Vefatının 54. yılında Bediüzzaman Said Nursi: Dindar bir cumhuriyetçi

Mustafa Çalışan/İstanbul İlim ve Kültür Vakfı
22.03.2014

‘Dindar Cumhuriyet’ kavramı Bediüzzaman Said Nursi’ye ait. Kavram, yönetimin dine uygun, adalet ve hürriyetçi olmasını ifade eder. Said Nursi’ye göre bir devletin yönetim yapısıyla toplum ve insan yapısı arasında bir etkileşim söz konusu. Hürriyetçi rejimin yerleşmesi ve devamı ancak insan fıtratının aslına uygun şekilde canlandırılmasıyla mümkündür.


Vefatının 54. yılında Bediüzzaman Said Nursi: Dindar bir cumhuriyetçi

Bediüzzaman, üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp insanlığa tanıtılması gereken bir simadır. O, İslam aleminin, inanç moral ve vicdani enginliğini hem de en katıksız ve müessir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır. Ona, onun düşüncelerine, hissi mülahazalarla yaklaşmak, onu ve eserini anlamak sayılmaz. Duygusallık onun her zaman uğrunda yiğitçe tavır ortaya koyduğu ve gürül gürül anlattığı meselelerin ciddiyetiyle telif edilemez. O, bütün ömrünü, kitap ve sünnetin gölgesinde, tecrübe ve mantığın kanatları altında, derin bir aşk ve heyecanla beraber bir muhakeme insanı olarak sürdürmüştür.

Bediüzzaman’ın, yüksek mefküresi, yaşadığı çağı düşünüp söylemesi, sadeliği, insani enginliği, vefası dostlarına bağlılığı, iffeti, tevazuu, mahviyeti ve istiğnası üzerine şimdiye kadar pek çok şey yazıldı ve söylendi. Aslında, her biri başlı başına birer kitaba mevzu teşkil edecek olan yukarıdaki vasıflar, onun kitaplarında da şıkça üzerinde durduğu konulardır. Ayrıca, hâlâ aramızda, hayatta iken onun yakınında bulunma bahtiyarlığına erişmiş ve onu, ruhi enginliği, fikri zenginliği ile tanımış dünya kadar insan var ki, bunlar da birer canlı kitap gibi konunun en sadık şahitleri.

Ümmetin ah-u efganı

Dış görünüş itibarıyla sade ve basit görünen Bediüzzaman, gerek düşünce hayatında, gerek aksiyonunda hemen her zaman başkalarında bulunmayan engin bir karakter sergilemiştir. Onun, insanlık için en hayati meselelerde bütün insanlığı kucaklayışı, küfür, zulüm ve dalalete karşı tepki duyuşu, her yerde istibdatla savaşı, hatta bu uğurda hayatını istihkar edercesine vefası ve civanmertliği ve ölümü gülerek karşılaması, onun için normal davranışlardı. O engin bir his insanı olmanın yanında, misyonuyla alakalı meselelerde, hep kitap-sünnet yörüngeli; muhakeme ve mantık televvünlü yaşamıştır. O hemen her zaman, davranışları itibarıyla, masum bir ikili görünüm sergilerdi: Biri, engin bir vicdan eri, derin bir aşk ve heyecan timsali ve olabildiğince mert bir insan görünümü; diğeri de fevkalade dengeli, çağdaşlarının çok önünde ileri görüşlü, büyük planlı ve projeler üretebilen sağlam bir kafa yapısına sahip mütefekkir görünümü… Bediüzzaman ve onun davasına bu zaviyeden yaklaşmak, onun, İslam büyüklerinin bir devamı olarak, içinde bulunduğumuz cağda bizim için ifade ettiği manayı anlamamız bakımından çok önemlidir.

Bazı kimseler görmezlikten gelseler de gerçek şu ki; Bediüzzaman çağdaşlarınca, kendi kuşağının en ciddi düşünürü yazarı kabul edilmiş; kitlelere hem bir sözcü hem de önder olabilmiş; ama katiyen kendini beğenmemiş, gösterişe girmemiş ve hep alayişten uzak kalmaya çalışmıştır. “Şöhret ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren bir zehirli baldır” sözü, onun bu konudaki altın beyanlarından sadece bir tanesi. O, yirminci asırda İslam dünyasında, şimdilerde dünyanın dört bir yanında, her zaman listenin başında birkaç yazardan biri olarak tanınmış, her kesimce sevilerek okunmuş ve zamanın eskitemediği simalardan biri olarak tarihe mâlolmuştur.

Bediüzzaman’ın bütün eserleri, içinde doğmuş olduğu çağ zaviyesinden, yorumlanmaya açık bazı meseleleri yorumlama açısından o uğurda harcanmış ciddi bir gayretin sonucudur. Onun eserlerinde önce Anadolu, sonra da bütün İslam dünyasının hem ah-u efganı, hem de ümit ve şavk-u tarabını duyup dinlemek mümkündür. Gerçi o, Doğu’nun ücra bir kasabasında doğmuştur ama, kendini hep bir Anadolulu olarak hissetmiş., bizim duygularımızı bir İstanbul efendisi gibi soluklamış ve her zaman topyekun bir ülkeyi engin bir şefkat ve dupduru bir samimiyetle kucaklamıştır…

‘Dindar bir cumhuriyetçiyim’

Bediüzzaman hayati boyunca İslamiyet adına hürriyet ve meşrutiyete sahip çıktı. Hürriyet, meşrutiyet, cumhuriyet gibi inansın şahsi teşebbüsünü harekete geçiren yönetim şekillerinin, gerçek manada kaynağını islamiyetten bulduğunu ortaya koydu.

Bu kavramlar her ne kadar temel meselelerde İslam’a ters düşmeseler de Avrupa’dan alındıkları haliyle Batı’nın dünya görüşüne uygun vaziyetteydiler. Bediüzzaman bundan dolayıdır ki, daima “hürriyet-i şer’iye”, “meşrutiyet-i meşru-a”, “dindar bir Cumhuriyet” tabirlerini kullandı. Esas olarak islamiyetin dünya görüşü çerçevesinde hürriyeti, meşrutiyeti, cumhuriyeti, demokrasiyi “terbiye” edilmesi şartıyla destekledi. Bu şekilde bir yönetim tarzının ancak İslami bir yönetim olacağını, bunun ilk örneğinin de Asr-ı Sadet olduğuna işaret etti. Ona göre Asr-ı Sadet’in yönetim anlayışı “mana-yı dindar bir cumhuriyet” şeklindeydi.

“Dindar Cumhuriyet” kavramı Bediüzzaman Said Nursi’ye ait. Bu kavramın iki unsuru var: Birincisi din, yani İslamiyet, ikicisi ise cumhuriyettir. Kısaca kavram, yönetimin dine uygun, adalet ve hürriyetçi olmasını ifade eder.

Said Nursi’ye göre bir devletin yönetim yapısıyla toplum ve insan yapısı arasında büyük ölçüde bir etkileşim söz konusu. Hürriyetçi rejimin yerleşmesi ve devamı ancak insan fıtratının aslına uygun bir şekilde canlandırılmasıyla mümkün olabilir. Ona göre Allah’tan başkasına boyun eğmeyecek ve diğer insanlara zulüm etmeyecek fertlerin meydana getirilmesi lazımdır.

Medresetü’z Zehra 

Din ilimleri ile modern / pozitif ilimleri birleştiren bir model ortaya koyma hedefi taşıyan Medresetü’z Zehra’da üç dilde eğitim verilecekti; Arapça vacip, Türkçe şart, Kürtçe caiz…

Bediüzzaman Said Nursi dava ve proje adamıydı. Bu gayretlerinden birisi de kendisinin “Medresetü’z Zehra” ismini verdiği bu büyük proje idi 1914 yılında ve Birinci Cihan Harbi’nden evvel Van’da; Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin açılması için teşebbüse geçtiği ve Van Artemid’de (Edremit) temelini attığı “Şark Üniversitesi” çok önemsediği bir proje idi. Bu proje esasında bir ‘bina inşası’ değil; bir ‘Zihniyet İnşası’ idi. Din ilimleri ile modern/pozitif ilimleri birleştiren bir model ortaya koymak istiyordu.

Bediüzzaman, Medresetü’z Zehra’yı, İslam ümmetinin o dönemde yüz yüze geldiği üç büyük meselenin ilki, cehaletle birlikte gelen fakr u zaruret (yoksulluk), ikincisi madde ile mana, kainat ile Kur’an, akıl ile vahiy, modern bilim ile dini ilimler arasında yaşanan büyük bölünme; üçüncüsü ise, özelde Türkler ve Kürtler arasında zuhura başlayan ve esasen bütün Müslüman unsurlar arasındaki iman kardeşliğinin gölge düşüren, “asabiyer-i cahiliyeyi” (menfi milliyetçilik/ırkçılık) çağrıştıran milliyetçi gerilimlerdir.

Said Nursi, merkezi Bitlis, şubeleri ise Van ve Diyarbakır’da olacak şekilde tasarladığı Medresetü’z Zehra projesi temelinde ısrarla vurguladığı üç temel husus şudur: a) Modern bilimler ile dini ilimlerin, vahyin yol göstericiliğinde birleştirilmesi(meczi), b)Birbirine rakip üç ayrı konuda ilerleyen mektep-medrese-tekkeyi böylece barıştırıp buluşturmak, c) Arapça-Türkçe-Kürtçe’yi beraberce öğreterek, İslam ümmetinin bu topraklarda yaşayan fertlerin hem İslami mirasla, hem kendi ararlında sağlıklı ve kalıcı bir “iletişim” kurmasına imkan sağlayarak “milliyetçi gerilimi” aşmak ve farklı milliyetlere mensup mü’minlerin İslam kardeşliğinde buluşmasına sağlamak…

Üstad 1910’lu yıllarda bu konuyu gündeme almıştı. Yüz yıl sonra bugün 2010’lu yıllarda geriye dönüp bir kez daha bakıldığında, bu büyük projenin ne derece hayati bir önemi haiz olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Hem O’nun o gün tespit ettiği problemlerin bugün de büyük ölçüde sürüyor olması açısından, hem de yüz yıl içinde yaşanan büyük sınavlar ve kayıplar açısından…

İçinde bulunduğumuz Türkiye şartlarındaki eğitime yönelik yoğun tartışmalara bu görüş ve fikirler belki bir farklı bakış açısını gündeme getirebilir…

Bu vesile ile vefatının 54. Yılında Bediüzzaman Said Nursi’yi rahmetle yad ediyoruz.

[email protected]