Vesayet sisteminin sonu: Yeni anayasa ve başkanlık sistemi

Doç. Dr. Ertan Aydın / Siyaset Bilimci
4.04.2015

Hiçbir kimliğin kendini dışlanmış hissetmediği ve sivil iradenin tüm vesayet bağlarından kurtulduğu bu toplum sözleşmenin adı “yeni anayasa” ve “başkanlık sistemi”dir. Şayet Türkiye, vesayet sisteminin fabrika ayarlarına geri dönmek istemiyorsa, mevcut parlamenter rejimin dışında bir alternatifi düşünmek zorundadır.


Vesayet sisteminin sonu: Yeni anayasa ve başkanlık sistemi
Geçen Ağustos ayında ilk defa doğrudan seçimle Cumhurbaşkanının belirlenmesi, kuşkusuz Türk siyasi tarihi için geri dönülmez bir dönüm noktasıydı. Zira 1930’larda CHP tarafından inşa edilen ve 1950’de çok partili hayata geçildikten sonra daha da kurumsallaştırılan Cumhuriyet sistemi içinde Cumhurbaşkanlığı makamı, kendini Batı medeniyeti ve laiklikle özdeşleştiren elitlerin, Doğu ve İslam’la özdeşleştirilen genel halk çoğunluğunun iradesi üzerindeki vesayet mekanizmasının belkemiği ve beyni olarak kullanılagelmişti. Her ne kadar Turgut Özal’ın ve Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı altında bu makam kendisinden beklenen vesayet sisteminin koordinasyon merkezi işlevini yerine getirmemiş olsa da, Türkiye’nin elit kesimleri Çankaya’nın asli fonksiyonunun vesayet olduğu ve ileride bir gün oraya bu sisteme liderlik edecek birinin tekrar geri geleceği ümidini hiç kaybetmediler. 2014’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan’ın rahat bir çoğunlukla seçilmiş olması, aslında vesayetçi elitlere bu makamın Ahmet Necdet Sezer ve Süleyman Demirel zamanındaki altın çağına bir daha asla geri dönemeyeceğinin de bariz bir şekilde göstermekteydi. 
 
CHP ideolojisinin tahkimi
 
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı görevine başlaması ile birlikte, vesayetçi elitlerin artık vesayet sisteminin ihyası hayallerini bir yana bırakıp, yeni bir demokratik sistem tahayyül etmesi beklenirdi. Zira artık seçime dayalı bir Cumhurbaşkanlığı, yine seçilmiş bir hükümetle uyumlu bir şekilde çalışacağı için, bir vesayetin aracı olamayacaktı. Ancak, garip bir paradoks ile AK Parti hükümeti ve Cumhurbaşkanının kendisi mevcut anayasal sistemi revize edip, başkanlık sistemi önerirken, muhalefetteki vesayetçiler hala nostaljik ve hayalperest bir ruh haliyle vesayet merkezi olacak bir Cumhurbaşkanlığı sistemini, hatta Çankaya Köşkünün binası ve mekânı ile beraber, korumaya çalışmaktadırlar. Bu arada serbest ve adil bir seçimle asla ihya edemeyecekleri vesayet sistemini, hileli bir şekilde, aşırı sol örgütlerin veya diğer sosyal hareketlerin sokak eylemleriyle hükümeti devirip, dış destekle tekrar ele geçirebileceklerini ummaktadırlar. Bu vesayet romantizmi, Türkiye’deki muhalefet partilerini, sırf AK Parti ve Cumhurbaşkanlığı düşmanlığı ortak paydası içinde, nihilist bir şekilde illegal yapılarla ve gruplarla işbirliği yapmaya veya sempati ortaklığı kurmaya itmektedir. Zira artık muhalefet içindeki vesayet özlemcileri, parlamenter demokrasi yoluyla iktidara gelme ümidi taşımadıkları için, vandalist sokak hareketlerinin enerjisi ile Ahmet Necdet Sezerli Çankaya günlerinin hayalini yaşatmaya çalışmaktadır. Bu yüzden de maalesef, Türkiye’de iktidar ile muhalefet arasında, mevcut anayasal sistemdeki çelişkileri aşacak yeni bir sistemin kurulması için sağlıklı bir diyalog ortamı oluşamamaktadır. Mevcut sistem AK Parti iktidarı ve tabanı lehine olsa da, paradoksal olarak Ak Parti bu sistemi değiştirmeye muhalefet ise muhafaza etmeye çalışmaktadır.
 
Demokrasi çelişkisi
 
Türkiye’deki siyasal sistemin ilk haliyle dizaynı iki savaş arası dönemin koşulları içerisinde şekillenmiştir. Türkiye’deki çarpık vesayet sisteminin 1930’larda kurgulanan Batıcı seküler rejimin demokrasi çelişkisinde yattığı zaten tüm akademisyenler tarafından not edilip, bilinen bir olgudur. Tek parti dönemi CHP’si, gerçek demokrasi ile kendilerinin empoze etmeye çalıştıkları batıcı laikliğin bir arada yaşayamayacağını bildikleri için, çoğulcu demokrasiyi rafa kaldırıp, bir yandan da Türk halkını yeni laiklik inancına bir misyoner gibi ikna etmeye çalışmaktaydılar. Bu dönem aynı zamanda tüm dünyada patolojik siyasal akımları, otoriter eğilimleri doğuran dönem olarak değerlendirilmektedir. 
 
İtalya’da faşizm, Sovyetler Birliği’nde Stalinizm ve Almanya’da Nazizm başta olmak üzere onlarca ülkede ortaya çıkan bu tür baskıcı ve vesayetçi siyasal ideolojiler, İkinci Dünya Savaşı sonrası o ülkelerce mahkum edilip tasfiye edilmiştir. Türkiye’de ise siyasal sistemimizin temel doktrini olarak kurgulanan elitist CHP ideolojisi, bırakınız mahkum edilmeyi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında üzerinde sorgulanması bile kabul edilmeyecek değişmez umdelere dönüştürüldü. Bilhassa 60 ve 80 darbeleriyle pekiştirilen ve güçlendirilen bu anlayış, Türkiye’deki vesayet odaklarının da vazgeçilmez ideolojik aygıtı haline geldi. 
 
1930’lardan devralınan Kemalist siyasal gramer kendine özgü bir demokrasi ideali taşıyor olmasına rağmen, bu ideali belli önkoşullarla gerçekleşmesi imkansız bir totolojiye dönüştürmüştür. Otoriter laiklik  ve laik ahlak bu önkoşulların başında geliyordu. Bu anlayışa göre, halk mevcut geleneksel ve ahlaki bağlarından kurtarılıp laik ahlakla mücehhez kılınmadıkça, demokrasi çok tehlikeli bir silaha dönüşebilirdi. Önce vatandaşı demokrasiye hazır kılacak kıvama getirmeden, onlara temsil işlevi yüklemek düşünülemezdi. Tek parti döneminde kurgulanan bu demokrasi anlayışı, çok partili hayata geçildiğinde nasıl korunacaktı? Kemalist elit için en büyük sorun rejimi vatandaşın insafına terk etmeyecek bir formülün bulunmasıydı. Zira çoğulcu demokrasinin ilk krizi, Menderes hükümetinin Arapça ezan yasağını kaldırmasıyla baş göstermiş, o konuda taviz vermek zorunda kalan vesayet sistemi, zamanla sistemli bir bürokratik vesayet rejimi inşa edip, Menderes hükümetlerini kontrol altında tutmayı, kontrolü kaybedince de bir darbe ile devirmeyi başarmışlardı. 1960’lı yıllar sonrası, vesayetin altın çağı olarak, halkın iradesi saptırılıp baskı altında tutulabilmişti. İlk bakışta, askeri darbeler iyi fikir gibi görünseler de sürdürülebilir değildi. Seçilmiş iktidarın ülkeyi maceraya sürüklemesini engellemenin yolu, rejime sadık atanmış bürokrat elitler yoluyla balans sağlamak olarak görülüyordu. Tam da bu noktada, cumhurbaşkanlığı makamı rejimin bekçisi ve denetçisi şeklinde yetkilendirilmişti. Son kontrolün yapıldığı, seçilmişlere ayar verildiği, rejimin bekasının güvence altına alındığı bir makam olarak vesayetin beyni komunundaydı Cumhurbaşkanlığı makamı.
 
50 yıl süren bir çoğulcu demokrasi içinde vesayet sisteminin sürdürülebilmesi de kendi başına bir başarı hikayesidir. Bu süreçte Türkiye’nin Suriye’deki gibi bir Baas rejimine doğru evrilmesini engelleyen faktör, sivil iradenin basiretli duruşu ve sabır siyaseti olmuştur. Ama buna rağmen 28 Şubat sonrası Demirel ve Ahmet Necdet Sezer’in liderlik ettikleri vesayet mekanizmaları, nasıl böyle anakronik çelişkiler yumağı ile Türkiye’nin 50 yıllık bir demokrasi tecrübesi geçirebildiği sorusunu herkese sordurtmaktaydı.
 
Vesayet nostaljisi 
 
Ak Parti iktidarları ile beraber Türkiye sivil irade ve demokratik siyasetin hakimiyetine, vesayet sisteminin tükeniş sürecine şahit oldu. Ancak, bu sürecin 10. yılı dolduktan sonra, vesayet taraftarları tekrar büyük bir yaratıcılık göstererek en ümitsiz zamanlarında yeni ittifaklar ve maskelerle eski günlerin hayallerini sürdürebileceklerini ispatladırlar. Örneğin, Kemalist vesayet ile sosyal medyayı çok iyi kullanabilen gençlik hareketlerinin Gezi dönemindeki işbirlikleri şaşırtıcı bir ittifak olarak not edilmelidir. Hatta Gülen örgütünün hükümet aleyhindeki kumpası vesayet çevreleri için son bir hayat öpücüğü sunmaktaydı. Bu açıdan bakıldığında Ağustos 2014’deki kesin seçim yenilgisinin vesayetçiler için yeni bir stratejinin inşasını gerektiren bir tarih olması gerekirdi. Mevcut sistem, Ak Parti tabanının taleplerini teyit ettiği için asıl vesayetçi çevrelerin bunu değiştirmek istemesi gerekiyordu. Öyleyse neden sadece CHP, MHP ve Gezi tabanı değil HDP gibi Kemalist olmayan bir geçmişten gelen muhalefet de mevcut sistemi korumaya çalışmaktadır? Bu sorunun cevabı, muhalefetin asıl faaliyet alanını seçim mekanizmalarından çıkarıp, sosyal medya, çevreci yeni sol hareketler ve uluslararası kamuoyunun Müslüman düşmanlığını teşvik etmeye doğru çevirmelerinde yatmaktadır. Bu garip ittifakı ayakta tutan tek unsur ise, gerçek anayasal meseleleri konuşmaktansa, tüm sistemi Cumhurbaşkanının kişiliği üzerinden analiz ettiğini düşünen saplantılı siyasi dil ve ruh halidir. Böyle olunca da, iktidar ile muhalefet arasında herhangi bir ulusal ve anayasal konuda konuşacak zemin kaybolmakta, pek çok mesele hakkında rasyonel tahlil ve öneriler yapılamamaktadır. Türkiye’deki demokrasinin zaaflarında muhalefetin yaptığı en büyük tahribat işte tam bu noktada vesayet nostaljisi ile çoğulcu demokrasi arasındaki ilişkiyi sağlıklı bir şekilde kuramamaktan kaynaklanmaktadır. Ülkesindeki masum bir savcının, teröristler tarafından öldürülmesi sonrasında bile insani ve demokratik bir tepki veremeyen bu muhalefet kültürü, seçimlere iki ay kalmasına rağmen, asıl meselelerinin seçim kazanmak olduğu izlenimini dahi vermek istememektedirler. Onun yerine ülkedeki anayasal düzen ve istikrar aleyhine marjinal sosyal medya masajları atıp, demokrasi aleyhtarı grupları teşvik eden zihniyetlerin arkasında, bu eski vesayet günlerine dönme hayalleri yatmaktadır. 
 
Türkiye’nin artık 90 yıllık bu vesayet parantezini kapatıp yeni bir toplum sözleşmesi yapması gerekmektedir. Hiç bir kimliğin kendini dışlanmış hissetmediği ve sivil iradenin tüm vesayet bağlarından kurtulduğu bu toplum sözleşmenin adı “yeni anayasa” ve “başkanlık sistemi”dir. Şayet Türkiye, vesayet sisteminin fabrika ayarlarına geri dönmek istemiyorsa, mevcut parlamenter rejimin dışında bir alternatifi düşünmek zorundadır. Yeni Anayasa, hem tek parti döneminden miras kalan vesayet rejiminden kurtuluşa hem de tam demokratik bir rejimin oluşmasına imkan tanıyacağı için olmazsa olmazdır.