Ümmetin soylu direnişi; Bosna

Av. Sibel Eraslan/ Yazar
14.07.2019

Bosna tecrübesi, İslami kesime niçin siyaset yapmak gerekir sorusuna ikirciksiz cevap verme imkanı sunmuştur. Bosna lideri Aliya İzzetbegoviç’in ahlaki esaslardan asla taviz vermeyen siyaset anlayışıyla, Türk iç siyasetinde Bosna davasını bir dış mesele olmaktan çıkartıp iç hadiseye intikal ettiren Erbakan-Erdoğan siyaseti, devlet kurmanın ve devletin devamiyetinin ne kadar önemli olduğunu nesillere öğretmiştir.


Ümmetin soylu direnişi; Bosna

 “Türkler gelmiş” diye dalga dalga yayılınca haber, Srebrenicalı anneler hemen kabristana koşar. 

Günlüklerimden: 

Bugün Bosna’ya yollanmak üzere kaşkol örmeye başladı kadınlar, hedefimiz hafta sonuna kadar 750’yi tamamlamak. Kar yağmadan evvel ellerine ulaşabilse keşke. Allah’ım ne olur çok soğuk olmasın havalar, Allah’ım ne olur kardeşlerimize yardımını gönder. 1993, 07 Kasım, Bakırköy

Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ardından Doğu Bloku da tarihten siliniyordu. 1992 Mart ayında yapılan referandumla Bosnalı Müslümanlar eski Yugoslavya’dan koparak bağımsızlıklarını ilan ettiler. Çok sürmeden Nisan ayında Srebrenica’nın bazı köylerinde Sırp çetelerin baskınları başladı, Mayıs ayından itibarense tüm Saraybosna’da katliamlar ardı ardına geldi… 

  

Hepimiz çok şaşkındık. Çünkü bizler savaşların hep Orta Doğu ülkelerinde yaşandığını katliamlarınsa ancak Afrika’da gerçekleştiğini ezberlemiş bir nesildik. Avrupa kıtasının ortasındaki bir ülkede, kanlı pazar yeri baskınları, ekmek fırınında kuyruğa girmiş insanların kurşuna dizilmesi veya sokaktaki çocukların keskin nişancılar tarafından vurulması gibi sarsıcı haberler arka arkaya geliyordu... 

  

Hukuk fakültesi öğrencisiyken Avrupa, hukukuyla bizde hep göz dolduran bir ufuk kıta olagelmiştir. O günlerde en ciddi şaşkınlığı, hukuk çevreleri olarak bizler yaşıyorduk sanırım. Bu çok açık bir çifte standarttı ve bedeli çok ağırdı. Avrupa’nın siyaseti de hukuku da sağırlaşmıştı adeta. Bosna meselesini sadece medya görüyordu ve servis ediyordu. Biz en feci çocuk ölümlerini, havalarda patlayan insan vücutlarını, insanların beyinlerine kurşun sıkılmasını, Bosna haberleriyle izliyorduk. Durduramadıkları, durdurmak istemedikleri ölümleri, en canlı haliyle bizlere seyrettirirken, bizleri de yavaş yavaş öldürüyorlardı. Medya aracılığıyla uygulanan bu pornografik işkencenin aslında bir savaş metodu olduğunu ise daha sonraları, Irak’ın ABD tarafından işgali sırasında öğrenecektik. Yani Bosna’daki Müslümanları feci şekilde katlederken veya kadınlara sistematik şeklide tecavüz ederken, onlardan kilometrelerce uzaktaki diğer Müslümanları da bu görüntüler aracılığıyla cezalandırıyorlardı. 

  

‘Avrupa değerleri’

Global manada tüm insanlığın hizmetinde işleyecek bir hukuk olamayacağına dair apaçık acı gerçeği Bosna Faciası ile öğreniyorduk. Pervasız bir kötülüktü Bosna’yı kana bulayan. Gözü dönmüş bir nefretle insanlık suçu işliyordu Sırplar. Bosna’da işledikleri çok açık bir soykırımdı. Ama Bosnalılar, bunu dünya mahkemelerine tesbit ettirene kadar nereden baksanız, 20 yıl uğraşacaklardı. 

  

Bosna’daki soykırım, “Avrupa değerleri” diye adlandırılan büyük havai fişekler halinde semalara atılan renkli, eğlenceli ışıkların aslında ne kadar boş ve süreksiz şeyler olduğunu da ortaya çıkardı. Ne yaşama hakkı vardı Boşnak Müslümanların ne de bağımsız olduklarını düşünmeye hakları vardı... Yaşama ve düşünme hakkı, diğer bütün hakların ebeveynidir. Bu ikisi olmazsa diğer hiçbirisi olamaz. Nitekim hiçbirisi de yoktu. Bosna’da öldürülenler, hunharca işkence görenler, tecavüze uğrayanlar, aslında yoktu. Batı, onları görmüyor, işitmiyor, dokunmuyor, sırtını dönüyordu. Onlar vardı ama yoktu. Bugün 25 yıl aradan sonra, globalizmin çöktüğünü, Avrupa değerleri olarak adlandırılan kavramların birer reklam cümlesinden ibaret olduğunu rahatça konuşuyoruz. Ama o günlerde biz bunu dudak uçuklatıcı katliamlarla öğreniyorduk. Camiler ve kütüphaneler bile yakılıp yıkılıyordu Sırplar tarafından... Savaştan sonra gittiğimde irkilerek farkedecektim ki, hiçbir kilisede tek bir mermi izi bile yokken, bizim camilerimiz, kütüphanelerimiz, okullarımız, hastanelerimiz azgın Sırp topçularının hedefi haline gelmişti. Kumandan Aliya’nın dediği gibi olmuştu; “Bir farkınız var, bir farkınız var, bir farkınız var’’ demişti bir gün... “Siz Müslümansınız, onların size davrandığı gibi davranamazsınız” demişti. Ben Bosna halkının yüksek ahlaki karakterinde bu yüceliği her zaman görmüşümdür. 

  

Duygulara kezzap döken tablo

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni gözümde büyütüşlerim de Bosna faciası günlerinde son buldu. Çünkü uluslararası hukuk çevreleri, çifte standart uygulayarak bu soykırımı görmezden geliyordu. Savaş sonrasında, o zamanlar Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi vardı, o kadar çok sayıda tecavüze uğrayan kadın dava dilekçesi yığmıştı ki USSM’ne, mahkeme yeni bir içtihatla tecavüzü, savaş suçu olarak kabul etmeye karar vermişti. Evet, Sırp erkekleri, erkekliklerini bir savaş aleti gibi kullanıyorlardı. 

  

Bir kadın olarak hicap duygularımıza adeta kezzap döken bu vahim tablo karşısında da dünya dilsizdi. Kadın hakları grupları, feministler neredeydi... Sanırım kitleler halinde sistematik tecavüze uğrayan Bosnalı kadınların acı dolu feryatlarını işitmemek için kulaklarını dikenli kaktüslerle tıkamışlardı. Tam bir hicap travmasıydı bu ümmet için. Biz şehidine ağlasa da şehidiyle iftihar eden bir ümmetiz. Ama tecavüz işkencesi, ümmet için ölümden de beterdi. Dünya savaşları içinde ilk kez tecavüz, atom bombası gibi kullanılıyordu. Kuşkusuz bu çok alçakça, namertçe, şeytanca bir tercihti. Bazen televizyonda konuştuklarını görürdük Sırp liderlerin veya çetecilerin, ben saçlarımın havaya kalktığını ve hayretle, “ama konuşuyorlar’’ dediğimi hatırlarım. Onların da konuşan birer insan olduğunu görmek çok tuhaf olurdu. Düşünüyorum da hala zihnimde insandan çok, insan yiyici orklar gibiler.  

  

Hukuk karıncaları

Saray Bosna denildiğinde çok acılı bir tarih gelse de aklımıza, çok ciddi bir hukuk mücadelesi de gelmeli. Srebrenica katliamında evlatlarını yitiren anneler, her ayın ilk pazartesi günü beyaz önlükler giyerek çıktılar yollara mesela. O beyaz önlükleri üzerinde kaybolan çocuklarının, haber gelmeyen eşlerinin, kayıp erkeklerinin izlerini sürdüler. Yollar boyu önlerine gelen herkese evlatlarını, kocalarını sordular. Tuzla’daki kayıp insanlar bürosundaki binlerce çekmeceyi, kemik, saç, tırnak parçalarıyla dolduranlar da onlardı. Her yıl, çocuklarının, kocalarının parçalarını, küçük kırıntılar halinde topladılar... Hukuk karıncaları gibi durmadan çalıştılar, puzzle’ın eksik parçasını arar gibi, erkeklerinin parçalarını ufak ufak taşıdılar mahkeme önlerine... 

  

Bosna’da yaşanan şey, tam anlamıyla “parçalanma’’ydı. Evleri, köyleri, tarihi, insanları da parçaladılar.  Srebrenica’ya savaştan sonra gittiğimde, upuzun bir mezaristan görmüştüm. Uçsuz bucaksız bir vadiyi boylu boyunca doldurmuş mezarlar, mezarlar, mezarlar. Aralarından Kur’an okuyarak geçerken bazen kendimize bir şehit arkadaş seçerdik. Benim yaşımda bir şehiti seçmiştim ben de Adem Ademoviç... “Türkler gelmiş” diye dalga dalga yayılınca haber, Srebrenicalı anneler hemen kabristana koşarlar. Yine öyle olmuştu. Yere secde için vardığımda, bir de ne göreyim bir seccade yayılmış. Yanımda ağlayarak namazı bitirmemi bekleyen bir hanım... Birbirimize ağlayarak sarılmamızı hiç unutamam. Adem Ademoviç’in annesiymiş meğer. “Oğlumun başını arıyoruz’’ demez mi... Başı olmayan bir arkadaşım olmuştu işte. O anda öyle fena oluyorsunuz ki, yani vefat etmiş bile olsa, arkadaşınızın başsız olması sizi sarsıyor. Adem’e ve binlerce kardeşime selam olsun... Biz onları yüzlerini görmeden sevdik... 

  

Bosna’da başsız oğullar yatıyor, bir koldan ibaret kalmış babalar, geride nazarlığı kalmış, buharlaşmış bebeler... 

  

Düşmanın yüzü…

Düşmanın yüzünü niçin yok etmek ister ki insan... Halbuki yüz, ziyarettir. Yüze baktığımızda, Yaratıcının en ince sanatını temaşa ederiz. Gözler, bakışlar, gülüş, ağlayış, kızgınlık, sevgi, sevinç, aşk, merak, hüzün hepsi simada toplanır. Öyle ki insanın ruhu, yüzünde mürekkep olmuş gibidir. Peki yüzü kim iptal etmek ister. Bu kadar ağır bir nefreti neyle ve nasıl açıklarız... Bunlar halen cevapsız sorular. Ama Sırp caniler, Müslüman Boşnakları yeryüzünden silmek, kaldırmak istediler. Tanrılığa öykündüler. Büyük bir fitne ve çok zalimce bir bozgun çıkarttılar. Öldürmenin ötesine geçtiler. 

Öldürmenin ötesiydi soykırım.   

Srebrenica’da, kadınlarla da sohbet-mülakat imkanım olmuştu. Kabristanın tam karşısındaki metruk atelyeler için, “bizim zindanımız işte burasıydı” diye anlatmışlardı. Erkekleri kesip biçmişler, kadınları günlerce tecavüzle cezalandırmışlardı. Hatta konuştuğum kadınlardan birisi boyun ve omuzlarındaki izleri göstermişti. Günlerce tecavüze uğradıktan sonra kendini urganlarla bağlayıp asmaya kalkmıştı, son anda Sırp canilerden birisi farkedip urganı kesmiş ve ölmesine mani olmuştu. Kadın yukarıdan aşağı düşmüş yuvarlanmış... Bu kadınlar, daha sonrasında hayata nasıl tutundular, içimize nasıl geri döndüler, kendilerini nasıl toparladılar... Kuşkusuz büyük bir irade ve sağlam bir dayanak gerekiyordu. O sağlam dayanağı, psikoterapi ve dini rehberlik ile kurmaya çalışıyorlardı o dönemde. Türkiye’ye hastanelerde rehabilitasyon için getirilen mağdur kadınlar vardı, bizler de onlarla zaman zaman sosyal faaliyetler yapıyorduk, cami ziyaretleri, İstanbul gezileri gibi, terapistlerinin tavsiyesine göre arkadaşlık yapıyorduk. 

  

Halide İzzetbegoviç Teyze’yi de bu arada rahmetle analım. Konuşmasıyla, zarif endamıyla, tavrıyla, gençlere hoşgörüsüyle, hiçbir şart altında yok olmayan umudu ve neşesiyle, itinalı giyim kuşamıyla, harikulade güzel ve naif bir örnekti, ağırbaşlı bir İslam hanımefendisiydi. Ben onların evli olduklarını bilsem de için için sanki Aliya İzzet Begoviç ile kardeşlermiş gibi de görürdüm. Aynı davaya inanmak, ayni ideal ve çileye talip olmak, insanları, yoldaş-arkadaş-gönüldaş eylediği gibi, simalarını da benzeştiriyordu sanırım. Aklımda iki güneş gibi hep parlayacaklar. Allah rahmet eylesin hem Halide Teyze’ye, hem bilge kral Aliya’ya...    

  

Çaresiz ama hasbi                  

Bugünden bakınca, 1992’de çok çaresizdik ama aynı zamanda hasbiydik diyebilirim... Bosna’ya gözlerimizle değil gönüllerimizle bakıyorduk çünkü. Hemen hepimizin evinde Bosna haritası veya bayrağı asılıydı. Radyo programlarında Bosna ile ilgili yorumlar geçtiğinde pür dikkat dinlerdik. Bosna bu süreçte bizim okulumuz olmuştu sanki. Bizlere büyük dersler ve ibretler veren bir öğretmendi Bosna. Misal, yolda yürürken bir arkadaşımızla karşılaşsak, derhal Bosna’yı konuşmaya başlıyorduk, üç arkadaş olduğumuzdaysa iş derhal büyüyüp nasıl yardım edebileceğimiz tartışmasına dönüyordu. Hemen her gün bir salonda toplanıyorduk Bosna için. Dergilerimiz Bosna sayısı hazırlıyor, dosyalar, röportajlarla Bosna davası konuşunda şuur ve dinamizm sağlamak için uğraşıyor, gazete köşelerinde yazan kalemlerle Bosna farkındalığı oluşturabilmek için neler yapacağımızı konuşmaya gidiyorduk. Toplum o kadar sahiplenmişti ki Bosna meselesini mahallelerde, sokaklarda, bodrum katlarındaki düğün salonlarında, yağmurda akan çatı katlarında, konferanslar, şiir günleri, kermesler, programlar düzenleniyordu. Böyle bir yardım kampanyasında, cebinde harçlığı olmadığı için, eldivenlerini bağışlayan bir imam hatipli tanımıştım mesela. Bir başka hanım bebeğinin maşallahını çıkartıp vermişti. Başka bir hanımsa, kulağındaki küpenin tekini vermişti, diğerini kocası sorarsa gösterebilmek için kendisinde bırakmıştı. Avrupa’daki toplantılardan birinde düğününde takılmış bütün takılarını Bosna’ya bağışlayan bir gelinle tanışmıştım. Bosna dayanışması tam anlamıyla bir halk seferberliğine dönüşmüştü...  

  

O sıralarda Aliya İzzetbegoviç’in İslam Manifestosu gibi Türkçeye çevrilmeye başlanan makaleleri vardı. Hiç unutmam, bunları arkadaşlarımız sayfa sayfa tercüme edip, bir iki nüsha halinde bizlere getirdiğinde çok heyecanlanırdık. Ders gibi okur çalışırdık o metinleri. Bosna davası, dayanışmaya dair eylemlilik olmasının yanı sıra, İslami bir bilinçlenme anlamındaydı bizler için...    

  

Bosna faciasını siyasetinin bir parçası haline getiren Refah Partisi’nin de rolü büyüktür bu toplumsallaşmada. Bosna lideri Aliya İzzetbegoviç’in hem Prof. Necmettin Erbakan ile hem o zamanki İstanbul il Başkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile olan dostluğu, yakınlığı savaş süresince ve sonrasında da devam etmiştir... 

  

Bosna tecrübesi, İslami kesime niçin siyaset yapmak gerekir sorusuna ikirciksiz cevap verme imkanı sunmuştur. Bosna lideri Aliya İzzetbegoviç’in ahlaki esaslardan asla taviz vermeyen siyaset anlayışıyla, Türk iç siyasetinde Bosna davasını bir dış mesele olmaktan çıkartıp iç hadiseye intikal ettiren Erbakan-Erdoğan siyaseti, devlet kurmanın ve devletin devamiyetinin ne kadar önemli olduğunu nesillere öğretmiştir.   

   

  

Günlüklerimden; 

 “Mavi gök nerede?’’ diye sormuş ya şair... Mavi gök, üniversite bahçesinin üzerinde çın çın parlıyor ve harika. 2 Temmuz 2002, Uluslararası Saray Bosna Üniversitesi.