Vaiz vaazını belirler

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi
2.05.2020

Elimizdeki bütün metinlerin doğruluk kriteri günümüzün egemen paradigmasıdır artık. Dinleri de kültürleri de yaşam biçimlerini de kendisine uydurmaya zorlayan bu “iktidar” her ne kadar özgürlükten bahsetse de bu asla doğru değildir. Onların sınırlarını çizdiği alanda kalarak özgürlükten bahsedebilirsiniz.


Vaiz vaazını belirler

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın, Ramazan ayının ilk Cumasındaki hutbede dile getirdiği “İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lutiliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti? Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir bunun hikmeti. Yılda yüz binlerce insan gayrimeşru ve nikahsız hayatın İslami literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu HİV virüsüne maruz kalıyor. Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim” sözlerini Ankara Barosu, “kan kokan cüret” olarak görüp “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” gerekçesi ile tepki gösterdi.

Bu ifadeler ve bu ifadelere gösterilen tepkilerin öncül önermelerine giderek konuyu netleştirmek gerekirse, Diyanet İşleri Başkanı, İslam dininin evrensel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’e referansta bulunarak apaçık olan bir buyruğu Müslümanlara hatırlatmıştır. Buna karşın günümüzün egemen seküler/modernist paradigmasına inananlar ise ona itiraz etmiş, “Bize karışamazsın” dememiş, bir adım daha öteye giderek “Sen böyle düşünemez ve inanamazsın çünkü bu yeryüzü bizimdir” demişlerdir.

Esasında burada bir kuruma, bir şahsa veya bir kitleye yapılan bir itirazdan ziyade, bir inanç sistemine, teşri makamına ve dolayısıyla da doğrudan Kuran-ı Kerim’e bir saldırı var. Ona tahammül edememek var. Ben senin kutsalına inanmıyorum ve sen de kendi kutsalına inanamazsın demenin bir başka ifadesidir o açıklamalar.

Dilemmadan kurtulmak

Bana sorarsanız Müslümanlar için konunun bu raddeye gelmiş olmasının asıl nedeni ise her gün envai çeşit aygıtla onları kendi doğrularına inanmaya çağıran bu “çağdaş tanrılara” hangi kriterler veya referanslar ile itiraz edebileceklerine henüz bir karar verememiş olmalarıdır.

Dini buyruklara referansta bulunarak mı kendimizi savunalım yoksa din dışı bir alandan hareketle kendi tezlerimizi kanıtlamaya çalışalım dilemmasından kurtulabilmiş değiliz. Ki zaten sayın Başkan da konuşmasında konuya daha ziyade “gündelik hayat için sağlayacağı fayda” temelinde yaklaşmakta ve bu açıdan “haram”ları hatırlatmaktadır. “Zina, hastalıkları beraberinde getirmektedir” ifadesi dahi bu konularda bir din görevlisinin bile zihninin nasıl kuşatıldığını göstermektedir. Zina tüm bağlamlarından bağımsız Allah’ın yasakladığı bir fiildir diyebilme özgürlüğünü belki de kendisinde göremiyordur.

Evrensel değerler

Malum olduğu üzere bugünün dünyasında cinsiyet politikalarını belirleyen esas bağlam, sözüm ona insan hakları ve özgürlüktür. Sözgelimi gay veya lezbiyen olan birisinin cinsel tercihini onun özgürlük alanı olarak görmek ve temelde de bir insan hakkı değeri olarak görmek gerektiği bir ön kabul olarak vardır. Herhangi bir birey, her ne kadar bu fikri paylaşmıyorsa da insan haklarına olan saygısından ve başkasının özgürlüğünün kutsallığına olan bağlılığından dolayı bu konulara ilişkin hiçbir rezerv gösterecek bir tutum sergileyemez.

Peki gerçekten de bu iki konu evrensel insan haklarının yaslandığı değerlerin şekillendirdiği bir çerçevenin içinde midirler? Ya da evrensel insan hakkı değerlerinin çizdiği çerçeve sahiden de bu mudur?

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki evrensel insan haklarından murad edilen şey, eğer zamandan, mekandan, kültürden ve toplumlardan bağımsız olarak üretilmiş olan temel insani değerler ise bugünkü cinsiyet politikalarının bundan 200 yıl önce var olan temel değerlerle ve normlarla hiçbir ortak paydası yoktur ve belki de 200 yıl sonrasıyla da hiçbir ilgisi olmayacaktır.

Bugünkü cinsiyet politikalarının temelini oluşturan ana fikrin evrensel olduğu iddiası gerçeğe değil, üretilmiş olan bir teoriye dayanmaktadır ve Diyanet İşleri Başkanı’na itirazın altında yatan ana fikir de buna dayanmaktadır. Ankara Barosu, insanların sahip oldukları inançların ve değerlerin ne olduğuna bakmaksızın herkesi eşcinsellik ve zina konusunda kendileri gibi düşünmeye icbar edecek bir tutumu sergilerken de cesaretini buradan alıyor.Bizi kendi doğrusuna sadece davet etmiyor aynı zamanda bize bir doğru dayatıyor. Dahası, az önce de değindiğim gibi bizim doğruluk referansımıza savaş açarak bunu yapıyor.

Mutlak hakikat ve doğruluk problemine girmeyeceğim ama şunu ifade etmek isterim ki burada bahse konu ettiğimiz her değere ayar verme yetkinliğinde kendisini gören paradigmanın asıl dayanağı bilimsel bilginin yöntemidir. Sadece P. Feyerabend’in çalışmalarına referansta bulunarak söylemek gerekirse, bilim ile büyü arasında, bir çoban ile bir gökbilimcinin gök cisimleri hakkında söylediklerinin doğruluk ve geçerliliği açısından hiçbir fark yoktur zira her ikisi de inanmaya dayanmaktadır. Çoban gözlerine, gökbilimci de teleskobuna iman etmektedir.

Her bir inanç ve ideoloji, sahip olduğu doğruluk iddiasını kendi içinde taşır diyen nihilistlerden tutun da anarşist bilgi kuramcılarına, yorumsamacılardan anlamacılara kadar pek çok düşünür ve entelektüel artık tek bir doğrunun insanlığa dayatılmasının en azından teknik olarak doğru olmadığını o kadar çok yüksek sesle dile getiriyorlar ki… Bu gerçek yine de bunca farklı iddiaların arasından kayıp gitmekte ve yine o “tek ses” egemenliğini sürdürmektedir.

İtiraz etme cesareti

Bu köşede yazdıklarımı takip eden kıymetli okurlar bileceklerdir, benim yaklaşık olarak 15-20 yıldan bu yana dile getirdiğim temel konulardan birisi de -ki bu benim doktora tezimin temel iddialarından da birisidir- günümüz dünyasında aydınlanma felsefesine yaslanan modern paradigmanın oluşturduğu bilincin anlamayı değil, egemen olmayı içeren bir hedefinin olduğunu ve bundan dolayı da var olan her bilgi türünü ve değerler manzumesini kontrol altına alma çabasında olduğudur. Bu bilinç aynı zamanda bir var olma meşruiyetine de dönüşmektedir. Hiç kimse, içeriğinde ne olduğu belli olmayan ama ambalajında bilimsel bilgi, hukuk, demokrasi ve insan hakları yazılı olan mevcut paradigmaya itiraz etme cesaretini gösteremiyor.

İnananları için bütün hakikatleri içinde barındırdığına inanılan bir dinin temel ilkelerine ayar verilmeye çalışılması da bu konuya işaret etmiyor mu?

Düşünün, bir din adamı laik modernistlerin korkusundan kendi inancının temel emirlerini ve yasaklarını cemaatine rahatçı vaaz edemiyor. Bir ilahiyatçı, egemen olan epistemik cemaatin korkusundan dinin temel ilkelerinden birisi olan cihat kavramını analiz edemiyor. İmamlar, Cuma hutbesinde feminist derneklerin linç korkusundan Hz. Peygamberin aile ilişkilerini ve tavsiyelerini rahatlıkla dile getiremiyorlar. Bu korkulara rağmen bahse konu alanlarda söz ifade edenlerin kulaklarında gaypten gelen o muktedir-meçhul ses yankılanıyor, “Bin 500 yıllık bu ilkel kuralları değiştirin, dininizi biraz revize edip zamana uydurun”.

Bundan yaklaşık olarak 15 yıl önce Dicle Üniversitesinde görev yaparken öğrencilerimle Mardin’deki Süryani Manastırı’nı ziyarete gitmiştik. Konumuz farklılıkların birlikteliğiydi ve ben öğrencilerime muhataplarımızın yaşanan pek çok tatsız olaydan çok etkilendiklerini, bir hayli azaldıklarını ve bir azınlık grup olmalarından dolayı da hassas bir ruh haline sahip olabilecekleri gerçeğini dikkate alarak mümkün olduğu kadar nezaketli davranılmasını rica ettim. Zaten bizi gezdiren görevli de benim bahsettiğim konuları biraz da abartarak detaylıca anlattı. Teknik gezi bittikten sonra mevzu, esas konu, esas meselemiz olan “Mardin’in çok kültürlü yapısı ve farklılıkların barış içinde birlikte yaşamasının sihirli formülü nedir?” sorusuna gelince adam biraz asabileşti. Biz Müslümanlarla çok iyi geçiniyoruz ama onlar bizimle iyi geçinmiyorlar. Bir öğrenci “Niçin?” diye sordu. O da Müslümanlar bizim kızlarımızla evleniyorlar ama bizim erkeklerimiz Müslümanların kızlarıyla evlenemiyorlar, bu çok büyük bir sorun teşkil etmektedir dedi.

Bilime olan bakışım

Bir diğer öğrenci konuya dahil olup ama bu Müslüman toplumun temel geleneğidir deyince de papaz “O zaman bin 500 yıl önce vazedilmiş olan bu kuralı değiştirin artık” deyiverdi. Ben de demiştim ki “Eğer eskidi diye bir kural değiştirme durumu söz konusu ise sanıyorum sizin elinizdeki metin bizim elimizdeki metinden çok daha eskidir.” O da bana demişti ki “Ama bizim ki bilime aykırı değildir.”

O gün bilime olan bakışım değişti. Kuş uçmaz, kervan geçmez dağ başında yapayalnız bir manastırda ve elindeki metinlerin tamamı mistik hikayeler içeren bir papaz bile kendisini bilimle savunmaktaydı... Elimizdeki bütün metinlerin doğruluk kriteri günümüzün egemen paradigmasıdır artık. Dinleri de kültürleri de yaşam biçimlerini de kendisine uydurmaya zorlayan bu “iktidar” her ne kadar özgürlükten bahsetse de bu asla doğru değildir. Onların sınırlarını çizdiği alanda kalarak özgürlükten bahsedebilirsiniz. Son tarihsel süreçte inançlara ve kültürlere karşı takınılan tavırların kronolojisine baktığımızda şunu görüyoruz: Geleneksel dönemde herkes inancını yaşar ve onun için ölürdü. Modernliğin başında “istediğine inan ve istediğini yaşa ama bir başkasına dayatmada bulunma” söylemi hakim oldu. Modernleşmenin derinleştiği dönemde yaygın olan bilinç, “inançlar esasında saçma sapan fikirlerdir bir an önce onlardan kurtulalım” halini aldı. Günümüzde cari olan söylemsel iktidar ise “inancın da kültürün de kuralını ben koyarım” buyruğuna dönüştü…

 

[email protected]