Y kuşağının görmediği yasaklar

Ayşe Keşir - Yazar
13.07.2013

Bunlar bir çırpıda yazılan ama zor yaşanan yasaklar... Y kuşağı bilmez, yetişmedi o günlere. Özgür olsun çocuklar, özgürce ‘var’ olsun, özgürce ‘var’ etsinler. 70’li, 80’li yılların çocukları, gençleri adına tarihe küçücük bir not düşülsün ve sadece tarihte kalsın istedim.


Y kuşağının görmediği yasaklar

uşağı benden kıdemli olanlara selam olsun...

Benim gibi, tevellüdü 1967’e tekabül edenlerin, hem seksen öncesi hem de seksen sonrasına ait o kadar farklı tecrübeleri var ki. 

Seksen öncesinin çocuklarıyız biz... İlk gençliğimizde tanıştık postallarla, tanklarla...

Rastın, hicazın, türkünün sakıncalı olduğu, ezanın tam 18 yıl yasak olduğu ülkenin, varisleriyiz biz. 

Çocuktum ufacık...

İstanbul Sultanahmet Adliyesi’nin bir üst sokağında geçen çocukluğumda, 8-9 yaşının ufacık gözleriyle, birkaç metre mesafe ile tanıklık ettim, bir gencin dövülerek, ölümün kıyısına nasıl geldiğine?

Yumurta topuğun moda olduğu günlerde, peş peşe alınan topuk darbeleriyle, yüzün nasıl tanınmaz hale geldiğini; deli akan kanların, birilerinin nasıl mezesi olduğunu; oyun alanımız olan bahçede, topumuzun kaçtığı yerden tabanca toplayışımızı...

Okula gitmek için evin köşesini döndüğümde birkaç metre ara ile yerde yatan cesetlerden korkup eve geri gelişimi dün gibi hatırlarım.

Ayrımcılığı da daha 6 yaşında ilkokula giderken tecrübe ettim... Çocuğunu inandığı gibi yetiştirmek isteyen, bir imamın kızı olarak... Ondandır ki, farklı olmak ve farklı olanla yaşamak, çocukluğuma ait bir tecrübedir.

Bir sabah saate yanlış bakıp, “annem uyanamadı herhalde” diyerek, okula gitmek için, bir saat erken alelacele evden çıktığımda, tanktan ve askerden başka bir şey olmayan sokakta, “Burası neresi? Bir simülasyon mu, başka bir boyutta mıyım?” diyen tanımsız duygu, 12 yaşındayken ansızın yakaladı beni... 

Bir sağdan bir soldan fidanlar...

Televizyon ve radyodan başka iletişim aracı yoktu evimizde. Yazıldığımız telefon bilmem kaçıncı yılında hala çıkmamıştı.

Almanya’da dayım, İngiltere’de kuzenim vardı. Dolar ve mark da yasaklıydı o günlerde... Cebinizde taşıyamazdınız...

12 Eylül ile birlikte, siyasi yasaklarla tanıştık önce, yasak kitaplar, yasak sanatçılar... Yazarlar ve şarkıcılar, yurt dışına kaçtı. Cem Karaca mesela... Annesi Toto Hanımın avukatının yazıhanesi bizim sokağın başında, evimize birkaç bina mesafedeydi. Sık sık gelirdi avukatın yanına, biz de gelip geçerken çocuk gözlerimizle tanıklık ederdik, bir annenin oğlu için çırpınışına...

“Bir sağdan bir soldan” kaç fidanın “Asmayalım da besleyelim mi?” denilerek darağacına gönderildiğine tanıklık ettik. 

Hatta idam edilen gençlerden, Halil Esendağ’ın kefen için parasının olmadığını, 20 kişi bir araya gelip yine kefen parasını toparlayamadıklarını, aralarından birinin nevresimlerini arkadaşları için kefen olarak diktiklerini, Cengiz Baktemur’un ise taburesinin cellât tarafından ilk tekmelendiğinde, can çekişip, ölümün uzadığını, içlerinden birinin “böyle işkence olmaz, tutun kaldırın” dediğini, celladın tekrar gelip, bu defa ipi boynuna tam geçirdiğini ve tabureye bir tekme daha atıp, Cengiz’i iki kez idam ettiğini ve onlarca hazin hikâyeyi ise, çok sonra öğrendik.

Yasak kitaplar vardı, yasak yazarlar... Kimileri hayatta, kimileri çoktan göçüp gitmiş, yadigâr kalan kitapları ve ismi bile yasaklı olmuştu.

İmam Hatip öğrencisi olarak ilk kez başörtüsü yasağını 12 Eylül sonrası tecrübe ettik. Başörtülerimizi çıkarıp, ne olduğunu anlamadığımız, biçimsiz,  hem hocalar hem de Türkiye için yeni olan boneler taktık kafamıza.  

Liseyi bitirip üniversite tercihlerimde ilk sıraya İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nu yazınca rahmetli babamın ilk sorusu “Başörtüsüyle bu mesleği yapabilecek misin?” olmuştu. 

1987’de başörtüsü tekrar yasaklandı okullarda. Okulun müstahdemi, aldığı emirle kollarımızdan tutarak attı bizi okuldan. Büyük bir hevesle, ilk tercihe yazdığım okuldan... Okulda devam zorunluluğu yoktu, biz bir şekilde bitirdik ama bazı arkadaşlarımız tıp fakültesi beşinci sınıftaydı...  Bıraktılar okullarını, bazıları da yurt dışına gurbete gitti okumak için.

Hem kadın hem de erkek polisler üniversitenin güvenliğinden sorumlu olarak, “vazife” dediler, başörtülü kızları okula almadılar. 

Bosna’daki kadınları yalnız bırakmamak için yürüyüşler yaptık, başörtüsüne özgürlük için oturma eylemi yaptık, pankartlar, dövizler taşıdık, toplu telgraflar çektik. Ama polise kilit taşı atmadık, maske takıp araç yakmadık, molotof kokteyli atmadık, doğrusu, aklımıza bile gelmedi.

Mezun olduktan sonra, başörtüsüyle kamuda çalışmayı öngöremedik bile... Öğrenilmiş çaresizlikti belki de... Özel sektörde işe başladığımda göreve yeni getirilmiş olan yazı işleri müdürü “İşe ilk aldığım personel başörtülü olmasın, başka elemanlar da alacağım, arkadaşların var mı?” diye sormuştu. Öğle yemeğinde dahi alkol alan müdürüm, ateist olduğunu daha sonraları söyleyen foto muhabiri arkadaşlarımızla birlikte, çalıştık, takım olduk ve iş ürettik biz.

Birkaç aylık çömez bir muhabir iken müdürüm beni, o dönem, Yunus Emre ile meşhur olmuş bir sanatçıya röportaja göndermişti. Alınan bir randevu olmasına rağmen, kendimi tanıtmak için yanına gittiğim sanatçı, bir oda dolusu insanın yanında, yerinden aniden kalkarak, bağırmaya başladı. “Seni bana nasıl gönderirler? Benim çağdaş yaşamı destekleme üyesi olduğumu bilmiyorlar mı?” diyerek yüksek tonda bir dizi hakareti de beraberinde sıraladı. 21 yaşında genç bir muhabir olarak sırtımdan aşağıya süzülen teri hala aynı sıcaklıkta hissediyorum. Hem hakaret işitmiştim hem de röportajı yapamayacaktım. Zihnimde onlarca cümle birkaç saniye içinde fır döndü. İşime olan saygım, işittiğim hakaretin önünde gelmişti ve ağızımdan “Ben buraya işimi yapmaya geldim, müdürüm benden haber isteyecek, o zaman ben de röportajı bu gerekçeyle yapamadığımı mı yazıp vereyim?”  sorusu döküldü. Herkes derin bir nefes aldı ve ben tam iki saat süren bir röportaj yaptım. 

70’lerin, 80’lerin çocukları

Benden nefret eden insanlarla bile çalışıp iş çıkarmanın ilk tecrübesidir bu...

Sonra 28 Şubat süreci; tankların sivil insanlara gözdağı verdiği, bugün “kadın hakları” diye feryat edilirken, o gün eş durumundan dahi başörtüsünün sicil bozduğu, eğitimli başörtülü kadınların bırakın çalışmayı, kocalarının sicilleri için evden dışarı çıkamadığı, kocalarından ayrı, başka başka hayatlar yaşadığı günleri tecrübe ettik biz... 

Hasbelkader iş bulmuş başörtülü birkaç kız ise “Başka çalışacak yeriniz yok” denilerek arka odalarda, üç otuz paralara çalıştırıldılar. Geçim derdinden, komisyon karşılığı devre mülk pazarlama işinde çalışan doktorasını yapmış başörtülü kadınlar vardı.

Şair ve şiiri serbest dolaşırken, okuyan ise hapse girerdi, bir zamanlar... Ayrıca; Devlet Güvenlik Mahkemeleri vardı. Bazı iller “olağanüstü haller” içindeydi. “Kadının adı yoktu” ya, muhafazakâr dindar kadının ise cismi bile yok sayıldı. Bunlar bir çırpıda yazılan ama zor yaşanan yasaklar...

Y kuşağı bilmez, yetişmedi o günlere... 

Özgür olsun çocuklar, özgürce “var” olsun, özgürce “var” etsinler... 70’li, 80’li yılların çocukları, gençleri adına tarihe küçücük bir not düşülsün ve sadece tarihte kalsın istedim.

[email protected]