Wallerstein gözüyle kültür meselesi

ASIM ÖZ / Yazar
15.09.2019

Gerçekliğin eleştirel analizini entelektüel görev addeden Immanuel Wallerstein, dünyadaki değişimlerin ayrıntılı bir manzarasını çizerken kültürün öneminin farkında olmuş fakat kendi deyimiyle “paçasını kültürel tuzağa kaptırmamaya” özen göstermiştir.


Wallerstein gözüyle kültür meselesi

Günümüzün fikri ve siyasi tartışmalarının aykırı simalarından Immanuel Wallerstein’ın temel kuramsal başarıları nelerdir? Bize kavramsal bakımdan zengin, kültürel açıdan ilham verici büyük eserler bırakan Wallerstein, dünyada yaşananları anlamaya yönelik incelemesinin gündemine tarihsel bir dünya-sistem olan kapitalist dünya ekonomisini yerleştirme manevrasında bulunmuştur. Aydınlatılmasına katkıda bulunduğu can alıcı sorulardan birkaçı şudur: Kapitalizmin tarihsel özgüllüğü nedir? Kapitalizmle ve ulus devletler nasıl ilişkilendirilebilir?  Değişen öncelikler ve ittifaklar çerçevesinde bizi, kaotik dünya sisteminde yaşanan çarpıcı dönüşümleri yeniden düşünmeye iten nedir? Kültürel çalışmalara neden kültürel çalışmalar denmektedir?  Bu ve benzeri sorular yardımıyla Wallerstein’ın ilk cildi 1974’te yayımlanan Modern Dünya Sistemi kitabıyla başlatıp sürdürdüğü tartışmaların kapısı aralanabilir. 

Immanuel Wallerstein’la özdeş hâle gelen dünya ekonomisi modeli, kapitalist birikim ile çelişkilerinin bir diyalektiğini kendi tarzınca gayet başarılı bir şekilde ortaya koyuyordu.  Denilebilir ki, Wallerstein, ömrünü kapitalist bir dünya ekonomi olan modern dünya-sistemin tarihsel gelişimini, işleyiş tarzını ve şu sıralarda içinden geçtiği yapısal krizi açıklamaya adadı. Geliştirdiği kavramlarla siyasi ve ekonomik tartışmalar bağlamında önemli bir rol model sunmayı başardı. Sistemi dönüştürmeyi arzulayan sistem karşıtı hareketlerin aynı zamanda sistemin bir ürünü olduğunu göstermekle kalmadı, onların tecrübelerine dikkat kesilerek, okurlarını bilindiği varsayılan çoğu meseleyi yeniden düşündürdü. 

Türkiye’de 1980’lerden itibaren kapitalizmle, sosyal bilimlerle, iki kültürle ilgili çalışmalar Immanuel Wallerstein’in modern dünya sistemine dair metinlerinden ve dünyadaki gelişmelerle ilgili yorumlarından epey etkilenmiştir. Modern dünya-sistemin tarihsel gelişimi üzerinde çalışsa da aynı dünya-sisteminin bugünkü krizinden kendini uzak tutmayan Wallerstein, siyaset, sistem karşıtı hareketler ve toplum kuramındaki tartışma alanını genişletmiştir. Öte yandan Wallerstein’in dünya-sistemin anlaşılmasına katkısı yalnıza önemli bir yorum uzmanı oluşuyla sınırlı değildir. Wallerstein, her şeyden önce büyük bir teorisyendir. Ne var ki, önemli katkılarda bulunduğu sosyal bilimle ilgili olarak hazırlanan düşünce tarihi mahiyetindeki çalışmaların çoğunda kendisi hakkında herhangi bir analiz yer almaz.  Hâl böyle olsa da, siyasi ve ekonomik araştırmada Wallerstein’in geniş kapsamlı düşüncelerine birçok kimse doğrudan ve dolaylı bir şekilde başvurmuştur. 

 Kaos ve Belirsizlik (2018) kitabının Türkçe baskısı için kaleme aldığı önsözde dünyada ne olup bittiği hakkında kafasının karışık olduğunu itiraf etmekten geri durmayan Immanuel Wallerstein’in kaotik dünya sistemine dönük ilgileri ve bir araştırmacı olarak ele aldığı meseleler geniş bir yelpazeye yayılır. Sol toplumsal hareketler ve radikal solun açmazlarıyla ilgili araştırmalarından küresel sağ ve direnmeye dair analizleri ile egemenlik efsanesinden seküler durağanlığın ortaya çıkışı hakkındaki yakın tarihli değerlendirmelerine kadar uzanan bir yelpaze. 

Tarihsel çerçeve 

Dünya-sistem teorisyeni Immanuel Wallerstein’ı yorumlamanın en iyi yollarından biri, metinlerinde kültürü nasıl ele aldığına bakmaktır. Wallerstein’ın eserlerinde karşımıza çıkan kültür kavramı hakkında kısa bir değerlendirme yapmayı denediğimizde ilkin tarihsel çerçeveyle karşılaşırız. Kültür kavramının kafa karıştırıcı kılan gelişmeleri modern-dünya sistemi içinden inceleyen Wallerstein,  böylesi bir sistemde kültürü tartışmanın ne kadar meşakkatli olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan Wallerstein’ın çalışmalarının belli boyutlarına odaklanmak yararlı olacaktır. Onun gündeme getirdiği bazı meselelerin ele alınmasında jeokültür, çatışmaların arenaları olarak kültür savaşı, direnme, karşı kültür, evrenselcilik, çok kültürcülük, kültürel farklar, yeni ırkçılık, küreselleşme, kültürel incelemeler gibi kavramlar mutlaka hesaba katılmalıdır. Wallerstein, büyük ölçüde bilinse de kültürle pek bağdaştırılamayan eserlerinde kültürel meselelerin öne çıkışı üzerine olağanüstü derecede eleştirel görüşler ileri sürerek kültür alanındaki müktesebatını ortaya koymuştur. Sözgelimi Bildiğimiz Dünyanın Sonu (1999) kitabında tereddütsüz bir tutumla belirsizliğe meyyal çok kültürcü taleplerin ve kültürel çalışmaların sorunlarına değinmiş, Amerikan Gücünün Gerileyişi (2003) eserindeyse kültürün öyle ortada duran bir kavram olmadığını belirtmişti. Ona göre çok büyük bir çağrışımlar alanını kucaklayan kültür, tarihsel sosyal bilimlerde kullanılan kavramların en genişi hatta tanımı bile savaş alanıdır. 

Immanuel Wallerstein’in kültüre dair yaklaşımları, İngilizce yayınından iki yıl sonra tercüme edilen ve Türkiye’de pek çok okurun kendisiyle tanışmasını sağlayan Jeopolitik ve Jeokültür (1993) çalışmasında da görüldüğü üzere basit değildir. Kültürün merkezi konuma yükselme sürecini, herkesin çok iyi anlamasının son derece önemli olduğunu düşündüğünü hemen fark ederiz. Dahası kültürün dünya-sisteminde gerçekleşen büyük dönüşümlerden ayrı tutulamayacağına ve dolayısıyla diğer dönüşümlere katkıda bulunduğuna inanmaktadır. Wallerstein, liberal hakikatlere meydan okuyan 1968 dünya kültür devriminden bu yana özellikle de 1980’lerde ekonomi yahut siyasete karşıt bir şekilde kültür meselesi üzerinde yeni bir düşünsel odaklanma meydana geldiğini belirtir.  Aslında bu tartışma, 19. yüzyılın çizgisel ilerlemeci anlayışın; ekonomik ve siyasi biçimleri değiştirince dünyanın da değişeceği şeklinde özetlenebilecek inancın sarsılmasının bir ürünüdür. Böylece kültürel alan son kertede insan davranışlarının etkin sonuç alabileceği alternatif bir arena hâline dönüştü. Wallerstein’a göre kültüre duyulan alaka mevcut sistemden çıkışın başarısızlığa uğramış gözüken bilindik çarelerinden başka yolların araştırılmasını temsil etmektedir. Yazarın 1990’larda yayımlanan eserinin ehemmiyeti de tam burada ortaya çıkıyor. Zira onun bu kitapta topladığı denemelerin, dönüşüm içindeki dünya-sistemini daha iyi anlayabilmek için bugünlerde mutlaka okunması gerekiyor. Ayrıca ne yazıp söylediyse önemli ölçüde Türkçeye aktarılan fakat pek “tartışılmayan” Wallerstein’ın farklı ilgilerini otobiyografisiyle bir arada sunan The Essential Wallerstein (2000) kitabının tercüme edilmesi, onu bütüncül bir yaklaşımla kavrama çabasına katkı sunacağı gibi kendisini keşfetmeyi bekleyenler için de iyi bir başlangıç olacaktır. 

Bir belagat bayrağı

Metinlerinde kültürle eleştirel bir ilişki içinde olduğunu gösteren Wallerstein, 1980’lerdeki denemelerini bir araya getiren Jeopolitik ve Jeokültür’de çeşit çeşit anlamlar yüklenen kültür üzerine bütün hâlinde bir görüş serdetmenin zorluğunun farkındadır. Çoğu çözümlemeci gibi önce olağanüstü derecede karmaşıklığıyla bilinen kültürün çeşitli anlamlarını inceler, ardından kendi teorisi doğrultusunda kültürle ilgili birtakım temel sorunları mercek altına alır. İlerleyen sayfalarda bu kavramın kökenini, etkilerini, neden uzun süre gündemde kaldığını ve son yıllarda ona yüklenen olumlu anlamların doğasını açıklamaya çalışır. Böylece, kültürü bu biçimde yapılandırmanın sürüp gitme imkânını sürüp gitmeyecekse de bunun gerekçelerinin neler olduğunu net bir şekilde sunar. 

Immanuel Wallerstein, dünya ekonomisi içindeki diğer siyasal kurumlar arasında ulusal üstyapının yerini araştırırken kültürü de dikkate alan eş-zamanlı bir yol izler. Ne var ki, kültürün belirleyiciliğine hiçbir zaman tam anlamıyla ikna olmamıştır; öyle ki dünya-sistem analizinde kültürel etkenlerin fazla vurgulanıyor olmasına itiraz eder.  Esasen kültür savaşı, dünya ve güney kültürüyle 68 hareketini ele aldığı metinleri bu kapsamda analitik bir inceleme için büyük fırsatlar sunmanın yanı sıra daha derin sorunların varlığını da gösterir. Wallerstein’ın kültürü analitik bir kavram olmaktan ziyade, etrafında heyecanla bir araya gelinen “bir belagat bayrağı”, “büyük siyasi savaşlarda bir silah” diye anması farkındalık yaratma girişimin bir parçasıdır. 

Öte yandan Jeopolitik ve Jeokültür kitabının Türkçe baskısına yazdığı önsözde, Türkiye’nin kültürel yapısına dikkat çekmiştir ki, bu önemli bir ayrıntıdır. Soğuk Savaş sonrasında yaşanan gelişmelere sadece siyasi değil, kültürel hassasiyetle ele alan Wallerstein, bütüncül ve makro bir perspektifle şu gözlemini paylaşır: “Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı jeopolitik meseleler, jeokültürel meselelerin yanında solda sıfır kalır. Tıpkı bugün dünyanın her köşesinde olduğu gibi, Türkiye’de de insanlar kimlikleriyle çok alakadar hâle gelmiş bulunuyorlar. Batılılarca empoze edilen ve hiyerarşik bir dünyada gerçekte onları dışlamış olan, onları (bugün de) tâbi durumda tutan bir sözde evrenselcilik içinde tarihsel olarak inkâr edildiğini hissettikleri bir kimlik.” 

Kültürel geçmişi çözümlerken, kültürel geleceğin nasıl yaratılabileceğine de işaret eden hikâye bize net ve açık görünüyor. Bunları Türkiye’nin yön arayışının belirginleştiği, İslâm ve Osmanlı tarihi çalışmalarının yeni bir düzen perspektifiyle gündeme taşındığı 1990’ların başlarında ifade etmek çok önemliydi. Eklememiz gereken tek şey, Wallerstein’ın çözümlemelerine sık sık yöneltilen ekonomizm suçlamalarını ıskartaya çıkartacak yorumların bu satırlarla sınırlı olmamasıdır. Kültür fikri kimi zaman bir değerler meselesi gibi görülür. Ne var ki Wallerstein nezdinde, kültürler değişmeye dirençli, bir tür kalıcı davranış ve değerler kümesini temsil etmez. Nitekim Anlayış dergisinin 18. sayısında 2004’te yayımlanan söyleşisinde dile getirdikleri buna güzel bir örnektir. Peki, bahse değer ne var bu söyleşide? Wallerstein, Avrupa’da yaşanan dönüşümü kültürle ilişkilendirir; çok kültürlü olmayı başaramayan Avrupa içindeki kültürel çatışmadan söz eder ve şuna dikkat çeker: “Avrupa için mesele, geleceğini Hıristiyan bir kültüre mi yoksa seküler bir kültüre mi dayandırıyor olacağıdır.” Wallerstein, Batı Avrupa’daki Türkler arasında İslâmcılığın yayılmasının Avrupa’nın gündelik hayatında daha önce hiç görülmemiş şiddetli kültürel çatışmalara zemin hazırlayabileceğini dillendirir. 

 Orta yolcu liberalizm

 Immanuel Wallerstein, kültürle ilgili yazılarında kapitalist bir ekonomi olan dünya-sistemdeki ulus devletlerin hâkim rolünü çözümleyerek kültürün tarihsel zeminini tespit etmeye çalışmıştır. Avrupa Birliğinin çöküşüne odaklanan 2016’da kaleme aldığı bir metninde Wallerstein,  ABD ve Avrupa arasındaki bağlantılara değinirken kamusal alanda pek gözükmeyen “sözde kültürel değerlerden” söz eder. Modern dünya-sistemin küresel ideolojisini hüviyetindeki orta yolcu liberalizmin hâkim ideoloji işlevini gördüğü 1945-1970 yılları arasındaki hegemonyasını kültür üzerinden değerlendirmenin daha yararlı olduğunu savunacaktır. Ardından siyasi ve fikri krizlere ışık tuttuğu ölçüde, bugün belki de her zamankinden daha verimli bir perspektif sunan şu tespitleri yapar: “Sol partiler ve hareketler, birleşik yapı­larını 1945’ten önce sahip olduklarını hissettikleri kültürel özerkliği (hatta üstünlüğü) geri kazanmanın bir biçimi ola­rak kullanmak istiyorlar. Sağcı aktörler, güçlerini sözde in­san hakları denen konuda kültürel özerklikleri konusunda ısrar etmek için kullanmak istiyor. Ancak şunu bir daha ifa­de etmeliyim ki birleşme güç getirir.”   

Akışkanlık ve esneklik 

Kültürel meselelerle dünya-sistemini bir bütün hâlinde aynı kefeye koymayan Immanuel Wallerstein’ın çalışmalarında bir başka önemli nokta, 1970’lerde başlayan ve muhtemelen epeyce süreceğini varsaydığı modern dünya-sistemin süregelen yapısal kriziyle ilgilidir. Yapısal krizin bugünü ve yakın geleceği üzerinde çokça yazan Wallerstein esas meselenin kapitalizmin yeniden düzenlenmesi değil onun yerine geçebilecek bir sistem bulmak olduğunu ifade ederken sözü yeni zamanlara getirerek sol düşünceye kültür üzerinden bir alan açar. Wallerstein, sınıf savaşını sürdüren solun ancak çok kültürlülük güçleriyle çıkış yolu bulabileceği kanaatindedir. Dünya ahvali üzerine on beş günlük yorumlarından bir demet sunan Kaos ve Belirsizlik’te, küresel solun sürdürdüğü savaşı kazanması için kesinlikle kemer sıkma karşıtları ve çok kültürlülük güçleriyle gerçek bir iş birliği yapması gerektiğini ileri sürmüştür.  Hiç şüphesiz onun bir zamanlar sorguladığı çok kültürcü telakkiden medet uman bu önerisinin altında 1970’lerin sonuna doğru neoliberalizmin güçlenmesiyle birlikte solun sınıfsal söyleminin güç kaybetmesi, işçi sınıfını mümkün kılan geleneksel referansların kaybolması yatar. Anlaması zor ama mühim bir meseledir bu… Gerçekten de, geçtiğimiz otuz yıl içerisinde klasik siyasi ve ekonomik izahların geçerliliğini yitirdiğini ve artık toplumsal hareketler bağlamında kültüre ilişkin çok farklı meselelerin tartışıldığını görebiliyoruz. Ona göre yeni bir tarihsel sistemin yaratılmasını sağlamak için mevcut dünya düzeninin dışında bırakılanların tümüne düşen tüm cephelerde birden ilerlemektir. Günümüze baktığımızda da Wallerstein’in reel mücadelelere cesaret vermek için önerdiği beraberliklerin kilit noktada olduğunu, kültür savaşının hareketlerin en görünür çekirdeğini meydana getirdiğini görürüz 

Immanuel Wallerstein’ın kültür yorumunun değişken boyutlarını kavrayabilmenin en iyi yolu, kültürü son derece akışkan ve esnek gördüğünü fark etmektir. Kimi zaman kültürün sabit, değişmez olduğunu savlayan dolayısıyla kültürel ayrılıkları olumlu bakanlara itiraz ettiğini görüyoruz.  Elbette bu sadece muhayyel bir durumun tasviri değil, kısmen de olsa yaşadığımız hâlin tasviridir. Öte yandan Wallerstein,  kültürel iddiaların öne çıktığı 1980’li yıllardaki metinlerinde kültürcü anlayışın “gerçekçi yanılsamalar” olduğundan dem vuran bir dil tutturmuştur. Ama aynı zamanda kapitalist dünya-sisteminin şu andaki kaotik yapısal krizinden çıkışı için yapılması gerekenleri sıralarken kültürel direnmeye daimi bir yer tahsis ederek kültüre ek bir ağırlık yükler. Hiç şüphesiz pek çok yerde dile getirdiği gibi direnmek onun nazarında küçük, sıradan bir mesele değildir. 

Gerçekliğin eleştirel analizini entelektüel görev addeden Immanuel Wallerstein, dünyadaki değişimlerin ayrıntılı bir manzarasını çizerken kültürün öneminin farkında olmuş fakat kendi deyimiyle “paçasını kültürel tuzağa kaptırmamaya” özen göstermiştir. Bu noktada elbette analizlerinin gerçekten ne ölçüde tutarlı olduğunu sorgulayabiliriz. İçinde yaşadığımız dünyada kültürün siyasetine dair kavrayışı derinleştirme sürecinde hem kültür kavramının kendisine hem de onu gündeme taşıyan öznelerden Wallerstein’a bir inceleme nesnesi şeklinde bakmak gerekiyor. 

[email protected]