Uzaktan eğitim, dijital kültür ve dikizleme çağı

Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
8.05.2020

Övülen şey en üstün bilgi formu olarak yıllarını okumaya ve çalışmaya vermiş tecrübe sahibi bir yol göstericinin, bir ustanın, bir alimin aktardığı bilgi değil, renksiz, kokusuz, duygusuz, kuru dijital bilgi. Sözlü kültürün olmadığı yerde, bir grupla sosyal etkileşimin değil, makineyle ilişkiye girmenin en yüksek değer sayılışı. Teknolojik övgünün ileri boyutunda öğretmenin yerini yapay zeka alabilir.


Uzaktan eğitim, dijital kültür ve dikizleme çağı

Koronavirüs hayatımızın pek çok alanını etkiledi. Salgının yayılmasında risk arz eden işletmelerin kapanması, sokağa çıkma yasaklarının zaman zaman uygulanması, 65 yaş ve üstü yaşlıların ve 20 yaş altı gençlerin evden çıkma yasağı, ilk, orta ve yükseköğretimde okulların kapanışı hayatımızda daha önce olmayan bazı uygulamaları beraberinde getirdi. Zorunlu olarak uzaktan eğitim uygulamaları şimdilik en iyi çözüm olarak görüldü. Milli Eğitim Bakanlığı gerekli hazırlıkları yaparak öğrencilere uygun programlar hazırlarken üniversiteler de alt yapılarına en uygun yöntemi benimseyerek uzaktan eğitime geçtiler. Bu yöntemlerden bazıları, ders materyallerini sisteme yükleme, video çekimi ve paylaşımı, sanal ders odaları gibi uygulamalar. Daha çok teorik dersler için yeterli görülen bu uygulamalar (aslında felsefi düzlemde teori de bir uygulamadır, yani teori de bir pratiktir ve bu ayrım pozitivist ve saçma sapan bir ayrımdır) uygulamalı dersler için geçerli olmadı ve o dersler ertelendi. Bu, zorunlu bir süreç ve sayın Milli Eğitim Bakanımız bu türden bir eğitimin hiçbir şekilde gerçek eğitimin yerini tutamayacağını eminim çok iyi biliyordur. Zaten kendisi de bunu ifade etti. Garip ve komik olan şey ise bu süreçte koca koca üniversite hocalarının uzaktan eğitimi öve öve bitirememeleri. Hatta bunların bazıları hızlıca, artık koronavirüsten sonra dünyada yeni bir döneme girildiği, eğitimin dijitalleştiği ve küreselleştiği, okul ortamının çok da gerekli olmadığı, dijital dünya vasıtasıyla dünyanın her yerindeki derslere kolay erişimin mümkün olabileceği, dünyanın küresel bir köye dönüştüğü türündeki değerlendirmelere geçtiler.

Bir üniversite hocasının tam da kendi varoluşunu dinamitleyen, kariyerine yavaş yavaş son veren teknolojik bir gelişmeyi göklere çıkarması oldukça ilginç. Teknolojisever hocaların okulu ortaya çıkaran şeyin matbaa olduğundan ve basılı yayınlar var olduğu sürece okulun ayakta kalacağından bir haber olmaları oldukça düşündürücü. Dijital kültürün yaygınlaşmasını coşkuyla karşılamanın neticesi, öğretmene artık ihtiyacın kalmayacak olmasıdır. Bunun farkında olmamaları garip. Yani kendilerine artık ihtiyaç olmayacak. Teknolojik övgünün ileri boyutunda öğretmenin yerini yapay zeka da alabilir.

Demokrasi miti

Bu derinlemesine düşünmeyen kafanın arka planında yatan mit, “demokrasi miti”dir. Demokrasinin eşitlik kültürüne inanan bu teknolojiperestler, teknolojik değişimi coşkuyla karşılarlar çünkü teknolojik gelişmelerin faydalarının bütün topluma, hatta dünyadaki tüm toplumlara eşit olarak yayılacağına inanırlar. Halbuki burada her yerde olduğu gibi kazananlar ve kaybedenler vardır. Öğretmenler, öğretmenin otoritesi, üniversite hocalığı ve akademik unvanlar, akademik üretim kaybedecek olanlardır. “Thamus’un, Gutenberg’e şu şekilde hitap ettiğini tahayyül edebiliriz: ‘Mucitlerin üstadı, Gutenberg! Bir şeyin mucidi, icadının onu uygulayanlara zarar mı yoksa yarar mı sağlayacağına karar verecek en iyi hakem değildir. Aynen öyle de matbaanın babası olan sen, evladından Papalığın gayesine hizmet etmesini bekliyorsun, oysaki matbaa inananlar arasına ayrılık tohumu ekecek ve senin aziz kilisenin otantikliğine ve tekeline son verecek’ (İnanmıyorsanız açın okuyun: PostmanNeil, Teknopoli: Yeni Dünya Düzeni, Paradigma Yayınları, 2006) Gerçekten de matbaa nifak tohumlarını ekti ve Batı’daki Hıristiyan birliği parçalandı. Din savaşları, ardından ideolojik savaşlar milyonlarca insanın hayatına mal oldu.

Kuru bilgi

Buraya kadar madalyonun bir yüzünü gördük, madalyonun diğer yüzü ise hocalarımız tarafından, dijital kültür vasıtasıyla hakiki olmayan bir bilgeliğin aktarılışının bu kadar övülüşüdür. Övülen şey en üstün bilgi formu olarak yıllarını okumaya ve çalışmaya vermiş tecrübe sahibi bir yol göstericinin, bir ustanın, bir alimin aktardığı bilgi değil, renksiz, kokusuz, duygusuz, kuru dijital bilgi. Sözlü kültürün olmadığı yerde, bir grupla sosyal etkileşimin değil, makineyle ilişkiye girmenin en yüksek değer sayılışı. Klasik eğitimde, yol gösterici bir öğretmen yalnızca aktarıcı olmadığı gibi okullar da yalnızca kuru bilginin aktarıldığı ortamlar değildir. Söz gelimi üniversite, canlı kampüs yaşamıyla öğrencinin yalnızca eğitim ihtiyacını değil, sosyal ihtiyaçlarını, kişilik gelişimini, diğer insanlarla birlikte bir şeyler yapabilme kabiliyetini, sosyal sorumluluğunu, yaratıcılığını da geliştirir. Okulda yıllar boyunca edinilen dünya görüşü bir bilgisayar karşısında izolasyonla kolayca edinilemez.

Zihni koruyabilmek

Uzaktan eğitime geçmiş olan üniversitemde ders materyallerini öğrencilerin ulaşması için sisteme yükledim fakat bu beni tatmin etmedi çünkü bir sosyoloji hocası olarak benim derslerimin büyük bir kısmı meselenin özü anlatıldıktan hemen sonra karşılıklı tartışma ve müzakereye dayanır. Sorular sorarak öğrencide merak ve ilgi uyandırmaya çalışırım. Onlar cevaplar verirler ve cevaplarını dersin ilerleyen dakikalarında hep birlikte test ederiz. Amaçlanan şey, dersten çıktığında öğrencinin bilgi diye kabul ettiği genel geçer şeylerin kanılardan hatta sanılardan ibaret olduğunu göstermektir. Bunu yaparken öğrencimle göz iletişimi kurar, canlı bir ses tonu kullanmaya özen gösteririm. Bu dersler bilgisayar kamerasının karşısında üç saatlik bir dersi doldurmak için art arda cümleler kurmaya ya da dersi bir kağıttan okumaya benzemez. Derse her girişimde heyecan duyar bazen coşarak anlatır bazen de bilinçli bir provokasyona girişirim. Bazen edebiyattan, bazen şiirden bazen de bir filmden söz ederiz. Derslerimden birinde “yürümek” hakkında heyecanlı bir konuşma yaptığımı hatırlıyorum; “yol” mefhumunun sadece patikaları ve otobanları işaret etmediğini, “yol” mefhumunun başka anlamları da olabileceğini –hayattaki uzun yolumuz, bizim hikayemiz yani bizim yolumuz, dünyayı anlamanın yolları, mistik ya da ruhani yolumuz, yoldan dönüş, “Bütün dönüşler yuvayadır” diyen Novalis vs.– anlattığım dersler oldu. Sosyolojik ve felsefi meseleler yani toplumla, insanla, düşünceyle ilişkili meseleler başka nasıl anlatılabilir ki? Power Point ile mi? İnternet, dijital kültür bu derslerin ne canlı coşkusunu ne de heyecanını yaşatabilir. Arada kamera olduğunda ne öğrencimin beni olduğum halimle görmesi mümkün ne de benim öğrencimi olduğu haliyle görmem.

Öğrencileri dijital kültüre mahkum etmek başka sorunları da beraberinde getirecektir. Obezite, hareketsizlik, bilgisayar hastalıkları, çeşitli dijital bağımlılıklar, asosyallik, akran şiddeti, aileden kopukluk ve iletişim kuramama vb. aklıma gelenlerden bazıları. (On beş yaşındaki yeğenim, hep birlikte dışarı çıktığımızda bir an önce eve dönüp bilgisayarın başına geçmek istediği için bizim kadar eğlenmiyor) Zaten çok sayıda öğrenci hayata karışmak yerine bilgisayar ve akıllı telefonların çoktan kölesi olmuş durumda. Bir öğrencim kitap okuma konusunda sıkıntı yaşadığını odaklanamadığını söylerken, dakika başı telefonuna baktığını, Instagram, Facebook ve Twitter’ını kontrol etmeden duramadığını itiraf etmişti. (İtiraf etmeliyim aynı bataklıkta ben de gömülüyüm. Yazımı yazarken birkaç kere akıllı telefonuma baktım. İlk önce arkadaşlarımla irtibata geçmek için sadece Facebook’um vardı, sonrasında bundan önceki gazetenin editörünün ısrarı üzerine Twitter’da bir hesap da açmak zorunda kaldım ve öğrencilerimin sürekli dile getirmesi nedeniyle Instagram’a da bulaşmış durumdayım. Neyse ki yılların alışkanlığı kitap okumam konusunda taviz vermemeye devam ediyor ve zihnimi koruyorum, en azından koruduğumu sanıyorum) Çağımız röntgenleme ve dikizleme çağı. Komşularımızı artık pencereden pek fazla dikizlemiyoruz. Çok katlı apartmanlarda aslında komşularımız pek umurumuzda da değil. Ama internetten kim varsa dikizliyoruz. Hepimiz dikizleme kültürünün bir parçasıyız (Bu konuda iyi bir inceleme tavsiye edebilirim: Niedzviecki Hal, Dikizleme Günlüğü, Ayrıntı Yayınları, 2010) İnternet, tehlikeli kişilerin eline geçtiğinde olağan üstü bir güç. Bastığımız her tuşun bir yerlerde kayıt altına alındığını düşünürsek internete yüklediğimiz her bilgi, belge, video ve fotoğrafın bir gün aleyhimize kullanılmayacağını kim bilebilir? Girdiğimiz her site, yaptığımız her alışveriş, Google aramalarımızın hepsi kayıt altında. Yüksek güvenlikli sitelerde yaşayıp, çelik kapıya on tane kilit takarak, etrafı güvenlik kameraları ve güvenlik görevlileriyle donatarak, çoluk çocuğumuzu güvende tutmak için her şeyi yapıyoruz fakat çocuklarımızın fotoğraflarını internete yükleyip pedofili saldırganlara ve sapıklara onları açık hale getiriyoruz. Sırlarımızı sosyal paylaşım sitelerinde paylaşıp şu anda şuradayız diye hırsızlar için bildirimlerde bulunuyoruz. Kredi kartlarımızla internet alışverişimizde banka bilgilerimizi paylaşıyoruz. Bu ne yaman çelişki? Hepimiz bir şey olmayacağını varsayarak yapıyoruz bütün bunları ama ya bir gün olursa?

Bin yıllık yasak

“Bin yıllık röntgencilik yasağını kaldırdık” diyor Hal. “Geleneksel kültürde bize casusluğun, gözünü dikip bakmanın, insanları gözetlemenin ayıp olduğu öğretilmişti” diye de ekliyor. Ancak internet kültürünün egemen olduğu bu çağda ayıp filan kalmadı. Fotoğraflarını ve videolarını sosyal hesaplarına yükleyenler dikizlenmek istiyorlar, onları izleyenler de dikizlemek. Dikizleyenlerle dikizlendiklerini bilenler bir bütün. Fark edilmek, yalnızlıktan kurtulmak, hayatın anlamını paylaşma, önemli hissetmek ve sanal da olsa bir sosyal sermayeye sahip olmak. Aslında hepsinin altında yatan şey toplu halde yaşamaya duyulan özlem. Ancak bu yaşamın bedelini ödemeye yanaşmadan, diğerleri tarafından kısıtlanmadan yaşamak istiyoruz. Bunları isterken dikkat edin hiç düşünemeyeceğiniz kadar büyük belaların da hedefi haline de gelebilirsiniz. İnternet kullanılarak dolandırılan, internet yüzünden depresyona girip intihar eden, boşanan, ailesi dağılan, hakkında bilgi toplandığı için işe giremeyen ya da internet paylaşımı nedeniyle işten atılan, bir de internette yaptığı abuk sabuk paylaşımlar nedeniyle linç edilen –ilginç şekilde bunların arasında Twitter’ı iç dökmek için kullanan üniversite hocaları da var- çok sayıda insan olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Hükümetlerin ve şirketlerin tuttukları kayıtlar ve özel hayatın gizliliğinin ihlali çok uzak değil. Dijital kolonoskopimizi çıkarmaları çok kolay. Dijital kültür totalitarizme kolayca davetiye çıkarabilir. Bilginizin saklandığını aleyhinize kullanılana kadar bilmiyorsunuz diyor Hal. Karşınızdaki parkta yaşayan birinin mahremiyeti bizden daha gizli, en azından internet kaydı yok diye de ekliyor. Fark edilmenin bedeli gerçekten bu kadar ağır olmamalıydı.

Bu yeni kültürün karşısında veya tarafında olmak diye bir şey yok. Zira içindeyiz. Elbette bu yazı tek taraflı kaleme alındı. İnternetin, dijital kültürün hayatımızı kolaylaştıran, iyi tarafları da var ama benim tahmin edersiniz ki yerim yok. Ve iyi ki yok. Buna da şükür!

[email protected]