Varoluş imkanı olarak cemaatin önemi

Ali K. Metin / Şair-Yazar
18.08.2018

Cemaatlerin söylem ve pratiklerine dair eleştirilerimiz baki kalmak kaydıyla, ‘biz’, ‘siz’, ‘onlar’ tarzı ilkel ve gayri ahlaki ötekileştirmeler içinde olmadan, cemaatleşmeyi insanın en tabii kültürel, sosyal ve hatta siyasi ihtiyaçları arasında görüyor olmamız, medeni, çağdaş bir toplum olma yönündeki seviyemizin doğru bir işareti olacaktır.


Varoluş imkanı olarak cemaatin önemi

Tönnies’in sosyoloji tarihinde meşhur ve önemli yere sahip cemaat-cemiyet ayrımı, her ne kadar doğrudan modern toplum yapılarına dair bir tespiti içermiyorsa da, geldiğimiz toplumsal-siyasal süreç itibariyle bu ayrım artık bambaşka bir mahiyet kazanmış ve tarihsel anlamda geçerliliğini kaybetmiş gözüküyor. Tarihin uzak dönemleri içinde devletin bir güç merkezi olarak ortaya çıkmasıyla birlikte cemaat halindeki kümelerin cemiyet halinde organize olmaları zorunlu hale gelmiş, devlet bu evrimsel sürecin hem motoru hem de sonucu olmak üzere kendisini göstermiştir. Fakat söz konusu evrim hiç bir zaman cemaat yapılarının tümden tasfiye edilmesine yol açmış değildir. Bir bakıma devletin ve cemiyet ilişkilerinin/bütünleşmesinin güçlenmesi doğrultusunda son derece tedrici bir tarihi gelişmeden söz edilebilir: Ta ki, milliyetçilik ideolojisinin taşıyıcılığında ulus-devlet dönemine geçilene kadar.

Modernleşme sürecinin dinamikleri, toplum-devlet ilişkisini artık geleneğin kurum ve kurallarından azade kılmak üzere yeniden tesis etmeye başlamış, toplumsal mühendislik çalışması yeni dönemin siyasi bir zarureti haline gelmiştir. Ulus-devlet, toplumsal inşa sürecinin başat aktörü olarak bundan böyle belirleyici bir role sahip olmuştur. Durkheim, geleneksel toplumlarla modern toplumları mekanik-organik toplum ayrımıyla kategorize ederek buradaki evrilmeyi/dönüşümü tamamen toplumsal motiflerle çerçevelemeye çalışır. Oysa devletin aynı zamanda yükselen bir güç, bir tahakküm aracı olarak tespit edilmesi gerek sosyoloji gerekse siyaset felsefesi açısından mutlak bir önem taşır. Organik toplum realitesi bir taraftan rasyonel iradeyi dolayısıyla uzlaşmayı (sözleşme) içerirken, diğer taraftan bütünleşmeci söylem ve normların zemininde bir homojenleşmeyi de sürece kendiliğinden dayatır. Devlete verilen toplumsal mühendislik rolü, kendisini organik toplum şeklinde zuhur ettirmiştir. Millet söylemi ve ulus-devlet aygıtı ise bunun siyasi veçhesini ifade etmektedir.

Geleneksel toplum yapısı içersinde cemaatlerin oynadığı rolü artık büyük ölçüde devlet aygıtı üstlenmiştir. Devlet artık şiddeti tekeline almak suretiyle toplumsal sözleşmeyi cisimleştiren bir güç olmaktan öteye geçer. Modernleşme veya kapitalizmin dinamiklerine bağlı olarak ortaya çıkan toplumu rasyonelleştirme sürecinin ajanı (eyleyeni) konumuna gelmiş, MaxWeber’in ifadesiyle bu da onu bürokratik bir demir kafese dönüştürmüştür. Durkheim’in organik toplumu bu kafes içinde hedefe doğru koşulmuş toplumdur. Var olan cemaat yapıları da böylece etkisizleşmiş, bireyle devlet arasındaki güç faktörleri ortadan kalkmış gibidir. Nitekim Hristiyan dünyasında Protestanlığın ortaya çıkışı bile bu gelişmeyi hazırlayan önemli olgulardan biriydi. Süreç hem sosyal, ekonomik hem de din boyutuyla ilgili şekilde geleneğin dünyasındaki muhtelif otorite ve yapıların etkisini kırmayı gerektirmiş, ulus-devlet yapılanmasıyla birlikte toplumsal ve zihinsel dönüşüm için gereken asıl zemin oluşturulmuştur.

Ulus-devletin dönüşümü

Fakat tarihin akışı her ne olursa olsun çelişkilerle sürüp gitmektedir. Ulus-devletin oluşturduğu çelişkileri problem etmemek gibi bir lüksümüz olamaz. Aksi halde bu çelişkilerin kangren haline gelmesine mani olamayız. Modern toplumların en önemli özelliği dinamizmleri ve değişime açık olarak kendilerini yenileyebilme kabiliyeti göstermeleridir. Ulus-devletin de kendi içinde bir dönüşüm süreci yaşadığını unutmamak lazım. Bu çerçevede, ulus-devleti toplumsal mühendislik rolü ve sorumluluğuyla biçimlendirmeye çalışan her türlü yaklaşım tarzını bugün mutlaka şüpheyle karşılamak zorundayız. Bunun için ihtiyacımız olan en önemli şey, devlet-birey ilişkisini özgürlükçü bir bakış açısıyla ele almamızdır. Haddizatında bütün sorun, özgürlüğün ama “eşit ölçüde özgürlük”ün temel ilke olarak içselleştirilmesinden ibarettir. Ulus-devletin her türlü baskıcı, otoriter, jakoben uygulamalarını görünür kılmanın da, bunları rasyonel, geçekçi bir siyasetle aşmaya çalışmanın da asgari şartı söz konusu içselleştirmeyi başarmaktır. Devleti toplumsal, siyasal dönüşümün mutlak veya asıl öznesi haline getiren bir anlayış, bizi Weber’in malum demir kafesiyle karşı karşıya getirir. Siyasi irade üzerindeki vesayet olgusu bu kafesin en ziyade tebarüz etmiş halidir.

Türkiye olarak söz konusu demir kafesi kırma konusunda önemli bir dönemeci geçtik. Ancak bunun yetmeyeceğini, sadece güçlü devlet mantalitesiyle toplumdaki özgürlük potansiyelini realize etmenin mümkün olmadığını bilmemiz gerekiyor. Sivil toplumun güçlendirilmesi, batı demokrasisinin bu itibarla temel koşulları arasında sayıla gelmiştir. Devletle birey arasında sivil toplum bir güç alanı olarak konuşlandırılmış, bireyi devletin otoriter gücü karşısında koruyucu bir yapının olması adına buna önem verilmiştir. Dolayısıyla ister sivil toplum örgütleri isterse cemaatler olsun, her biri bireylerin güç, dayanışma ve güvenlik arayışına cevap verme kabiliyetleriyle orantılı olarak işlev ve anlam kazanan yapılardır.

Güvenlik ve özgürlük

Sadece o kadar da değil. Cemaat aynı zamanda bireyler için bir özgürlük ve varoluş alanıdır. İnsanın kolektif bir eyleyen haline gelmesi ancak birtakım cemaat pratikleriyle mümkün olur. “Başka bir deyişle, bireyler başkalarıyla sadece ortak hedeflere ulaşmak için değil, kim olduklarını ve toplumsal varlıklar olarak kim olacaklarını belirlemek için de ortak pratiklere girerler.” (Bowles-Gintis 1996, 238). Cemaat, bireysel özgürlüğün ve varoluşun ortaklaşmaya/birlikteliğe yönelik bir tezahürüdür. O yüzden, cemaatleri baskıcı, statik, kapalı toplumların bir bileşeni olarak görmeyi artık batılı aydınlar bile kabul etmemektedir. Jakoben, militarist, dahası pozitivist modernleşmeciliğin artığı diyebileceğimiz zihinsel bir saplantı, bir tür dar kafalılık diye görmektedirler. Zira cemaatler, modern toplum yapısı içinde artık bireyin tercihleriyle çok daha ilişkili bir rol oynamaya başlamıştır. Bireyi kuşatan ve bastıran değil, aksine onu tercihleri istikametinde hareket ettiren bir niteliğe kavuşmuştur. Birlik olmamış kalabalıklar ise esasen her türlü manipülasyona ve kötülüğe çok daha elverişli haldedirler.

Bununla devletin, birey ve toplum adına her şeyi bilen ve en iyiyi yapan bir eyleyici olduğu fikrine bir mesafe koymamız gerektiği aşikar. Ama daha önemlisi, toplumun tek bir doğru veya iyi anlayışı etrafında buluşmasını beklememiz beyhudedir. Toplumda sağlanamayan bu buluşmayı devlet eliyle cari kılmaya çalışmanın ise özgürlükçü bir anlayışla telifi söz konusu olamaz. Bu durum, ancak bir grubun, cemaatin veya bir sınıfın tahakkümüyle sonuçlanır. Şeyla Benhabib’in dediği gibi “Modern toplumlar, tek bir insani anlayış etrafında ya da hatta bizzat söz konusu cemaate ait olmanın değerine ilişkin ortak bir kavrayış etrafında bütünleşmiş olan birer cemaat değildir” (1999, 116). Toplumu büyük bir cemaatten ibaret görmek ya da böylesi bir cemaat söylemi üzerinden devleti ikmal etmeye çalışmak tek kelimeyle anakronik bir tutum olacaktır. Bunun yerine eşit özgürlük ilkesi etrafında adaleti toplumun bütün kesimlerine dağıtmanın çabası içinde olabildiğimiz takdirde, büyük devletin inşası yolunda retorikten pratiğe doğru ilerleme imkanını elde edebiliriz.

Toplumun zenginliği

Pire için yorgan yakılmaz. Sui misal ise misal diye kabul edilmez. Yaşadığımız kötü hatıralara rağmen gerek entelektüel aklın gerekse siyasal aklın, kurucu değerleri ihsas ve inşa etme konusunda istikamet sahibi olması gerekir. Cemaatler her şeye rağmen toplumun birikimi, zenginliği ve aynı zamanda aynasıdır. Toplumda cemaatlere karşı genel bir infial ve kuşkunun uyandırılması hem dini, kültürel hem de siyasi geleceğimiz açısından tahrip edici sonuçlar doğuracaktır. Dahası devlet, ne dini ne de cemaatleri kontrol altında tutmakla yükümlüdür. Aksine din ve inanç özgürlüğünün bir şartı olarak cemaatlere gerekli güvenlik alanını temin etmek onun görevidir. Devlet bu anlamda bireyler için olduğu gibi bütün cemaatler için de güven kaynağı olmak zorundadır. Alevi, Sünni, Hristiyan veya Yahudi olması fark etmez. Devlet eğer şiddetin yegane meşru mercii ise bunu, her şeyden önce toplumun farklı kesimlerine sağladığı güvenlik alanına borçludur. Her daim ezici değil koruyucu olmak zorundadır. Dolayısıyla toplumu homojenleştirme gibi bir hakka ve hadde sahip olmamak gerekir. Devlet, şu veya bu araçlarla topluma din, mezhep veya ideoloji empoze etmez. Olsa olsa toplumda cereyan eden düşünce ve inanç hareketlerini/gruplarını izlemeye alarak hukuka mugayir bir aksiyon içinde olmalarının önüne geçer. Hukuk, toplumun dolayısıyla bireylerin ve cemaatlerin hak ve özgürlük sınırlarını açık hale getirmek suretiyle devletin de müdahale alanını tespit eder. Bu yüzden bir toplumun özgürlükler bağlamındaki gelişmişlik seviyesi sahip olduğu hukuk değerlerinden ve bu değerleri pratize etmedeki titizliğinden anlaşılabilir.

Malum cemaat yapılarına yönelik operasyonların bugün bir tür sosyal katarsis işlevi gördüğü belirtilebilir. Toplumun bünyesi, hukuki normlarla belirlenmiş zehirli unsurlardan böylelikle arındırılmaktadır. Mesele elbette bu yapılardaki inanç ve yaşam tarzları değil. Kimin neye, ne şekilde inanacağına devlet karar verecek değildir. Fakat hukuk karşısında hiçbir kimse veya cemaatin mutlak dokunulmazlığı da yoktur. Din ve inanç yapılarının insanlar üzerinde bir sömürü ve baskı aracı olarak kullanılması halinde devletin devreye girmesi hukukun bir gereğidir. Sadece insanlar değil, kamu kurumları üzerinde de benzer su-istimallere tevessül edilmesi müdahaleyi hukuken meşru hale getirir.

Bununla beraber, üstümüzdeki yorgan bize belki de hepimize lazım. Cemaatlerin söylem ve pratiklerine dair eleştirilerimiz her zaman baki kalmak kaydıyla, ‘biz’, ‘siz’, ‘onlar’ tarzı ilkel ve gayri ahlaki ötekileştirmeler içinde olmadan, cemaatleşmeyi insanın en tabii kültürel, sosyal ve hatta siyasi ihtiyaçları arasında görüyor olmamız, medeni, çağdaş bir toplum olma yönündeki seviyemizin doğru bir işareti olacaktır.

[email protected]

Bowles, Samuel-Gintis, Herbert (1996), Demokrasi ve Kapitalizm, Çev: Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları.

Benhabib, Şeyla (1999), Modernizm, Evrensellik ve Birey, Çev: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları.