Ütopyadan distopyaya Avrupa'nın geleceği

Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
22.10.2022

Avrupa'nın geleceği, göç sorununun dışlayıcı değil kuşatıcı şekilde yönetilmesine bağlı. Bunun için öncelikle Avrupa'nın kendisini dünyanın geri kalanından daha üstün görmekten vazgeçmesi gerekiyor. Borrell tarafından Zikredilen "bahçe" ve "orman" metaforu, bu geleneksel politikadan vazgeçileceği yönünde iyi işaretler vermiyor.


Ütopyadan distopyaya Avrupa'nın geleceği

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa, bir dizi korkuyla eşzamanlı olarak mücadele etmek sorunda kaldı. İlk olarak hem ekonomileri hem de şehirleri harabeye dönen Avrupa ülkeleri ABD'nin hegemonyasına girmekten çekindiler. Bunun yanı sıra tüm kıtayı felakete götüren nasyonal sosyalist ve faşist rejimler Avrupa ülkelerinin korkusunun bir diğer parçası oldu.

Faşizm hayaletinin hortlamaması için çoğulculuğu ve özgürlüğü merkeze alan bir söylem benimsendi. Aynı kavramlara Sovyetler Birliği'nin öncülüğündeki komünist blokun kıta üzerindeki etkisinin kırılması için de başvuruldu. Avrupa, kültürel çoğulculuğu komünist rejim karşısında kendi üstün yönü olarak kullandı. Söz konusu korku hiyerarşisinde, büyük çoğunluğu sanayi sektöründe çalışmak üzere doğrudan ülkenin kendisi tarafından davet edilen göçmenler ağırlıklı bir yer işgal etmiyordu. Tam tersine göçmen işçilerin katkısıyla hızlı bir ekonomik büyüme sağlandı. Bunun yanında Avrupa, kendisini adeta çoğulculuğun teminatı olarak gösterdi. Soğuk Savaşın sona ermesi, Avrupa'nın yeni bir gelecek tahayyülüyle yola çıkmasını beraberinde getirdi.

Yeni gelecek vaadi

21. yüzyılın ilk yılları, Avrupa kıtası için yeni bir gelecek vaat ediyordu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan Avrupa Birliği (AB) projesi, eski kıtanın ortak bir çatı altında birleşmesi düşüncesini içeriyordu. İleride sınırların tamamen anlamını kaybedeceği ve tek bir Avrupa'ya gidileceği düşüncesi giderek daha çok dile getiriliyordu. Ticari işbirliğiyle başlayan sürecin ülkeler arasındaki fiziki sınırların anlamını yitirmesiyle devam edeceği düşünülüyordu. Hatta ortak bir anayasa ve müşterek ordu gibi devlete has özelliklerin hayata geçirilmesi vasıtasıyla Avrupalı devletlerin tam anlamıyla entegre olacakları söyleniyordu. Bu süreçte, Hıristiyanlık temelli ortak bir kültürle seküler evrensel ilkeler arasındaki gerilimin bile anlamını kaybedeceği beklentisi hâkimdi. Dolayısıyla farklı toplumsal kesimlerin barış içinde bir arada yaşayacağı tek Avrupa ütopyası vardı.

Başlangıçtaki bu havaya rağmen kısa süre içinde Avrupa Birliği projesiyle ilgili iyimser beklentiler giderek azalmaya başladı. Üye devletler, özellikle uluslararası sorunlar karşısında kendi millî çıkarları doğrultusunda hareket ettiler. Orta Doğu başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde yaşanan halk hareketleri ve iç savaşlar AB üyelerinin kendi çıkarları doğrultusunda farklı pozisyonlar almalarıyla sonuçlandı. ABD'nin dünya üzerindeki hegemonya arayışı da AB'nin birlikte hareket etmesini sağlayamadı. Bu durum AB'nin geleceğine ilişkin umutların azalmasını beraberinde getirdi. En son Covid-19 pandemisinde Avrupa'nın içe kapanma krizi iyice görünür hâle geldi. Henüz çok kısa süre önce tam entegrasyon hedefiyle yola çıkan ülkeler, sınırlarını birbirlerine kapattılar, temel ihtiyaç maddelerinin ihracatını kısıtladılar. İngiltere'nin AB'den ayrılma kararıyla birlikte projenin kendisi iyice sorgulanır hâle geldi. Artık hiç kimse sınır geçişlerindeki veya ticarette sağladığı kolaylıklar dışında AB'nin geleceğine ilişkin eskisi kadar ümitvar değil.

Bundan daha önemli sorun ise Avrupa'da giderek yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı. Yakın geçmişe kadar marjinal olarak görülen akımlar, her geçen gün daha fazla şekilde ana akım siyasetin merkezine yerleşiyor. Öyle ki bu dil artık, aşırı sağ hareketlere ait olmaktan çıkıp tüm siyasî eğilimler tarafından giderek normalleştiriliyor. Bir taraftan, faşist rejimlerin bakiyesi radikal hareketler siyasetin esas unsurları haline gelirken diğer taraftan bu alandaki boşluğu fark eden tüm siyasetçiler aynı yöne savruluyor. Üstelik bu sert yaklaşım dalgalar hâlinde yayılıyor ve her seferinde daha da ileriye taşınıyor. Yabancı düşmanı söylemin karşılık bulması, daha fazla politikacının aynı istikamette ilerlemesi sonucunu doğuruyor.

Yön değiştiren korkular

Söz konusu yaklaşımın örneklerinden biriyle geçtiğimiz hafta karşılaşıldı. Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, yaptığı bir konuşmada Avrupa'yı yoğun emeklerle özenle düzenlenen bir bahçeye, dünyanın geri kalanını ise ormana benzetti. Burada bahçenin insan ürünü medeniyeti, ormanın ise kendiliğinden gelişen, ıslah edilmemiş vahşi hayatı temsil ettiği anlaşılıyordu. Borrell, bu ifadeyi Avrupa'nın dünyanın geri kalanına karşı sorumluluğunu hatırlatmak için kullandığını savundu. Ancak oldukça üst perdeden söylendiği görülen bu sözlerin ırkçı ve dışlayıcı olduğuna yönelik ciddi eleştiriler yükseldi. Gerçekten de Borrell'in Avrupalı ülkeleri bahçelerinin orman tarafından istila edilmemesi için dünyanın geri kalanıyla daha çok ilgilenmeye çağırması aslında bir yaklaşımın açık şekilde dışa vurumu. Öteden beri dünyayı uygar ve barbar şeklinde ikiye ayrılan geleneksel bakış açısı, bu sözlerle bir bakıma güncel bir yorumunu buluyor. Ancak bunun ötesine geçen bir sorun olduğu hemen anlaşılıyor. Söz konusu yaklaşım Avrupa'nın geleceğine ilişkin ciddi bir korkudan da besleniyor. Geçmişten itibaren dünyanın geri kalanı üzerinde bir üstünlük kurma amacıyla hareket eden Avrupa, kalenin içten fethedilmesi korkusunu açıktan yaşıyor. Barış içinde yaşanan Avrupa ütopyası gitgide korkuların şekillendirdiği bir distopyaya dönüşüyor.

Avrupa'nın korkularını besleyen belirli sorunların bulunduğu açık. Göçmen krizi, bu sürecin en önemli parçalarından biri. Avrupalı ülkelerin hem geçmişte hem de bugün göçmen işçilerin sağladığı ucuz işgücüne ihtiyaç duydukları biliniyor. Yaşlanan Avrupa nüfusu göz önünde bulundurulduğunda yaşanan göç dalgası bir dinamizm de doğuruyor. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa ekonomisinin yeniden inşasında göçmen işçiler önemli bir rol oynadılar. Aslında kayıt dışı istihdam da dahil olmak üzere pek çok sektörde göçmen işçiler hâlâ lokomotif rolü oynuyor. Ancak Avrupa'nın yabancılar için biçtiği rol bunun çok da ötesine geçmiyor. Göçmen işçilerin kamusal görünürlüğünün artmasıyla birlikte kendilerinden rahatsızlık duyulmaya başlandı. Bu rahatsızlığın dışavurumu, yabancı düşmanlığının siyasî alanda daha güçlü şekilde seslendirilmesi yönünde gerçekleşti. Ekonomi ya da güvenlikle ilgili sorunlar arttıkça bunların sorumluluğu göçmenlere havale edildi.

Diğer taraftan son dönemde yaşanan sorunlar da geleceğe yönelik kaygıları pekiştiren bir yön taşıyor. Ukrayna-Rusya Savaşı, Avrupa'yı belki tahmin edilenden çok daha fazla ve yoğun şekilde etkiledi. Yaklaşan kışın da etkisiyle enerji sorunu gündemin ilk sırasına yerleşiyor. Avrupa ülkelerinin Rusya ile gerilen ilişkileri doğalgaza erişim açısından ciddi bir sorun yaşamalarını gündeme getirdi. Putin de Ukrayna meselesinde ülkesinin karşısına dikilen blokun gücünü enerji kozuyla dağıtmaya çalışıyor. Avrupa'nın Rusya açısından asıl kaygısı, Rus yayılmacılığının yalnızca Ukrayna'yla sınırlı kalmaması ve giderek Avrupa kıtasına doğru genişlemesi. Nitekim İsveç ve Finlandiya'nın apar topar NATO üyeliğine alınmaya çalışılması bu korkunun gündelik hayata yansıması durumunda. Ancak yaşanan enerji krizinin derinleşme ihtimali, izlenen politikaların ikircikli bir görünüm sergilemesine ve net bir istikamete yönelmemesine neden oluyor. Bu yaklaşım, izlenen politikaların güvenirliğini zedeliyor. Rusya tehdidine karşı NATO'nun genişlemesi sürecinde Türkiye'nin de etkisiyle frene basılması bu çelişkili yaklaşımın örneği olarak görülebilir.

Popülist siyaset

Tüm bu sorunlar, Avrupa'nın genelinde popülist siyasetin güçlenmesi sonucunu doğuruyor. Geçmişte İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan iklimin de etkisiyle mesafeli bir tavır sergilenen aşırı sağ hareketler, siyasî zeminde kendilerine önemli bir yer buluyorlar. Bu hareketlerin söylemlerinin merkezinde Müslümanlar başta olmak üzere yabancıların olması da tesadüf değil. Bu bakımdan, ABD'nin 11 Eylül sonrası Müslümanları başlıca tehdit odağı olarak gören yaklaşımının Avrupa ülkelerine de yayıldığı görülüyor. Ancak çok sayıda Müslüman yaşayan ve aynı paralelde göç alan Avrupa için bu tehdidin gündelik hayattaki karşılığı çok daha güçlü. Daha açık bir ifadeyle, son dönemde, Avrupa'nın kültürel kodlarındaki ırkçı damar yeniden kendisini hatırlattı. Geçmişte farklı etnik veya dinî yaklaşımlara yönelen ırkçı söylemin merkezinde bu kez Müslümanlar başta olmak üzere göçmenler bulunuyor.

Gerçekçi çözüm

Popülizmin yaşanan sorunlara gerçekçi çözüm önerileri getirilmesini engellediği söylenebilir. Yaşanan sorunlarla ilgili her türlü sorumluluğun doğrudan göçmenlere havale edilmesi gerçeklerle yüzleşilmesini engelliyor. Avrupa'nın geleceği, göç sorununun dışlayıcı değil kuşatıcı şekilde yönetilmesine bağlı. Bunun için öncelikle Avrupa'nın kendisini dünyanın geri kalanından daha üstün görmekten vazgeçmesi gerekiyor. Geçmişten itibaren Avrupalı devletlerin öncelikli çabası, dünyanın geri kalanını kendileri için daha kolay şekilde yönetebilmek oldu. Bu amaçla, dünyanın farklı yerlerini düzenli şekilde istikrarsızlaştırma politikası yaşandı. Zikredilen "bahçe" ve "orman" metaforu, bu geleneksel politikadan vazgeçileceği yönünde iyi işaretler vermiyor. Buradan da anlaşıldığı gibi, dünyanın geri kalanının Avrupa ve ABD'den kendi geleceklerinin restorasyonu için katkı beklemeleri hiç de gerçekçi değil. Bundan dolayı, Batı dışında kalan devletlerin ortak sorunlarını çözmek için birlikte inisiyatif geliştirmeleri önem taşıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "dünya beş'ten büyüktür" mottosuyla özetlediği yaklaşımın bu yöndeki çabalara ilham verdiği söylenebilir. Söz konusu girişimlerin uluslararası alandaki karşılığının artması, çok sayıda ülkenin hegemonya sürecinden bağımsız politikalar üretmelerini sağlayacak. Aksi durum ise bu coğrafyalardan vazgeçme niyeti olmadığını her fırsatta gösteren Batılı devletlerin geçmişten itibaren süregelen pozisyonunu güçlendirmekten başka işe yaramayacak.

@heberis