Ya Allah menna gayrek ya Allah

Mustafa Ekici / Yazar
24.12.2016

Bir insanı öldürmek elbette kötüdür, ama düşman kapına dayandığında, haddi aştığında, onuruna, namusunda göz diktiğinde, evini barkını talana yeltendiğinde artık savaş kaçınılmazdır ve cesur olmak gerektir. Hemen kapımızın eğişinde çocuklar doğrandığında, işkence ve ölüm kaburgalarına gümlediğinde mazlumun, savaş büyük bir onur, büyük bir şeref, ölmek, ölebilmek büyük bir erdemdir.


Ya Allah menna  gayrek ya Allah

zayıf bırakıldılar,

zülme uğradılar,

el açıp inlediler;

‘bize katından bir yardımcı gönder,

bir dost yolla bize Tanrım,

bizi bu zalimlerden kurtar Tanrım’ diye feryad ettiler,

mazlum erkekler, kadınlar ve çocuklardı,

bu feryada kulak mı tıkıyorsun şimdi,

sana ne oldu be adam, Allah için,

bu çocuklar için de savaşmaz mısın?

(4/7’den mülhem)

Rahmetli Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı adlı eserinde insana dair müthiş bir metafor koyar ortaya; İnsan der dört zindanın içine doğar. Doğa, tarih, toplum ve  benlikten oluşan katmanlı zindanlardır. Her biri çetin mücadeleler gerektiren bu zindanlardan kurtuluşun en zor olanı, en güçlü mazgallara sahip olanı şüphesiz ‘ben’ zindanıdır. Diğerlerinden kurtuluşun yolu bilgi ve üretmek, güç temerküz etmek gibi nispeten erişilebilir bir menzilde iken, ‘ben’den kurtuluş o kadar kolay değil. Bütün büyük dinlerin, insanlığı sarsan büyük söylevlerin,  kitapların, yol gösteren, ufuk açan büyük adamların/kadınların hemen hepsinin odağında işte tam olarak bu büyük zindandan çıkış bulunmaktadır. İnsanı ontolojik olarak bir üst varoluşa, varlık kademesinde bir üst değer ile irtibatlamaya dair bu büyük çabanın adı aşktır, adanmaktır, kendi benliğini aşabilmektir, imandır. Bu anlamı ile insan bir insan olma potansiyeli ile doğar, kesbiyeti oranında insan olur. İnsan yani salih amel işleyen, insan yani merhamet eden, insan yani adil olabilen, insan yani ‘ben’e dair küçük çıkar zindanını parçalayıp iman edebilen.

Bu anlamıyla yaşam, İslam’ın mübarek mesajının vaaz ettiği gibi gerçek bir imtihandan ibarettir. Beşerin insan olma, insan kalma mücadelesinde, insana, insanı insan kılan değerlere yönelik muazzam şeytani saldırıya karşı muhteşem direnişinde sebat etme, insanlık çizgisi üzerinde sabit kalma imtihanından.

Sekülerizm insanı azaltıyor

Bugün Batı’da ve Doğu’da temerküz eden iktidar odaklarının hemen hepsinin dayattığı profan ve seküler yaşam ile insan gittikçe azalan, gittikçe silikleşen, Şeriati’nin zindan metaforunda adeta boğulan, iniltisi çıkmayan soluk bir varlık izine dönüşüyor. Bu nedenle her gün ekranlarımıza yansıyan parçalanmış çocuk cesetleri, kadınların göğe erişen feryad/figanları, ne için yapıldıkları bile anlamsızlaşan katliamlar, aklı zorlayan kıyımlar, yıkımlar bir yankı bulmuyor. Ruh hallerimizi bir an bozan kötü resimler olarak ekranlardan akıp geçiyorlar.

Şairin dediği gibi diyoruz en çok: “Katliamlar ne kötü be birader.”

Bu kadardır, zülme, adaletsizliğe, yıkılan şehirlere, parçalanan çocuklara, sürülen, bombalanan, yakılan insanlara dair isyanımızın hepsi budur. Liberal dünyanın önümüze koyduğu ve istatistiklerle süslediği, akıl uyuşturan bilim ve sözde sanat ile propaganda edip üzerinde tepindiği ‘dünya insanı’nın bütün tepkisi budur: Savaş kötüdür be birader.

Uzayan ömür, azalan bebek ölümleri, kısalan mesafeler, çaresi bulunan hastalıklar, teknolojideki ilerlemeler, uzay seferleri… Bütün bunlar bir tek çocuğun ağlamasına değer mi sizce? Bir tek çocuğun korkutulmasına, bir tek çocuğun öldürülmesine… Oysa sadece Suriye’de 100 binden fazla çocuk öldürüldü! O zaman bu barış dolu dünya teraneleri ile süslenip önümüze sürülen liberal mavalları fazla ciddiye almamak gerekir, zulme rıza gösterecek kadar rezil bir derekeye sabitlenen bir düzey olarak tasarladıkları‘insan’, olsa olsa bir insan müsveddesi olabilir.

Bunca okula, üniversiteye, devasa bilim kurumlarına ve uzun eğitim süreçlerine karşın ortaya, zalime ses bile edemeyecek, vahşice doğranan mazlumlara dönüp bakmaya bile tenezzül etmeyecek, yaşamın en müptezel seviyede terkedilemez haz olduğuna inanan güdük bir varoluş dayatmıştır modern/liberal dünya. Oysa esas olan medeniyetin beşer soyuna ne kadar insan olma, insan kalma fırsatı, hakkı, ortamı verebildiğidir. Haktan yana olabilme, adaletin tarafı, mazlumun, gadre uğramışın tarafı olabilme erdemi kazandırabildiğidir. Bu yüzden olsa gerek büyük medeniyetler diktikleri binalar, yonttukları mermerler ile değil, ortaya koydukları şahsiyetler ile övünür. Biz misal Hz. Muhammed (sav) ile övünürüz, Ali ile, Ömer ile övünürüz, Ebubekir ile…

Devletlerin çıkarları, sırları, zorunlulukları olur. İnsanların ise imanları, vicdanları, merhametleri olur. Merhameti, vicdanı, imanı olan insan olur. Etrafımızda olup bitenlere, bir devlet aklı ile, bir siyasa ile bakmak elbette bir siyasi derinlik, bir strateji, bunların kullanımında imkanlar, kurumlar gerekli kılar. Ve hiç şüphesiz bu bakış belli çıkarlar, zorunluluklar, ilişkiler ve sırları içkindir. Devasa bir makine olan bu siyasi bakış açısı, bazı zaman dün dediğinin aksini yapmak durumunda kalabilir. Oysa insan kayıtlı olduğu bir değer ile hareket eder. O değerde, bir imtihan olarak o değere bağlılıkta gücü nispetinde sabit kalmaya ahd etmiştir. Devlet denen mekanizmaya bir ruh katacak olan işte bu değer ile kayıtlı insandır, bu vicdan sahibi mümindir. Sorumlusundan vatandaşına devleti adalet ile, hak ile harekete zorlayacak olan, mazlumlar için taraf olmaya itecek olan işte bu mümin insandır. Nitekim bütün dünya mazlum Suriye halkının acılarına sırtını dönmüşken Türkiye’yi böyle diğergam kılan şey tam olarak budur.

Hak ile batıl tefrik edilmeli

Sasani Devleti ile Müslümanlar arasında meydana gelen ve Sasani İmparatorluğu’nun yıkılması ile sonuçlanan Kadisiye Savaşı’nda, Mugîre bin Şu’be, “Burada ne arıyorsunuz?” diye soran Rüstem’e “Buraya insanları sadece Allah’a kul olmaya ve diğer tüm kullukları red etmeye, hak ile batılın arasını tefrik etmeye geldik” der. Muğire’nin dedikleri üzerine bir an düşünelim. Hak ile batıl nasıl birbirine girmiştir, hak, adalet diye nasıl akıl zorlayan zulümler işlenmektedir, hak maskesi takınmış ne çok batıl var çevremizde. Suriye’de 600 bin insan sözde ‘hak’ adına katledilmiştir, 100 bini aşkın çocuk adalet adına doğranmıştır… O yüzden hak ile batıl tefrik edilmelidir.

Kayıtlı dünya tarihi neredeyse bir savaşlar tarihidir. Çok kısa süren ara dönemler hariç insanoğlu neredeyse tarihinin hemen hepsini savaşarak geçirdi. Bu savaşın matah bir şey olmasından kaynaklanmıyor, ama çıkar ve heveslerinin peşi sıra giden, hiç bir değer ile kayıtlı olmayanların, insani değerlere, insanın üretip ortaya koyduklarına, bin bir çile ve zahmet ile ortaya çıkardıklarına göz koyduğunda savaş kaçınılmazdır.

Onur ve namustur bazen savaş

Tarihteki savaşların çok büyük bölümü talan için, öç için, böbürlenmek ve büyüklenmek için, saçma sapan ideolojiler, ırkçılıklar, sömürü ve ihtiraslar için yapıldı. Bütün bu rezaletleri meşrulaştırmak için olmadık kılıflar, bahaneler, maskeler icad edildi. Binlerce kilometre öteden Ortadoğu’ya dalan onlarca Batılı devletin buralarda ne işi var? Nasıl bir değer için buralardalar? sorsanız demokrasi getiriyorlardır, insan haklarını koruyorlardır, medeniyet getiriyorlardır… Oysa içinde vicdan taşıyan sıradan bir insana sorun, size gerçeği en yalın hali ile söyleyecektir; petrol için, talan için, sömürü için buradalar.

Yaşam eğer doğranan çocuklar için savaşmak değilse, adaletsizce yakılıp yıkılan şehirleri savunmak için değilse, her gün ayaklar altında çiğnenen namuslar ve onurları korumak için mücadele etmek, haksızlığa direnmek için değilse, pısırık ve korkakça sindiğimiz onursuz köşemizden ibaret ise buna yaşam denemez. Şimdi iman edenlerin, yaşamın gerçekten bir imtihan olduğuna inananların, bu dünyadan başka da bir hayat olduğunu bilenlerin, hesabı/kitabı hak bilenlerin sesinin daha gür çıkma zamandır. Bizler talan için savaşmıyoruz, bizler işgal için, sömürü için savaşmıyoruz, her gün ocaklarımıza ateşler düşüren şehidlerimiz iki para etmez dünyalık için düşmüyorlar toprağın bağrına.

Savaş elbette gayri meşrudur, bir insanı öldürmek elbette kötüdür, ama düşman kapına dayandığında, haddi aştığında, onuruna, namusunda göz diktiğinde, evini barkını talana yeltendiğinde artık savaş kaçınılmazdır ve cesur olmak gerektir. Hemen kapımızın eğişinde çocuklar doğrandığında, işkence ve ölüm kaburgalarına gümlediğinde mazlumun, savaş büyük bir onur, büyük bir şeref, ölmek, ölebilmek büyük bir erdemdir. O yüzden buyrulmuştur ki:

‘sakın ha onları ölü sanmayasın, onlar dipdiridir ama sen anlayamazsın.’

Son elli yılda sinsi bir plan ile İslam’ın mübarek mesajını, değerlerini terör gruplarının eli ile, uyduruk sözde dini yapılar eli ile sömüren, giderek içerikleri boşaltılmış tehlikeli kavramlara dönüştüren emperyalizme inat, insanlığın ve bölgemizin kurtuluşu bu değerlerdedir. İşte şahadet, işte cihad, işte iman. Her biri muazzam İslam dininin bel kemiği mesabesinde olan bu kavramlar, insanı insan kılan sürecin zirvesidirler. Şahadet gibi muhteşem bir makam, talancıların paralı teröristlerinin rezil ölümü ile haşa kıyaslanamaz, mazluma, imdat diyene el vermek olan, hak ile batılı tefrik etmek olan cihad, sömürgecilerin iğrenç talanı, katliamı ile aynı kefeye konamaz ve iman, sapkın emperyalistlerin insan ontolojisini dejenere etmeye matuf uyduruk inançları ile haşa kıyaslanamaz.

Suriyeli mazlumların, Arakanlı mazlumların, İslam dünyasının hemen her yerinde katliam dayatılan mazlumların feryadına şimdi tekrar kulak verelim:

‘Ey Allahım,

Ey Allahım senden başka hiç kimsemiz yoktur!’

Çocuk!

Kaldır başını ve bahşet bana o bakışı,

İçimi ürpertecek biliyorum,

İçini utançla dolduran güçsüzlüğünü saklama benden,

Yüreğine hınç doldurup seni terk edenlere kızgınlığını saklama,

Damarlarında sinsice dolaşan öfkeni, seni de beni de ürküten öfkeni saklama benden.

Doğunun kutsal çocuğu, masum ve kalbi kırık çocuğum, kaldır yüzünü ve kurtar beni bu utançtan.

[email protected]