Üniversite neyimiz olur?

Dr. Yunus Şahbaz/ Kırıkkale Üniversitesi
17.11.2025

Türkiye'de üniversiteler üzerinden devam eden tartışma aslında sıhhatli bir mecrada seyretmiyor. Üniversite enflasyonundan şikâyet ediliyor ve fakat bu şikayet çoğu zaman “taşra elitleri” ya da “taşra akademisyenleri” nitelemelerinde de görüldüğü üzere elitizm güzellemesiyle sonuçlanıyor. Oysa yeni üniversiteler kurmak suretiyle tam da üniversiteler üzerinde inşa edilmeye çalışılan elitizm kırılmaya çalışılıyor.


Üniversite neyimiz olur?

Dr. Yunus Şahbaz/ Kırıkkale Üniversitesi

Türkiye'deki eğitim ve daha özelde üniversite meselesi etrafında dönen tartışmaların aslında Türk modernleşmesiyle koşut bir serencamı vardır. Zira Türk modernleşmesinin temelini oluşturan kurumlar askeriyeden sonra eğitim alanında açılmıştır. Açılan bu eğitim kurumlarından bazıları günümüzde de köklü üniversite ve fakülteler olarak eğitim vermeye devam etmektedir. Modernleşmenin en önemli sacayaklarından birinin eğitim olarak görülmesi bize özgü bir durum da değildir; yeni bir düzen, yeni bir toplum ve bu yeniliklere öncülük edecek kadroların yetiştirilmesi birçok devlet merkezli modernleşme tecrübesinde görülen bir hadisedir.

Eğitim kurumlarını tanzim etme ve yenilerini açma girişimleri Osmanlı son döneminde başlamakla birlikte Cumhuriyet'le devam etmiştir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu gibi inkılaplar yanında meseleyi yüksek öğretim düzeyinde çözmek için üniversiteye de el atılmıştır. 1933 yılında yapılan Darülfünun Reformu'yla Osmanlı'dan kalma Darülfünun kapatılıp yerine İstanbul Üniversitesi kurulmuş ve Osmanlı döneminden kalma öğretim üyelerinin birçoğu tasfiye edilmiştir. Darülfünundaki 156 öğretim üyesinden 87'si İstanbul Üniversitesi kadrosunun dışında kalmıştır. Yeni dönemde genç Cumhuriyet'in ruhuna uygun olacağı düşünülen bir yüksek öğretim sisteminin temelleri atılmaya çalışılmıştır. Darülfünun Reformu basit bir idari düzenleme değildir; bu reformlardan yana olmak, üniversiteden atılan Hocalarla ilişki içinde olmak adeta bir turnusol kâğıdı işlevi görmüştür. Söz gelimi, yüksek öğretim düzeyinde 1940'ların sonunda üniversite eğitimi almış milliyetçi-muhafazakâr gençlere yöneltilen ithamlardan birisi eski Darülfünun Hocalarıyla ilişki içinde olmaktır.

Siyasî etkiler

Siyasi ve iktisadi anlamda modernleşme serüveninin aldığı seyir de aslında üniversite sistemini etkilemiştir. Amerika'nın sosyal ve siyasî anlamda etkisinin artırmaya başladığı 1950'lerden itibaren yüksek öğretim sisteminde yeni kurumlar ve üniversiteler görülür. 1950'lerin sonunda açılan Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) ve ODTÜ bu kurumların başında gelmektedir. Diğer taraftan siyasette "çevrenin" etkisinin artmasıyla beraber Erzurum, Trabzon gibi şehirlerde de üniversiteler kurulmaya başlanır.

Dönem dönem değişen ivme ve trendlere rağmen Türkiye'de üniversite eğitimi daha küçük bir kesimin ulaşabildiği bir imkân olmuştur. Dolayısıyla üniversite eğitimi halkın büyük çoğunluğunun erişimi ve ulaşımı açısından pek de "demokratik" bir hak olarak gündeme gelmemiştir. Hem toplam nüfusun hem de şehirleşme oranının hızla yükselmesine mukabil 1980'lere kadar az sayıda üniversite bulunması, özellikle akademik personel anlamında üniversitenin belli bir azınlığın tekelinde olmasını mümkün kılmıştır.

Türkiye'de üniversite sayısındaki artışlarda başlıca üç döneme dikkat çekilebilir. Bunlardan ilki 1980 öncesindeki Akademilerin 1980 sonrasında üniversiteye dönüştürülmesi ve yeni üniversitelerin kurulması; ikincisi 1992 yılında Cumhurbaşkanı Turgut Özal liderliğinde ve üçüncüsü 2007 yılında yeni üniversitelerin kurulmasıdır. 2007 sonrasında da İzmir, Antalya, Ankara, Konya gibi büyükşehirlerde yeni üniversiteler açılmıştır. Bunlara bir de 1990'lardan itibaren kurulmaya başlayan özel üniversiteleri eklediğimiz zaman, 1980'lerden itibaren üniversite sayısında hızlı bir artış olmuştur.

Üniversitelerin nicel artışı birçok tartışmayı beraberinde getirmiştir. Nicelik artışının niteliğe sirayet etmediği, üniversite eğitimi ve diplomasının değersizleştiği gibi tartışmalar zaman zaman gündeme gelmektedir. Kuşkusuz münferit bazı olaylar penceresinden bakıldığında bu tartışmalarda haklılık boyutu vardır. Özellikle yeni kurulan üniversitelerin akademik personel ve fiziki ihtiyaçları bu tartışmaları besleyen en önemli husustur.

Kurtarılmış bölgeler

Fakat bu tartışmalarda esas ıskalanan nokta şudur; yukarda hatırlatmaya çalıştığım gibi Türkiye'de üniversite her zaman rejimin sadık bekçilerinin yetiştirileceği bir yer olarak görülmüştür. Makul ve makbul vatandaşların yine makul ve makbul vatandaşlar eliyle yetiştirileceği bu kurumlar esas itibariyle bir zihniyet inşasının ve endoktrinasyon sürecinin parçası olarak konumlandırılmıştır. Dolayısıyla Türkiye'de üniversiteler, bir anlamda toplumun belli bir kesiminin kendi uhdesinde gördüğü, adeta "kurtarılmış bölgeler" olarak lanse edilmeye çalışılmıştır.

O halde şunu söylemek mümkün; Türkiye'de üniversiteler üzerinden devam eden tartışma aslında sıhhatli bir mecrada seyretmiyor. Üniversite enflasyonundan şikâyet ediliyor ve fakat bu şikayet çoğu zaman "taşra elitleri" ya da "taşra akademisyenleri" nitelemelerinde de görüldüğü üzere elitizm güzellemesiyle sonuçlanıyor. Oysa yeni üniversiteler kurmak suretiyle tam da üniversiteler üzerinde inşa edilmeye çalışılan elitizm kırılmaya çalışılıyor. Esasında bazı konularda istenen amaca ulaşıldığı da görülmektedir. Beşar Esad'ın devrilme sürecinde, Suriye'deki gelişmeleri vukfuyetle yorumlayan isimler çoğunlukla genç ve yeni dönemde yetişmiş isimlerdi. Suriye'yi hâlâ Soğuk Savaş konsepti ve Esad döneminden kalma bilgileriyle yorumlayan, çoğu eski asker emeklisi sözüm ona uzmanalar karşısında genç akademisyenler adeta bu uzmanların yanlışlarını düzelterek kendi sürelerini dolduruyordu. Bunun gibi farklı bölgeler ve konular özelinde yetişen eğitimli ve nitelikli uzman sayısındaki artış üniversite özelinde devam eden tartışmaları da sıhhatli bir mecraya çekebilir.

28 Şubat'ın İzleri

Yine geçmişte üniversiteler üzerinde kurulan tahakkümün ve gayri demokratik uygulamaların toplum hafızasında yarattığı infialler görmezden geliniyor. Üniversite diplomasının değersizleşmesinden dem vurulurken, sırf İmam Hatip liselerini engellemek için tüm meslek liselerine baraj engeli getirip herkesi "düz lise" ve belli bölümlerde üniversite okumaya iten saikler hasıraltı ediliyor. Piyasada eli iş tutan, bir meslek alanında az çok uzmanlaşmış kişilere olan ihtiyaç bugünlerde daha yeni anlaşılıyor. Fakat bugünlerin taşlarının 28 Şubat'ın toplum mühendisliğiyle atıldığı nedense pek konuşulmuyor. Herkesin muhakkak üniversite okuması gerektiği şeklindeki algı bu topluma bir günde yerleşmedi; dolayısıyla bir günde de yok olmayacak. Son yıllarda özellikle Millî Eğitim Bakanlığında meslek eğitimini özendirici çalışmaların yapılmaya çalışılması aslında bu gidişatı düzeltmeye yönelik girişimler olarak okunabilir. Zorunlu eğitim sürecinde de zaruri değil de opsiyonel seçeneklerin gündeme gelmesi bu girişimlerin daha kolay sonuç vermesini sağlayabilir.

Diğer taraftan geçmişte yeni üniversite kurulmasına muhalefet edenlerin bir argümanı da şuydu; Üniversite fiziki koşullar kadar sosyal ve entelektüel bir ortam da ister. Akademisyenlik gerçekten de "sosyal" bir meslektir. Buna kuşku yok. Fakat bilgiye, kütüphaneye ve dolayısıyla gerekli entelektüel mecralara bugünkü erişim imkânı 40-50 yıl öncesiyle mukayese bile edilemez. Eskiden Ankara ya da İstanbul kütüphanelerine gitmeden tek bir satır yazmak bile mümkün değildi. Fakat günümüzde yurtdışında yayınlanmış birçok esere dahi ekran başında ulaşmak mümkün. Elbette akademisyenlikten daha geniş anlamda entelektüel şevk ve ihtiyaçların giderilmesinde mekânsal sınırlılıklar tespit edilebilir. Fakat gerçek şu ki, istisnalar olmakla birlikte, değil taşra üniversiteleri mevcut köklü üniversitelerde bile akademisyen kimliğinin dışına taşan bir entelektüel anlayışı bulmak zaten nerdeyse imkânsız hale gelmiş durumda. Dolayısıyla bu sınırlılığın getirdiği bir mahrumiyetin olduğunu da düşünmüyorum.

Üniversite algısının değişmesi

Dolayısıyla üniversiteler özelinde devam eden tartışma aslında Türkiye'nin demokratikleşme ve modernleşme telakkisinin izlerini taşımaktadır. Bu yüzden de yanlış bir şekilde ve kendi mecrası dışında cereyan etmektedir. Toplumu tepeden tanzim etme girişimleri, elitist anlayış ve bu girişimlere karşı bir anlatı inşa etme gayretleri üniversiteler üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Üniversitelerin bir ihtiyaç olarak açılıp açılmadığından bağımsız şekilde meseleye ilk olarak böyle bakmak gerekir. Zira ihtiyaç paritesi zamanla değişiklik gösterebilir; bir zamanlar ikinci öğretimler bir ihtiyaca cevap veriyordu ancak günümüzde bu ihtiyaç büyük oranda ortadan kalktı. Bu yüzden nerdeyse bütün ikinci öğretim programları kapatıldı. Yine 2025 yerleşimlerinde de görüldüğü gibi, YÖK üniversite kontenjanlarında azaltmaya gitti. Gelecek yıllarda bu rakamların biraz daha düşmesi beklenebilir. Dolayısıyla üniversitelerdeki niteliğin yükseltilmesini talep etmek, gerek akademik personelin özlük haklarının gerekse fiziki imkânların geliştirilmesini talep etmek ayrı bir şey; açılan birçok üniversitenin kapatılmasını istemek ayrı bir şeydir. İlk talebin gerçekleşmesi ikincinin gerçekleşmesine bağlı değil. Kontenjanlar gibi teknik konularda yapılacak çalışmalar ve özellikle toplumdaki üniversite algısının doğru mecrasına oturması bunu sağlayabilir. O halde herkes "Üniversite bizim neyimiz olur" sorusunu sorup bu soruya üniversite mantalitesine uygun cevaplar verdiğimiz zaman sorunun çözümü noktasında yol almaya başlayabiliriz.