Wildersleşen Avrupa ve Türkofobi

Prof. Dr. Özcan Hıdır / Rotterdam İslam Üniversitesi, Hollanda
18.03.2017

Rotterdam olayı-krizi sonrasında iyice gerilen Hollanda Türkiye ilişkilerinin bu minvalde sürdürülmesi her iki ülke ve özellikle Hollanda’da yaşayan, vatanını seven ancak yaşadığı Hollanda’ya da katkı yapmak isteyen Türklerin uzun vadede maslahatına değildir. Zira bu kriz en çok Hollanda’da yaşayan ve 60 yıllık periyotta önemli kazanımlar elde eden Türklere zarar verecektir.


Wildersleşen Avrupa ve Türkofobi

Son bir hafta Türkiye’de, Hollanda, ana gündem maddelerinden biri oldu. 11 Mart akşamı Rotterdam’daki menfur olay ve akabinde 15 Mart Hollanda genel seçimleri bu gündem ve yoğun ilginin oluşmasında başat rol oynadı. Şunu söyleyebiliriz ki, Rottterdam olayı sebebiyle hâlihazırda alabildiğine gerilmiş olan ve 400 yıllık bir geçmişe sahip Türkiye Hollanda ilişkileri muhtemelen belli bir seviyede tekrar düzelecek. Ancak Rottterdam olayı ve bu olay sebebiyle Hollandalı siyasetçilerin yüzyıllardır savunulan değerleri adeta ayaklar altına alan tutumu, Türkiye Hollanda ilişkiler tarihine “kara bir sayfa” olarak eklenecek. Öte yandan Avrupa ve Hollanda’da bir müddetten bu yana Türkiye, Erdoğan ve 16 Nisan referandumu çoğunlukla negatif anlamda zaten ilgi odağıydı. Sürekli ısıtılan ve algı operasyonlarıyla gündemden hiç düş(ürül)meyen konular arasında yer alıyordu. Ancak tahmin edileceği üzere bu yoğun ilginin sebebi, özellikle aşırı sağcı Wilders’in söylem ve eylemleriyle ivme kazanan-aktive edilen ancak tarihsel köklere de sahip İslam karşıtlığı, Türkfobi olmakla beraber son aylarda buna bir korku ve karşıtlık daha eklendi: “Referandumfobi”

Farklı yazılarımda atıf yaptığım ancak henüz literatüre girmemiş olan bu iki korku, en son “Hollanda-Rotterdam’da Aile Bakanımız Fatma Betül Sayan Kaya şahsında Türklere yapılan akıldışı-histerik muamele ile bir kez daha iyice belirginleşti ve adeta modern versiyonlarıyla tarih tekerrür etti. Bilhassa bu olay sonrasında Hollanda ve Avrupa medyasında Cumhurbaşkanımız Erdoğan hedef alınarak sürekli menfi propaganda yapıldı, “diktatörlük” suçlaması daima ısıtıldı. Referandum ile Türkiye’nin “bir diktatörlük olacağı”na dair algı operasyonları yapıldı, yapılıyor. Peki neden 16 Nisan referandumu Avrupa’yı bu denli ilgilendiriyor?

Liderlik ve proaktif siyaset

Bu sorulara ülkelere ve bakış açılarına göre pek çok cevap verilebilir. Ancak Rotterdam olayını da kapsayacak şekilde, bu söylediğimizin en önemli nedeni, güçlü liderlik ve istikrarlı bir yönetime kavuşan Türkiye’nin önlenemez yükselişi, Batı’dan ve AB’den bağımsız politika geliştirmesi, uluslararası olaylara müdahil olabilme kabiliyetinin her geçen gün artması, hinterlandındaki ve dünyadaki olaylarda pro-aktif siyaset izlemeye çalışması, yurtdışındaki vatandaşları-soydaşları ile yakından ilgilenen kurum ve kuruluşlarını kurarak bir diaspora siyasetini hayata geçirmeye çalışmasıdır. Ayrıca ”nüfus”unu nitelikli hale getirerek ”nüfuz”lu olma yolunda ilerleyen ve dolayısıyla Avrupa’nın yaşlanmasını da hesap edersek, yakın gelecekte Avrupa’nın Türkiye’ye muhtaç olacağı bir Türkiye Avrupa’da önemli bir korku kaynağı olsa gerektir. 16 Nisan referandumu ile bu yükselişin çok daha hızlı seyredeceği ve Türkiye’nin bileğinin bükülemez hale geleceği endişesi-korkusu medyadaki haber-analizlerde öne çıkıyor. Bu anlamda manipüle edilemeyen, yönlendirilemeyen ve hatta yeni bir dünya düzenine yol alındığı günümüz reel politiğinde Rusya ile ikili ilişkilerini güçlendirmiş, güçlü bir Türkiye, AB’nin ve onun motor gücü olan Almanya’nın kabusudur. 15 Temmuz sonrası FETÖ ve PKK mensuplarının da etkisiyle Türkofobinin ve Erdoğanfobinin iyice tavan yaptığı, Türkiye, Türkler ve Erdoğan üzerinden prim yapma çabalarının görüldüğü Hollanda’daki basiretten yoksun siyasetçiler eliyle böyle bir noktaya gelinmiştir.

Bu korkunun önemli nedenlerinden bir diğeri de, yukarıda da değindiğimiz üzere, Avrupa’da özellikle Almanya, Hollandai Avusturya, İsviçre, Belçika gibi ülkelerde yoğun olarak yaşayan Türklerin, son tahlilde yaşadıkları ülkeye mi yoksa Türkiye’ye mi bağlı olduğuna dair tartışmalar olsa gerek. ”Aidiyet-sadakat” tartışmaları ile yakın ilgisi bulunan bu olgu, aslında entegrasyon-asimilasyon tartışmalarının en kritik noktasını oluşturuyor. Buna göre ilgili Avrupa ülkeleri özellikle Türkiye’nin ve Erdoğan’ın bu Türklerle, eskiye nazaran çok daha yakından ilgilenmesi ile korkuya kapılmıştır. Dolayısıyla karar vericiler, ülkelerinde yaşayan Türkleri yüzde 100 Avrupalı, Alman veya Hollandalı görmek istiyor ki, bunun asimilasyona eğilimli entegrasyon anlayışı olduğu söylenebilir. Hollanda Başbakanı Rutte, Rotterdam olayları sonrasında, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın Hollanda’daki Türklerden ”vatandaşlarımız” diye söz etmesinden duyduğu rahatsızlığı açıkca ifade etti. Ancak esasen bu tür itici-incitici, exclusivist-dışlayıcı söylem ve eylemlerin Türklerin Avrupa’da bulundukları ülkeye sadakatinde önemli bir aşınmaya yol açacağı hiç düşünülmüyor. 

16 Nisan referandum kokusunun en önemli saiklerinden biri de, hiç şüphesiz 1 Kasım seçimlerinde Ak Parti’nin Almanya, Hollanda, Avusturya –veya genelde yurtdışında- gibi ülkelerde Türkiye ortalamasının çok üzerinde alması ve dolayısıyla referandumda da bu oyların büyük oranda ”evet” yönünde olacağına olan kanaattir. Ne var ki bütün bu engelleme faaliyetlerinin Avrupa’daki Türkler arasında, referandumda ”evet” oylarını önemli oranda artırdığı söylenebilir.

Fabrika ayarlarına dönüş

Avrupa aslında yanıltmadı. Türkiye ve Erdoğan karşısında, demokrasi, ifade ve toplantı özgürlüğü gibi sürekli öne çıkardığı değerlerini tersyüz ederek adeta fabrika ayarlarına döndü. Zira her fırsatta medeni değerleri, demokrasiyi, özgürlükleri öne çıkaran Hollanda –ve tabi Avrupa- isteseydi bu olayı demokratik haklar ve özgürlükler muvacehesinde sühuletle çözebilirdi. Kaldı ki Ankara’da büyükelçilik de yapmış olan Hollanda Dışişleri Eski Bakanı Ben Bot ve ünlü avukat Knoops gibi sağduyulu Hollandalıların da belirttiği gibi, iki Türk bakana yapılan muamele dostluğa sığmamış olup hukuki temeli yoktur. Üstelik kriminal olaylar araştırmacısı Ptetter de Vries, Hollanda’nın çifte standartlı tutumuna işaret ederek Hollanda Dışişleri bakanı Timmermans’ın 2013 yılında Kiev’deki rejim karşıtı yürüyüşlere katıldığını belirtiliyor. Yine Amsterdam Vrije Üniversitesi’nden Prof.Dr. Thomas Spijkerboer da bu olay sonrasında Hollanda’nın özgürlükten bahsetmesinin hiç de inandırıcı olmayacağını söylüyor.  Bu anlamda Rotterdam’daki menfur olay, bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Aslında Mehmet Akif merhumun da ifade ettiği üzere, “tarih tekerrür etti” ve tarihteki Türkfobi zihinlerde güncellenip aktive edildi. Ne de olsa tarihte Avrupa’da “Mama li turchi=anneciğim Türkler geliyor” söylemi kullanılıyordu. Bugün de adeta bu söz güncellenerek “Mamma li Erdoğan” şekline bürünmüş gözüküyor. 

Rotterdam’a aslında ne olduğu sorusunun cevabı yakında bütün boyutları ile ortaya çıkacak. Hollandalı yetkililer, bugünlerde Türkiye’yi, Erdoğan’ı ve özellikle de Rottterdam başkonsolosumuz ile UETD Hollanda yetkililerini suçluyor. Ancak olayları birebir yaşayan Hollanda’daki UETD yetkilileri henüz konuşmadı ve seçim sonrasındaki bugünlerde gerçekte ne olduğunu Hollanda medyasına da anlatan detaylı bir beyan yayımlayacakları beklentisi mevcuttur. Zira şu an Hollanda medyasında FETÖ’nün ve devşirmelerin de etkisiyle olayın sorumluluğunu Türkiye’ye, Erdoğan’a, Rottterdam başkonsolosumuza ve UETD’ye yıkma atraksiyonları ile karşı karşıyayız.

Olayın vuku bulduğu Hollanda’nın ikinci büyük şehri Rottterdam’ın Fas asıllı Müslüman belediye başkanı Aboutaleb’in söylem, eylem ve tutumlarına da bir parantez açmak icap eder. Faslı olmasına rağmen Hollanda ve Rottterdam’daki Faslılarca da pek sevilmeyen Abpotaleb, özellikle 15 Temmuz sonrasındaki süreçte Türkiye, Erdoğan, Türkler ve Türk kurum ve kuruluşlarına yönelik açıklamalarıyla sürekli gündeme geldi ve FETÖ ve PKK mensuplarıyla diğer Türk kuruluşlarını aynı masada toplamaya çalıştı, Rottetrdam konsolosumuz ve Lahey’deki maslahatgüzarımız ile gerçeği yansıtmayan-dezenformasyon ürünü polemiklere girdi. 15 Temmuz sonrasında Başkonsolosluk önünde Türk bayrakları ile gösteri yapanlardan rahatsızlık duyan siyasetçilere şirin görünme adına “Türk başkonsolosu makamımda hizaya çekecektim” türü beyanlarda bulundu. Bunun üzerine medyada “Başkonsolos Aboutaleb’in ayağına gidip hesap verecek” diye algı ürünü olan haberler çıkmıştı. Son olayda ise “Başkonsolos bana Bakan’ın toplantı yapmayacağını söyledi” diyerek yalan mahsulü bir beyanda daha bulundu. Zira gerek Başkonsolos gerekse UETD yetkilileri kendisine olay öncesinde Bakan’ın geleceğini bildirmişlerdi. Kaldı ki bu kamuoyunun bile bilgisi dahilindeydi. Aboutaleb, Bakan Kaya’nın sınır dışı edilmesi için ancak teröristlerle müdahalede kullanılan bir timi görevlendirdiğini ve “Şayet Türk Bakan’ın korumaları yanlış bir harekette bulunsaydı vur emri verdiğim tim tarafından vurulacaklardı” korkunç açıklamasını yaptı. Daha önce Başbakan Rutte’nin de ülkenin terörizmle mücadele koordinatörü Dick Schoof ile görüştüğü biliniyor. Bütün bunlar, Hollanda’nın bu olayı bir “terör olayı” gibi gördüğünü de gösteren gelişmelerdir. Öte yandan görünürde Hollandalılarca “başarılı” gibi lanse edilen ancak Türklerce krizin önemli mimarlarından olduğu kanaati hakim olan Aboutaleb’in, ilişkilerin düzelmesi durumunda “kurban” verilebileceği yorumları da yapılıyor.                       

Kriz Türklere zarar verir

Bu krizi “kontrollü” olarak tırmandırmak da seçim öncesinde Rutte’nin işine geldi. Ne de olsa en önemli rakibi, seçim öncesi anketlerde patileri başa baş görünen, İslam, Kur’an, Hz. Peygamber, Türkiye ve Erdoğan karşıtlığını-düşmanlığını partisinin temel mottosu haline getiren ırkçı parti PVV lideri Wilders idi. Nitekim Rutte “Wildersleşme”si ve onun rolünü ustaca çalmanın meyvesini Çarşamba günü yapılan seçimlerde aldı. Hollanda medyasındaki anketlerde-analizlerde Rutte’nin Rotterdam olayını iyi yönettiği ve seçimi de “Ankara-Erdoğan sayesinde kazandığı” yorumları yapıldı, yapılıyor. Rutte’nin 33 sandalye ile birinci, Wilders’in 20 sandalye ile ikinci olduğu seçimlerde en dramatik sonuç, yaklaşık üç yıldır koalisyon ortağı olduğu hükümette Başbakan Yardımcısı olan ve aynı zamanda İşçi Partisi’nin (PvdA) liderliğine de seçilen L. Ascher’in 38’den 9’a düşen sandalye sayısı oldu. Bunun en önemli nedeni, koalisyon hükümetinde entegrasyon ve sosyal politikalardan sorumlu olan Ascher’in, daha önceki dönemlerde yoğun desteğini aldığı yabancılara, Müslümanlara ve bilhassa Türklere-Türk kurum ve kuruluşlarına yönelik ön yargılı, Türkfobik söylem ve eylemleri oldu. Tabiatıyla bir diğer etken de diğer sol ve liberal sol partiler olan D66 ve Yeşil Sol’un liderlerinin performansları oldu. İlk kez bu genel seçimlere katılan Türklerin kurduğu DENK Partisi üç milletvekili ile önemli bir başarıya imza attı. 200 bin civarında oy alan bu partinin bundan sonrasındaki performansı özel önem arzediyor.

Rotterdam olayı-krizi sonrasında iyice gerilen Hollanda Türkiye ilişkilerinin bu minvalde sürdürülebilmesi her iki ülke ve özellikle Hollanda’da yaşayan, vatanını seven ancak yaşadığı Hollanda’ya da katkı yapmak isteyen Türklerin uzun vadede maslahatına değildir. Zira bu kriz en çok Hollanda’da yaşayan ve 60 yıllık periyotta önemli kazanımlar elde eden Türklere zarar verecektir. Türkiye açısından yapılması gereken, bir yandan iki bakana yapılan diplomatik cinnet mesabesindeki histerik olayın müsebbiblerinin takibi ve çifte standartlı tutumları deşifre ederken diğer yandan ortamı daha fazla gerecek söylem ve eylemlerden kaçınıp bu krizin aşılmasına katkı sunacak yolların aranmasıdır.                    

[email protected]