Uydurduysam ‘ben’ uydurdum

Ahmet Demirhan - Yazar
20.07.2013

Genel olarak ‘hayat tarzı’, ister dini isterse seküler olsun, dolayımsız bir ‘temsil’ iddiasında bulunur. Dolayısıyla siyaset diline çevrilemez. ‘Mahalle baskısı’, ‘postmodern otoriterlik’, ‘görünür olma’ gibi varyantlarıyla ‘hayat tarzı’, bu nedenle aslında ‘totaliter’dir ve toplumun geri kalanına ‘liberal’ bir ‘müdahalecilik’ talep eder.


Uydurduysam ‘ben’ uydurdum

Kemalo-İslamistler’, ‘neo-AK Partililer’, ‘neo-muhafazakar demokratlar’, ‘nurjuvazi’, ‘Mevlevice sosyoloji’, biraz eski olmasına rağmen ‘postmodern otoriterlik’ (sonra ‘seküler otoritercilik’ versiyonu da çıktı), ‘sandıkçılık’, ‘haysiyet ayaklanması’, (‘alkol yasağı’ olarak kayda geçirilen ‘alkol düzenlemesi’nden mülhem, ne ifade ettiğini yazarının da açıklamaktan kaçındığı) ‘öpüşme yasağı’; bunlar, son zamanlarda, belki biraz daha kazı yapılsa neredeyse sayfanın yarısını doldurabilecek mebzuliyette karşımıza çıkacak ‘uyduru-kavramcık’lardan aklıma gelenler (‘uyduru-kavramcık’ ifadesini açmaya bile gerek duymuyorum, mazaallah ‘kavram’sallaşabilir endişesiyle). Ne iletir bize bu ifadeler ve bu ifadelerin yer aldığı yazılar? Yargımı baştan söyleyeyim: aslında hiçbir şey. Hiçbir şey iletmezler, çünkü muhatabından tam bir kabullenme beklerler. Muhatabının bırakınız itiraz etme ihtimalini, müzakere ihtimalini bile baştan reddeden bir hüviyetleri var. 

Öyleyse neden neredeyse önemli bir kısmı Türkiye’deki önemli üniversitelerin sosyal bilimler alanlarında ders veren öğretim üyelerinden oluşan ‘köşe yazarları’ bu tür kavramlara başvurma gereği duyar? İletecekleri bir şey yoksa, ne anlatmaya çalışır bu ifadeler? Bu sorulara, eğer ‘sosyal bilimler mantığı’ dahilinde kalacaksak, bir cevap aramaya kalkışmak bile, en başından itibaren, abesle iştigal aslında. Bu ifadelere başvuranların akademik kimliklerini bir kenara bırakıp yazdıklarını bir gazete köşesinde şahsi fikirlerini serdeden muharrirler olarak bakar isek, “şahsi fikir” denilen şeyin boyutlarını incelememiz gerekir ki bir boyutuyla, cevabını asıl aramamız gereken yer de burası. 

Dil denilen vasat...

Bize şahsi bir tecrübeden damıtılmış, inceliklerle yüklü, okuyunca insanı bir yerlere çağıran, yazanın ufkunu ve fikir dünyasını yakalamamız için yaşadıkları tecrübenin izlerini kendi dünyamızda aramamız gereken yazılar değil bir defa bunlar. Yani, ‘şahsi fikir’ olarak serdedilseler dahi, hiç de ‘şahsi’ değiller. Ortak bir siyasal, toplumsal veya kültürel alana dair hayli ‘nesnel’ yargılar taşıyan bir dille yazıldıkları izlenimi oluşturduklarından, yazana da okuyana da belirli bir mesafe oluşturdukları için, ne vururlarsa vursunlar karavanaya vurmuş olacakları bir his bırakırlar geride. İşin ‘şahsi’ kısmından beklenen zaten bu: okuyanın zaten hazır ‘şahsi’ algısına yaslanmaları. İşin ‘fikir” kısmından beklenen ise, karavana kısmı: günlük tüketimde elde edilebilecek azami kar (yani, olabildiğince ‘şahsi fikir’ tüketimine ulaşmayı hedeflemeleri).

Öte yandan, tam da bu nedenle, ‘şahsi fikir’in ‘fikir’ kısmında insanı bocalatırlar bu ‘uyduru-kavramcık’lar. Aslında bu tür ifadeler, yazanı dahi işin ‘şahsi’ boyutundan alıkoydukları için, ‘mucit’lerini de muhatap alamayacak kadar belirsiz bir atmosferde tutmaya hizmet eder. İtiraz etmeye, eleştirmeye, hatta bu ifadelerin sahihliği üzerinde yazanı müzakere etmeye çağırdığınızda, ya derin bir sükutla karşılaşırsınız bu nedenle ya da sorduğunuz sorulara alakasız cevaplar almaya, hatta bu kez yazanın ‘şahsi’ dünyasından gelen, çoğunlukla muarız, ama zekanızla alay edercesine basit ‘ironik’ takılmalarla karşılaşırsınız. ‘Dil’ denilen ‘vasat’ın, sizi bu ifadelerin güzide ‘mucitler’ini ortak bir noktada buluşturmaya yetmediğini farkedip böyle ifadeleri boşluğa terketmeye mecbur kalırsınız. Zaten onlar, mucitleri tarafından da boşluğa bırakıldıkları için, bu durum pek fazla sorun da yaratmaz; tüketilebilmeye hazır oldukları sürece elbette.

‘Uyduru-kavramlar’

Ancak bu boşluk, ‘uyduru-kavramlar’ın ‘kavramsal’ içeriksizlikleriyle alakalı da bir boşluk. Yoksa böyle içeriksiz ve abes ifadelerin yer aldığı köşeler, elbette, bir hizmet görür ki bu işin ikinci boyutu. Sadece, yazılanların içeriksizliği ile görülen hizmet arasındaki deruni bir boşlukta seyrederek yapılan bir hizmet bu. Öncelikle, bu tür yazıların her birisi, içeriği boş ve kimi zaman da abes ifadeleriyle üretilmiş olan tam da bu boşluğa yaslanarak hizmet eder aslında. Hizmet edilen yer ile okuyucu olarak muhataplar arasında oluşturulan boşluk, bir muhafaza alanı oluşturur ve yazanı, dokunulmaz kılar. Böylece, ‘uyduru-kavram’larla yapılan karavana atışın tersine, bu tür köşelerde var olan yazıların istediği hedefi istediği şekilde vurmaya namzet (çoğunlukla da acımasız) bir nişancısıyla karşı karşıya kalıveririz. 

Öte yandan, ‘neo-AK Partililer’, ‘neo-muhafazakar demokratlar’, ‘nurjuvazi’, ‘Mevlevice sosyoloji’ gibileri bir yana, bazılarının zaten literatürde bir yeri olduğunu, bu halleriyle bir olgunun bütününü olmasa da belirli bir veçhesini aydınlatmaya çalıştığını görebiliriz. ‘Kemalo-İslamistler’ bunun bir numunesi ve örneğin ifadeye Amit Bein’in Ottoman Ulema, Turkish Republic adlı kitabında karşılaşırız. İfade burada, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş esnasında Cumhuriyetçi yapılanmanın bazı yönlerine katkı sunan ve meşrulaştıran Osmanlı ulemasından bazı isimleri işaret edecek şekilde kullanılır. Ömer Hakan Özalp’ın üzerinde bir araştırma yayınladığı Mehmet Ubeydullah Efendi, bunlardan birisidir mesela ve zaten Amit Bein de, Özalp’ın çalışmasını kaynak göstererek tabiri kullanır.

Oysa sözünü ettiğimiz ‘uyduru-kavram’cıklar arasında sayılan ‘Kemalo-İslamistler’in bize Weberci anlamda bir ‘ideal tip’ olduğu ve ‘hipotetik bir inşa’ işlevi gördüğü söylenir. Yine de ‘Kemalo-İslamistler’, Ak Parti içindeki “bazı üyeler’den oluşmaktadır ve bunlar, istemeyerek de olsa Kemalistlerden öğrendikleriyle hareket etmektedirler; somut şahsiyetlerdir ‘bazı üyeler’ oldukları için yani, ama (nasıl oluyorsa) Weberci ‘ideal tip’ olarak! Bunun sosyal bilimler mantığı içinde nasıl olabileceğini diyelim ki problem addetmedik; ancak tabiri kullananın oldukça ‘melez’ ve ‘seçmeci’ bir yaklaşım içinde olduğu problemiyle nasıl baş edeceğiz? Hadi bunu da mesele etmedik ve zaten meselemiz de bu değil diyelim, tabiri kendisinin ‘icat ettiği’ni söylemesini nereye yerleştireceğiz? Elbette burada söz konusu ettiğimiz Today’s Zaman’ın ‘akademisyen’-köşe yazarı İhsan Yılmaz’ın, Bein’in veya Özalp’ın çalışmasını görmemiş olma ihtimali mevcut. Ama, görmemesi bir yana, zaten var olan böyle bir tabiri kendisinin icat ettiğini ifade etmesi, bir ‘akademisyen’ için hiç de kolay kabul edilebilecek bir husus değil.

Yine de şu söylenmeli: İster kendinden önceki çalışmaları görsün isterse de görmesin, kullandığı tabir (kendisinin de ifade ettiği üzere) ‘uyduruk’ ve en kaba ifadeyle, koskoca bir Cumhuriyet tarihinin yükünü iktidarda olan bir partiye yükleme gibi bir işleve de sahip (ve diğer hususlar yanında bu anlamıyla da tabiri, söylediği gibi, hiç de ‘ideal tipik’ değil veya ‘ideal tipik’se de, en azından, adına konuştuğu hareketle birlikte koskoca bir toplum için ‘ideal tipik’).

Bir boyutuyla ‘uyduru-kavramcık’lara sahip olmasıyla ve diğer boyutuyla da bu tabirleri de içeren bütünlükleriyle, bu tür içeriksiz ve abes (ya da literatürün kafasını-gözünü yaran) ifadelere başvuran yazıların bir yönünü daha işaret etmek gerek. O da, temsil ettiği ‘yer’e bir ayrıcalık talebinde bulunması ve bu talebi olabildiğince savunması. Yavuz Baydar’ın özellikle İngilizce yazılarında yer verdiği ‘öpüşme yasağı’ (“kissing ban”) uydurusu, aslında, ‘hayat tarzı’na müdahale iddialarından beslenir. Oysa  ‘hayat tarzı’, belirli bir şekilde yaşama tercihini, son zamanlarda yine yaygın olarak kullanılmaya başlanan bir ifadeyle ‘endişeliler’le sınırlandıran; bunlar haricinde başkasının sahip olamayacağı garip bir imtiyaz iddiasını işaret eder. Herkes ona sahip olamaz; sahip olanlar da onu yedirtmez! 

Liberal müdahalecilik

Ancak, genel olarak ‘hayat tarzı’, ister dini isterse seküler olsun, dolayımsız bir ‘temsil’ iddiasında bulunur. Dolayısıyla siyaset diline çevrilemez; ‘mahalle baskısı’, ‘postmodern otoriterlik’, ‘görünür olma’ gibi varyantlarıyla ‘hayat tarzı’, bu nedenle aslında ‘totaliter’dir ve toplumun geri kalanına ‘liberal’ bir ‘müdahalecilik’ talep eder. Kısacası, ‘öpüşme yasağı’ da bir ‘boşluk’ üzerinden işlev sahibidir; ancak hedefe yönelme rotası, İngizlice ifade edilmesinden dolayı, ‘dışarı’dan (uluslararası arenadan) ‘içeri’ye doğru bir çizgi çizer ve temsil mekanizmalarına girmeden, doğrudan hayata bodoslama dalar.

Son olarak, hiçbir şey iletmedikleri ifade edilen ‘uyduru-kavramcık’lar ile, kendi boyutlarıyla ve içinde yer aldıkları yazılarının bütüncül boyutlarıyla birlikte, onlardan çıkarılan anlamlar arasındaki çelişkinin de izaha muhtaç bir tarafı var. Evet, bu uydurmalar hiçbir şey iletmezler; çünkü ortak bir ‘sembolik’ düzen (en basitinden ortak bir ‘dil’ -yani, bildiğimiz Türkçe- vasatı) üzerinden kendisini farklılaştıran bir zemine yaslanırlar ve o zemini kapatırlar. Ancak onların bu iletilemezliklerinden dahi anlamlar çıkarmak mümkün; çünkü tam da o yaslandığı zemini, başkalarına (ya da ‘ötekileştirme’ şeklinde başka bir ‘uyduru-kavramcık’ yerine, literatürdeki ismiyle ‘öteki’ne) karşı tahkim etme gibi bir hizmet görürler; yani, onlar hakkında en çok ‘başka’sının konuşmaya hakkı vardır; hem de, “uydurduysam ‘ben’  uydurdum”daki o ‘ben’in yapısını sökmek için, burada yapılan bir kaç değiniden çok daha geniş bir analizi de hakedecek şekilde. 

[email protected]