmiştir. Müteakiben oluşturduğu vekil güçler üzerinden Doğu Akdeniz'den Aden körfezine kadar uzanan bir hat boyunca sınırlarının ötesinde güvenliğini tesis eder hale gelmiştir. Vekil güçlerin askeri ve ideolojik yaklaşımlar üzerinden aktif bir şekilde kullanılması bölgesel krizlerde İran'ı avantajlı bir konumda tutmuştur. İzlediği mezhepsel politikalar yüzünden bölge ülkelerince tecrit edilmeye çalışılmış ve Ortadoğu'nun kriz yönetiminde aktif rol almıştır. Ortadoğu'da İran için bölge dışı ve bölge içi olmak üzere iki tehdit söz konusu olmuştur. Bölgesel güvenlik algısı mezhep çatışmalarının temelinde kendini göstermiştir. Her iki güvenlik sıkışıklığının aşılabilmesi için İran Devrim Muhafızları kullanılmış ve devrim muhafızları ile irtibat halinde olan vekalet güçlerinin aktif olarak bölgede kullanılması öncelikli hedef olmuştur.

İran mevcut tehdit algılarına rağmen doğal kaynakları, nüfus gücü, tarihsel ve kültürel kökleri ile jeopolitik konumu ve ideolojik yapısı ile bölgede etkin bir devlet olmayı sürdürmüştür. Kafkaslara ve Orta Asya Türk devletlerine ve özellikle Türkiye'nin yakın sınır komşusu olması İran'ı bölge güvenliği için daha etkin bir konuma getirmektedir. Tarihte farklı Türk devletlerinin idaresine giren İran, Safevi Hanedanlığı döneminde Şii anlayışını benimsemiştir. Bu dönüşüm ile İran-Turan çatışması yerini Şii-Sünni çatışmasına bırakmıştır. İran İslam Cumhuriyeti günümüz dış politikasında Şii yayılmacılığını esas almış ve bu politikaları uygulamakta tereddüt etmemiştir. Öyle ki İslam Devrimi öncesi Şah yönetiminde dahi Lübnan'da Şii yanlısı İslami hareketleri desteklemiş ve finanse etmiştir. Anlaşıldığı üzere Şiiliğin İran dış politikasındaki belirleyiciliği İslam devriminden kaynaklı bir durum değildir. İran'ın ilk icraatı, 1979 devrimini müteakiben Şah döneminde normalleşmeye başlayan İsrail ile ilişkilerini ve petrol ihracatını kesmek olmuştur. Aynı şekilde İsrail ile Camp- David anlaşmasını imzalayan ve ülkeyi terk eden Şah için sığınma hakkı tanıyan Mısır ile ilişkilerini de sonlandırmakta tereddüt etmemiştir. Devrimi takiben İran'ın İslam ideolojisini bölge Arap ülkelerine yayma fikri ve bunu alenen dillendirmesi Irak öncelikli olmak üzere diğer ülkeleri de tehdit eder olmuştur. İran bu süreçte sadece Baas yönetimindeki Suriye ile iyi ilişkiler geliştirmeye gayret etmiştir.

Mutlak hakimiyet yetkisi

İran İslam Cumhuriyetinin ideolojik din anlayışının temelini oluşturan unsurlardan biri de; "Velayet-i Fakih" anlayışının benimsenmesidir. "Fakihin tasavvur yetkisi" anlamına gelen bu kavramın fikir babası Humeyni'dir. Humeynî'ye göre "veliyyü'l-emr" olan masum imamlar Hz. Peygamber'den devraldıkları velâyetle dinî ve dünyevî tam bir yönetim yetkisine sahiptirler. Gaybet döneminde ise velâyet âdil fakihe intikal etmiştir. Ve imamın devlet yöneticileri üzerinde tartışmasız mutlak hakimiyet yetkisi vardır. Öyle ki yöneticilerin seçimle başa gelmiş olması durumunda bile mutlak hakimiyet yetkisini imamlara vermektedir. Ve devlet yöneticileri rejimin benimsemediği hiçbir politikayı hayata geçirme yetkisine sahip değildir. Doğal olarak bu durum bölge İslam ülkeleri için mezhepsel bir tehdit olarak yorumlanmıştır.

İran günümüzde ortaya çıkan bu yeni anlayışın sonucu olarak "güvenlik açmazı" ile "içsel endişeler" yaşamaktadır. İran ile İsrail, İran ile Suudi Arabistan, 1980-88 arası İran ile Irak, Suriye ile İsrail ve bunun gibi daha nice devletler arası güvenlik endişeleri İran'ı bölgede aktif vekalet çatışmalarına sürüklemiştir. Bu bağlamda bu ülkelerin silahlanma yarışı kendilerinden ziyade silah sanayisinden beslenen şirketlere ve devletlere yarar sağlamaktan başka bir sonuç doğurmamıştır. İran'ın güvenlik endişelerinin temelinde Sünni Arap dünyası, İsrail-ABD stratejik ortaklığı ile Azeri ve Kürt etnik unsurlar olmak üzere üç aktörün etkili olduğunu söylenebilir. Bu üç etkinin doğal bir sonucu olarak devletin nükleer kazanımları, rejimin bekası ve Şii jeopolitiği kazanımları güvenlik anlamında öne çıkmaktadır. Böylelikle İran, Ortadoğu üzerinde uzun vadeli planlar kurgulayarak kendini emniyete almaya çabalamaktadır. Küresel ve bölgesel aktörler arası problemlerden faydalanmaya çalışmakta ve İsrail'in bölgedeki saldırganlığından istifade ile ideolojik yapılanmasını gerçekleştirmeye çalıştığını da söyleyebiliriz.

Rejim penceresinden İran'ın Ortadoğu güvenlik algısı

İran'ın Ortadoğu'da rejimini güvende hissedebileceği bir mezhep ve kültür inşa etme gayreti bölgeye bakışını açıkça ortaya koymaktadır. İran varoluş kimliğini milliyetçilik üzerinden değil, mezhepsel yaklaşımlar üzerinden kurgular. Bunun en güzel örneği yine İran iç siyaset yapısından verilebilir. İran halkı içerisindeki en büyük etnik yapıyı oluşturan Azeriler için Şiilik, Azeri etnik kimliğinden önce gelmektedir. Bu durum İran'ı dış politika oluşumunda hataya sevk etmektedir. Çünkü Azerilerin kendilerine ait bir devletleri var ve bu devletin kimlik oluşumunda mezhepsel yapı olan Şiilik, Azeri milliyetçilik anlayışından önce gelmektedir. Aksine Şii nüfusun çoğunlukta olduğu Irak içinde Arap milliyetçiliği öne çıkmaktadır. Bu durumun Irak ve Bahreyn için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzdendir ki; Şia'yı tehdit olarak gören Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak 1980-88 yıllarında İran ile savaşmak durumunda kalmıştır. Böylelikle bu savaş bölgedeki Arap halkları ile İran arasını açmıştır. 2016 Haziran ayında Şii din alimi Şeyh İsa Kasım'ın Bahreyn vatandaşlığından çıkarılma kararının alınmasında bu durumun etkili olduğunu görebiliriz. Şeyh İsa Kasım'ın Bahreyn vatandaşlığından çıkarılması elbette İran'ı kızdırmış ve İran Bahreyn'i iç ayaklanma çıkarabileceği iması ile doğrudan tehdit etmiştir.

İran, İslam Dünyası'nda Şii kimliğini siyasi olarak yaygınlaştırma ve İslam ülkelerini Şii etnik yapısı çatısında birleştirme hedefindedir. Bu düşüncesini, Velayet-i Fakih felsefesine dayalı İranlılık kimliğine ve kendisini "Ümmül Kura" yaklaşımı ile lider ülke olarak görmesine dayandırmaktadır.

Rejim ihracı

İran "rejim ihracı" politikasından hareketle vekalet güçleri üzerinden güvenliğini sınırlarının ötesine taşımayı başarmıştır. Bu şekilde ülkesinde bir kaos ortamı ile karşı karşıya kalmadan rakipleri ile sınırları dışında pazarlık yapma imkanını elde etmiştir. Lübnanlı Şiilerle olan ilişkileri bu duruma örnek olarak verilebilir. İran'ın Lübnanlı Şiilerle doğrudan ilişkisi vardır ve İran dini lideri Hizbullah Liderinin taklit ettiği "merci-i taklid" makamındadır yani Lübnan'daki temsilcisi konumundadır. İran böylece Lübnanlı Şiilerle olan bağlantısından dolayı doğu Akdeniz'de önemli bir aktör haline gelmiştir. İran, "rejim ihracı" politikasıyla kendi iç ve dış güvenliğini sağlamaya çalışırken, bölgedeki Şii nüfusa sahip Arap devletlerinin iç güvenliklerini olumsuz yönde etkilemeye devam etmektedir.

İran'ın siyasal ve ulusal çıkarları genellikle uyum içerisindedir. Ancak bazı durumlarda ulusal çıkarları siyasal çıkarları ile çelişebilmektedir. İran bölgesel çıkarları için kendisini Basra Körfezi devletleri ile karşılaştırmakta ve onların göstermelik bağımsızlığa sahip olduklarını düşünmektedir. İran ulusal çıkarlarını ABD, İsrail ve Körfez ülkeleri olan; Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn ve Umman özelinde şekillendirmektedir. Devrim öncesi İsrail ile aynı istikamette bölgesel siyaset izleyen İran bu dönemde Pan-Arabizm, Filistin meselesi ve Iraklı Kürt grupların, Irak yönetimine karşı desteklenmesi gibi birçok konuda İsrail ile benzer bir siyaset izlemiş olmasına karşın devrim sonrası İsrail ile ilişkilerini kesmiştir. Ancak şu da bir gerçektir ki İran bu süreçte İsrail ile gayri resmi ilişkilere girmiştir. 1990'lardan sonra İsrail ile İran arasındaki gayri resmi işbirliğinde azalma olmuştur. İran'ın bu yıllarda başlayan füze programı İsrail ile İran arasında güvenlik endişelerini tırmandırmaya başlamıştır. 2006 yılında Hizbullah'a verilen destek, 2008 yılında Hamas'a yönelik yardımlar ve hemen akabinde İran'ın nükleer programını başlatması İsrail'in İran'ı öncelikli tehdit olarak algılamasına gerekçe oluşturmuştur. Bu süreçte körfez ülkeleri de İran'ın nükleer programından endişe eder olmuşlardır.

Günümüzde İran-İsrail çekişmesi zaman zaman ortaya çıkan karşılıklı saldırılar ile kendini göstermeye başlamıştır. Ancak şu bir gerçek ki; İsrail ve İran tarih boyunca birçok defa karşı karşıya gelmesine karşın hep iyi ilişkiler içerisinde olmuşlardır. İranlıların Yahudilerin geçmiş tarihte esaretten kurtulmasına, yıkılan tapınaklarının yeniden inşa edilmesine yardım ettikleri bir gerçektir. Hatta 1948, 1967 ve 1973 savaşlarında Arap ülkelerinin İsrail'e petrol satışını durdurmasına karşın iran İsrail'e petrol satışına devam etmiştir. İran'ın Osmanlı devletinin dağılması sonucu oluşan otorite boşluğundan faydalanarak Şii rejim hakimiyeti altında İslam birliğinin kurulabilmesi için İsrail'in Filistinli Araplara uyguladığı baskı ve şiddetten faydalandığını söylemek yanlış olmayacaktır. İslam devriminin lideri Humeyni'nin sert anti-siyonist çıkışlarına rağmen İran'ın İsrail ile ilişki içerisinde olduğu bugün bilinmektedir. İşin ilginç tarafı bu irtibatın gerekçesinin Filistinlilerin sorunlarını çözmek ve onları bir vatana kavuşturmak için değil bilakis Şii devriminin bölgede hakimiyet kurması ve bu sayede İslam dünyasında lider ülke olma arzusunu gerçekleştirme amacı ile sürdürüldüğü anlaşılmıştır. İran destekli Husilerin 2014 yılında Yemen'de başkent Sana'yı ele geçirmesi Suudi Arabistan'ı İran'la karşı karşıya getirmiştir. Suriye, Lübnan ve Bahreyn'de var olan Suudi Arabistan İran muhalifliği Yemen'de ete kemiğe bürünür sıcak bir çatışmaya dönüşmüştür. İran'ın mezhepsel yayılmacılığını ülkesi ve bölgesi için tehdit olarak gören Suudi Arabistan 2015'te Husilere karşı bir operasyon başlatmıştır. Bu durum Suudi Arabistan ile İran'ı dolaylı olarak karşı karşıya getirmiş ve bugüne kadar bölgede kalıcı barışa etki edecek bir gelişme sağlanamamıştır.

İsrail'in en büyük destekçisi ABD ile İran arasında olan ilişkileri devrim öncesi ve sonrası şeklinde ayırmak gerekmektedir. Şah döneminde her iki devlet birbiriyle dostane ilişkiler içerisinde olmuştur. Bu dönemde İran ABD'nin Ortadoğu'daki politikalarına uygun hareket etmiştir. Devrim sonrası ABD-İran ilişkileri hızlı bir düşüş yaşamıştır. Bir grup öğrencinin Tahran ABD Büyükelçiliğini işgal etmesi ve 444 gün boyunca ABD büyükelçilik personelini rehin alması ilişkilerin tamamen kopmasına neden olmuştur. İran Ortadoğu'da ABD'yi büyük şeytan olarak tanımlamaktadır. ABD'nin Körfez bölgesinde askeri güç bulundurması İran için hep endişe kaynağı olmuştur. İran ABD'nin Kafkaslar ile Orta Asya bölgesine müdahale edebileceği düşüncesi ile teyakkuz halinde tutmuştur. İran'ın ABD ile hep bir çatışma halinde olması ABD ile iyi ilişkiler içerisinde olan Arap ülkelerinin tepkisini çekmiştir. İran buna karşın güvenlik sağlamak maksatlı Lübnan, Filistin ve Irak'ta vekalet güçleri üzerinden faaliyet yürütmüştür. Öte yandan ABD ve İsrail tehditlerine karşı bölgesel müttefik edinme adına Suriye ile iyi ilişkiler geliştirmiştir.

İran nükleer çalışmaları ve bölge güvenliğine etkisi

Çok ilginçtir İran nükleer programı bugün çatışma halinde olduğu ABD desteğiyle başlamıştır. O yıllarda İran'ın doğu bloku ülkelerine ve komünizm etkisindeki Sovyetler Birliği'ne yakınlaşmaması için ABD nükleer çalışmalarında İran'ı desteklemekten çekinmemiştir. Bu durumu kendi çıkarları ile Batılı ülkelerin çıkarlarına uygun bulmuştur. Ancak devrim sonrası ABD ile ilişkilerin bozulması hem ABD ve hem de Batı için yeni bir tehdit olarak ortaya çıkmıştır. İran'ın nükleer programı kısa ve orta vadede ABD ve Batılı ülkelerden ziyade İsrail'in de içerisinde olduğu bölge ülkeleri için tehdit oluşturmaktadır. Çünkü İran nükleer silah üretebilse dahi bu silahla kilometrelerce uzaktaki ABD'yi vurabilecek füze sistemlerine, bombardıman uçaklarına ve denizaltılara sahip değildir. Kaldı ki dünyanın lider nükleer gücü ABD'nin böylesi bir saldırı sonrasında İran için yapacağı saldırıların yıkım sonuçları değerlendirildiğinde bu İran için göze alınabilecek bir durum değildir. Dolayısı ile İran nükleer çalışmaları ABD ve batılı ülkeler için değil İsrail ve bölge ülkeleri için gerçek bir tehdit olarak değerlendirilebilir. Ancak İsrail'in nükleer silahlara sahip olması İsrail için de bir tehditten ziyade dengeleyici unsur olarak değerlendirilebilir. Kısacası İsrail için bir tehdit değil caydırıcı güç niteliğinde olabilir. Ancak diğer bölge ülkeleri için ise gerçek anlamda bir tehdit unsuru olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

İran devrim sonrası nükleer çalışmaları için Rusya, Çin ve Pakistan ile işbirliğine gitmiştir. İran nükleer programı bu tarihten sonra hız kazanmıştır. ABD ve Batılı ülkelerin bu çalışmaların durdurulması yönündeki baskıları sonucu İran P5+1 ülkeleri (Beş daimî üye: ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve Almanya) ile anlaşma yoluna giderek 2013 yılında Ortak Eylem Planı (JPOA)'yı, 2015 de ise genişletilmiş Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA)'yı imzalamıştır (İran Whatch, 2023). İran Ortadoğu bölgesinde; terörizmi destekleyen, baskıcı ve bölge ülkelerine tehdit oluşturmak için nükleer güç sahibi olmak isteyen bir ülkedir (Güzel, 2018, 57). Bugün gelinen noktada İran'ın nükleer silah üretecek konuma gelemediği açık olmakla birlikte alt yapısını oluşturan uranyum zenginleştirmeyi gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Bununla beraber İran'ın Ortadoğu'da vekil güçleriyle yayılmacı politikası, Ukrayna-Rusya savaşında Rusya'yı desteklemesi ve insansız hava aracı tedariki gibi konular nedeni ile nükleer çalışmaları durdurması yönünde baskıya uğramaktadır.

İsrail ile İran gerçekte birbirlerini her zaman rakip olarak görmemelerine karşın İran'ın geldiği nükleer seviye sonrası son yıllarda karşı karşıya gelmeye başladılar. İran, İsrail'i devrimci anlayışına bir tehdit olarak görüyor. Aynı şekilde İsrail de İran'ı Yahudi devletine karşı stratejik ve ideolojik zorluklar çıkaran bir ülke olarak değerlendiriyor. Bu durumun oluşturduğu kargaşa ortamının sonucunda diplomatik söylemler yerini karşılıklı hava ve füze saldırısına bırakıyor.

Sonuç ve değerlendirme

Ortadoğu'nun en önemli güvenlik sorunu olan İsrail meselesi İran'ın Şii yayılmacılığını canlı tutarak üçüncü ülkelerin tehditlerine karşı bir kalkan olarak kullanmaktadır. Tarihsel süreçte birbirleri ile doğrudan ya da dolaylı çatışmayan İran ve Yahudi halkları birbirlerinin varlık gerekçelerini oluşturmaktadır. İsrail eski başbakanı İzak Rabin; "İran, İsrail'in en iyi arkadaşıdır ve Tahran'la ilişkilerimizde pozisyonumuzu değiştirme niyetinde değiliz" diyerek bu tespitimizi ispatlar nitelikte bir itirafta bulunmuştur. Hatta İran'ın Osmanlı'dan boşalan İslam coğrafyasında hâkimiyet kurma ve bölgede yeniden birlik sağlama iddiası için Filistinli Arapların maruz kaldığı baskı ve şiddetten nemalandığını söylemek gerçek dışı olmayacaktır.

Her iki tehdit unsuru olan ülke kendi devlet politikalarını gerçekleştirmeden karşı karşıya gelmeyecekler gibi durmaktadır. İran Şiiler üzerinde mezhepsel bir otorite kurarken Şii İslam Birliği ile İslam ülkelerinin lideri olma arzusundadır. Bu durum ister istemez İran'ı bölgesi için gelecekte İsrail sonrası bir tehdit olarak görmesini sağlamaktadır. İran'ın nükleer çalışmaları esasında ABD, İsrail ve Batılı ülkeler için değil kesinlikle bölge ülkeleri için bir tehdit unsurudur. Ancak İsrail gibi katil bir devletin Siyonist ve dini emelleri karşısında İran ile diğer İslam ülkelerinin karşı karşıya kalması doğru bir yaklaşım olmayacaktır. İsrail tehdidinin ortadan kaldırılması sonrası bölgede özellikle Türkiye ve Arap devletlerinin yakınlaşması İran Şii tehdidini doğal olarak ortadan kaldıracak bir etki oluşturacaktır. Bu vesile ile ülkemizde İsrail-İran ve İran-ABD çatışmasında İran'ın karşısında olmak İslam karşıtı eylemlerin başarılı olmasına katkı sağlamak anlamına gelecektir.

İran'ın bölgesel tehditleri halihazırda hedefe ulaşacak boyutta değildir. Özellikle savunma sanayiinde Türkiye ve müttefiklerinin geldiği konum sadece İran için değil aynı zamanda İsrail ve müttefikleri için de caydırıcı bir unsur teşkil etmektedir. Bugün Suriye iç savaşının muhalifler nezdinde kazanılmış olması ve İran Şii etkisinin tamamen kırılmış olması İran'ın Suriye üzerinden vekalet güçlerini kullanmasını sonlandırmıştır. Ancak Suriye içerisindeki Şii nüfusun İran için her an potansiyel bir müttefik olduğu gerçeği bölgenin ne denli kırılgan bir yapıya sahip olduğunun göstergesidir. İran ABD ve Batılı ülkelerin ambargoları nedeni ile Türkiye ile doğrudan çatışmaya girmekten kaçınmakta ve iyi ilişkiler içerisinde olmaya çabalamaktadır. Hatta Batı ambargolarını zaman zaman Türkiye üzerinden aştığı bir gerçektir. Türkiye'nin Suriye istikrarı noktasında takındığı bölgesel ve küresel tavır İran'ın bölge ülkeleri nezdinde tehdit oluşturmasının önüne geçmiş gibi durmaktadır. Özellikle terörsüz Türkiye mottosu ile Suriye ve Irak'ta PKK/PYD terör örgütünün tasfiye edilmesi Türkiye başta olmak üzere bölge ülkelerini İran karşısında güçlü kılmaktadır. Gelecekte Suriye Ordusunun Türkiye tarafından yapılandırılması ve teçhiz edilmesi İran tehdidini bertaraf edecek bir adım olarak değerlendirilebilir. Sonrasında Türkiye liderliğinde oluşacak İslam ülkeleri ittifakı ile İran bölgesel tehdit vasfını tamamen yitirecektir. Kanaatimiz odur ki bundan sonra bölge ülkeleri tüm enerjisini İsrail terör devletini bölgeden söküp atacak stratejileri gerçekleştirmeye harcamalıdır. Aksi takdirde Gazze'de, Filistin'de şehit olan binlerce bebek ve kadının vebali üzerimizde bir yük olarak kalmaya devam edecektir.