“Why do they hate us?” *Bizden neden nefret ediyorlar?

HAKAN ÇOPUR Yazar
20.06.2015

11 Eylül saldırıları sonrasında Amerikalıların sıkça sorduğu klişe bir soru vardı: “Bizden neden nefret ediyorlar? (Why do they hate us?)” Özellikle İslam dünyasının ABD’den neden bu kadar nefret ettiğini anlamaya yönelik bu soru, ister samimi ister basmakalıp olsun o gün için önemliydi.


“Why do they hate us?” *Bizden neden nefret ediyorlar?

Ortada bir nefret vardı ve bunun nedenleri anlaşılmalıydı. 11 Eylül’den yaklaşık 15 yıl sonra, özelde ABD ve İngiltere’nin, genelde ise Batı dünyasının ciddi bir Recep Tayyip Erdoğan ve Türkiye nefreti biriktirdiğini görmek için, 7 Haziran seçimlerinden önceki Batı basınının manşetlerine bakmak yeterlidir. Batı’da biriken yoğun Türkiye nefretini, geleneksel Doğu-Batı veya Müslüman-Hıristiyan düalizmine sıkışmadan daha rasyonel bir dış politika okuması üzerinden anlamaya çalışmalıyız. Belki tersinden ve ironik bile olsa bugün bizim o klişe soruyu sormamız gerekiyor: Batı; Türkiye’den, Türk dış politikasından ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan’dan neden bu kadar nefret ediyor?

Nefret kategorik mi?

Batı’nın Doğu nefretinin kategorik olup olmadığı, bir bakış açısı meselesidir. Meseleyi “Olimpos Dağı’nın çocukları Hira Mağarası’nın evlatlarını asla kabullenmeyecek” özcü çizgisinde yorumlamak ne kadar doğru ve sahici ise, daha fonksiyonel düzlemde modern Doğu-Batı ilişkilerini kapitalist düzenin çıkar ilişkileri ekseninde okumak da anlamlıdır. Bu çerçevede Suudi kralları ve Körfez prensleriyle gayet iyi anlaşan İngiliz-Amerikan elitleri için bir demokrasi sorunu yoktur; ancak AB ile tam üyelik müzakereleri yapan ve büyük oranda Batılılaşmış bir Türkiye’nin Erdoğan ve Davutoğlu gibi yöneticileri önemli bir sorun anlamına gelmektedir. Türkiye de söz konusu ülkeler gibi uluslararası çıkar dengelerinin uysal bir halkası olmayı kabul etse ortada mesele kalmayacak. Ancak kesintisiz 13 yıldır ülkeyi yöneten AK Parti, “yeni Türkiye” mottosuyla dış politikada (doğrusu ve hatasıyla) kendine özgü ve daha bağımsız bir yol tayini yaptı. Bu bağımsız yol tayini arayışı, Batı başkentlerindeki Erdoğan nefretinin belki de en rasyonel sebeplerinden biri oldu.

Bölgesel aktörlük yolu

ABD, böyle bir Türkiye’den tabii ki nefret eder. Henüz 2005 yılında iken “Afrika Yılı” ile Kara Kıta’ya esaslı bir açılımı başlatan, 2008 yılında Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi’ni gerçekleştiren ve 2010 yılında Afrika Strateji Belgesi’ni hayata geçiren Türkiye, Afrika ile 2003’te 5,5 milyar dolar olan ticaret hacmini 2014’te 23,5 milyar dolara çıkardı. 12 yıl önce 12 olan büyükelçilik sayısını bugün itibariyle 39’a çıkarmış bir Türkiye, ticaretten insani yardıma her alanda Afrika’daki varlığını hissettiren bir güç konumuna yükseldi. Bunun, Afrika’nın tüm kaynaklarını 200 yıldır sömüren Batılı ülkeleri rahatsız etmemesi mümkün müdür? Daha düne kadar Almanya’nın arka bahçesi olan Balkanlarda Bosna-Hersek ve Sırbistan ile birlikte üçlü danışma mekanizmasını kuran ve 2010-2013 arasında bu ülkeler arasında üç zirve gerçekleştiren Türkiye, TİKA gibi kurumlarının çabalarıyla sahada da yüzünü göstermeye başlamıştı.

Orta Doğu’da 1978’de kurulan Camp David düzenini kökünden sarsan Arap Baharı’na ve özellikle Mısır’ın 25 Ocak Devrimi’ne en üst düzeyde destek veren Türkiye, seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’nin askeri darbe ile devrilmesine de şiddetle karşı çıkmıştı. Batılı demokrasi havarilerinin son 30 yılda Türkiye’ye ister Kürt meselesi isterse insan hakları ihlalleri gerekçesiyle kaç kez “ihtar” verdiğini artık saymıyoruz; ama Sisi’ye bir çift laf etmeyi çok gören Batı başkentleri için Türkiye, “ekseni kaymaya” başlayan bölgesel bir güç idi artık. Arap Baharı’nı Sisi gibi darbecilere destek verme pahasına kendi lehine çeviren aktörler, IŞİD gibi taşeron terör örgütleri üzerinden bölgesel planlarını gerçekleştirmeye çalışırken Türkiye, bu oyunların ortağı olmayı her seferinde reddetti. Biz Irak ve Suriye özelinde IŞİD’in varlık amacını tartışırken hem Türkiye’nin 2014 yılında Kuzey Irak’tan dünyaya transfer etmeye başladığı Kürt petrolü tehdit altına girdi, hem de ABD eliyle PYD’ye yeni alanlar açıldı. Bu kaotik Orta Doğu görüntüsü içinde aktif bir dış politika güden bir Türkiye, elbette Anglo-Sakson cephe için huzursuzluk kaynağı olacaktı.

Uluslararası sisteme kafa tutmak

Türk dış politikasında süreklilik ve değişim, son 15 yılın belki de en çok tartışılan konularından biridir. Tüm dünyanın ama özellikle uluslararası sistemin ana aktörlerinin anlamak istediği şey, AK Parti’nin İslamcı bir çizgiye sahip olup olmadığıdır. Görünen o ki, o günkü Başbakan Erdoğan’ın Ocak 2009’da Davos’taki “oneminute” çıkışı, aynı yıl Mayıs ayında Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasıyla başlayan neo-Osmanlıcılık tartışması, “Türkiye’nin ekseni Doğu’ya kayıyor” propagandasıyla vücut buldu. Yani Batı, cevabını aradığı soruyu kendince çözmüştü. Bir yıl sonra Mayıs ayında, Türkiye’nin (Brezilya ile birlikte) başta ABD olmak üzere neredeyse tüm Batı korosunun ortak itirazına rağmen İran ile Tahran Deklarasyonu’na imza atması ve Haziran’da BM Güvenlik Konseyi’nde oylanan İran’a yaptırım paketine hayır oyu vermesi, Batılı güçler nezdinde Türkiye’yi “hizaya çekilmesi gereken” gevşek bir müttefik konumuna sokmuştu. Bu tür adımlarla sisteme kafa tutan ve en üst perdeden “Dünya 5’ten büyüktür” tezini savunan bir Türkiye’yi ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın, Fransa’nın veya İsrail’in sevmesini mi bekliyorduk!

Türkiye’nin geleceği ve İslam

Türkiye, aktif bir dış politika takip ederek son 12 yılda hemen her alanda belli ölçüde mesafe kat etti. Alınan her mesafe yeni bir kazanım demekti ve her yeni kazanım sonraki adımların önünü açtı. Tek başına iktidar olmanın verdiği istikrar ve güven duygusuyla dış politikanın hemen her alanında daha önce atılmamış adımlar atan AK Parti, Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu isimleri etrafında İslam dünyasının tamamında halkların sevgisini kazandı. Türkiye’nin bu dinamik dış politikasından, tüm Orta Doğu ve Kuzey Afrika başkentlerinin memnun olduğu elbette söylenemez; ancak bu ülkelerin çoğu ile ilişkilerini derinleştiren Türkiye, bugün Katar’da askeri üs kurma noktasına gelmiştir. Bununla beraber Suudi Arabistan’ın Mısır, İran’ın da Irak ve Suriye üzerindeki nüfuz alanlarının Türkiye’nin yaklaşımlarıyla örtüşmediği açıktır. Bir yandan da IŞİD gibi artık bölgesel bir terör örgütü olma yoluna giren bir oluşumla doğrudan ve dolaylı mücadele etme zorunluluğu vardır.

Orta Doğu’nun bu kaotik atmosferinde, 7 Haziran seçimlerinden tek başına iktidar istikrarını kaybederek çıkan Türkiye’nin yakın zamanda atacağı adımlar, sadece iç politikayı ve ekonomiyi değil, Orta Doğu’yu, Kuzey Afrika’yı ve toplamda uluslararası sistemin dengesini etkileyecek derecede önem arz ediyor. Muhtemel bir koalisyon hükümetinin ömrü ve dış politikada atabileceği adımlar tartışmaya açıktır. Muhtemel bir erken genel seçimin ne getireceğini ise henüz kimse bilmiyor.

Türkiye yola nasıl devam edecek?

7 Haziran’a giderken Batı basınının özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkındaki ahlaksız propagandalarının seçimleri pek fazla etkilediğini düşünmüyorum.Ama bu “diktatör”, “sultan” ve benzeri yakıştırmaların uluslararası kamuoyuna vermek istediği önemli bir mesaj var: “13 yıllık AK Parti iktidarı ve onun lideri Erdoğan, artık otoriter bir noktaya varmıştır, söz dinlememektedir ve bertaraf edilmelidir.” Darbeci Sisi’yi resmî törenlerle karşılayıp seçilmiş Cumhurbaşkanı Erdoğan’a diktatör yaftası vurmak, herhalde Batılılara özgü bir genişlik olsa gerek. Bu nefret boyutuna varan Erdoğan karşıtı söylemin gerçek sebebi, Türkiye’nin 1 Mart Tezkeresi’nin reddi ile başladığı, 2009’da “one minute” ile vitesini yükselttiği ve nihayet 2011’den sonra alenen dile getirdiği yeni dış politika çizgisidir.

Etrafımızdaki hengâme aynı süratle devam ederken Türkiye’nin dış politikada kısmen dahi olsa mecburi fren yapması, bugün için zaruri bir durum gibi gözüküyor. Bu zaruriyet vesilesiyle dış politikada neyi doğru, neyi yanlış yaptığımızı oturup yeniden tartışabiliriz; ancak net olan şey, 90’ların patinaj yapan Türkiye’sine dönme ihtimalimizin dahi artık kabul edilemez olduğudur. Türkiye, dış politikada etkin, yapıcı, aktif ve sahada daha güçlü bir şekilde yoluna devam etmelidir; aksi halde yıllar süren kazanımları kısa sürede tehlikeye atmak işten bile değildir.

[email protected]