Ya bir oluruz ya yok oluruz!

Dr. S. Koray Er / Yale Üniversitesi
16.07.2021

Georgius de Hungaria`nın İtalyanlar özelinde Batı Hristiyan alemine yapmış olduğu ihtar: “Biraz bekle: Bu mezhebin (Türklerin dini İslam'ı kastediyor) ne kadar büyük zorbalık ve zafer gerçekleştireceğini göreceksin, öyle ki bütün dünyayı hükmü altına alan/boyun eğdiren Büyük İskender veya Romalılar, (dahi) bunlarla mukayese edilemeyecek.”


Ya bir oluruz ya yok oluruz!

Ortaçağ Avrupa tarihinin her bir sayfası konusu Türkler olan ifadeler/bilgiler ile doludur dersek abartmış olmayız. Bir anlamda dönemin Hristiyan Avrupalıları, Türkler ile oturup Türkler kalkmış, Türk hep gündemlerinin ilk maddesini teşkil etmiştir. Türklerin, Batı Hristiyan dünyasının kalbine yönelik önlenemez ilerleyişi muhakkak ki bu ilginin başlıca sebebini oluşturmaktadır. Düşen her bir Hristiyan devleti, diğerleri üzerinde -Türk idaresinde geçen devlete komşuluğuna nispeten- bir korku oluşturmuş ve bir sonraki muhtemel hedef olmanın endişesini taşımışlardır. Dolayısıyla, 14. ve 16. yüzyıllar arasında Avrupa Hristiyanları Türk korkusunu, Osmanlı Türkleri ile giriştikleri askeri mücadele ölçüsüne göre yaşamışlardı.

İlk sıradaki tehdit

14. yüzyılda Balkan devletleri, 15. yüzyılda Macarlar, 16. yüzyılda da Almanlar arasında en büyük tehdit olarak hep Türkler ilk sırayı işgal etmişti. Onlar açısından Türker, baş edilmesi, defedilmesi gereken en büyük dert idi. Haliyle de bu dönemde içeriği Türkler ve dinleri İslam olan yüzlerce yazılı ve görsel eser kaleme alınmıştır. Sadece 16. yüzyılın ilk yarısında Batı Avrupa`da içeriğini Türkler ve dinleri teşkil eden 600 eser neşredildiği göz önüne alınırsa sanırım Avrupalı Hristiyanlar nezdindeki Türk ilgisi daha iyi anlaşılabilir. Takdir edersiniz ki bu kadar geniş bir zaman dilimindeki ve farklı coğrafyalardaki Türk algısını burada -kelime sınırından dolayı- yansıtmamız mümkün olmamaktadır. Bu nedenden bu yazının odak noktası 15. yüzyıl İtalyan hümanistleri ve onların görüşlerini, algılarını kısaca yansıtmak olacaktır.

Türk korkusu

İstanbul'un fethi ile Doğu Roma'nın başkenti Konstantinapol'e egemenlik mührünü vuran Fatih Sultan Mehmed, sadece coğrafi bir değişikliğe yol açmamış aynı zamanda Akdeniz`deki İtalyan üstünlüğüne de son vermiştir. Fetih sonrasında gerçekleştirilen başarılı askeri ve siyasi manevralar ile Osmanlı Türkleri Karadeniz ve Ege`deki varlıklarını sağlamlaştırmışlar, bölgedeki birçok İtalyan kolonisinin (askeri-ticari) kontrolüne ele geçmişlerdir. Böylece, İtalyanlar İstanbul'un fethinden önce nispeten uzak olan Türk tehdidini fetihten sonra yakından tecrübe etmek zorunda kalmışlardır. Aslında, Türk tehdidini ve neticesinde oluşan Türk korkusunu İtalyanlar çok daha önceki yıllarda da hissetmişlerdi. Mesela İtalyan hümanist Salutati, 1397 yılındaki mektubunda Türklerin askeri disiplinine vurgu yaparak, onları Roma ve İtalya için gerçek bir tehdit olarak görmüştü.

Türk: Hem ırk hem de din

İtalyan düşünürler Türkler üzerine olan görüşlerini tek bir bakış açısı ile sınırlandırmamışlar, Türklere kökenlerinden dinlerine kadar geniş bir pencereden, korkunç, yenilmesi zor düşmanları gözüyle bakmışlardır. Günümüz tarihçileri arasında İtalyan yazarların Türk değerlendirmelerinin seküler mi yoksa dini mi olduğu tartışması sürmektedir. Tartışmanın detayına girmeden şahsi görüşümün her ikisinin de mevcut olduğunu belirtmek isterim. Zira, Ortaçağ Batı Avrupalısı nezdinde Türk ve İslam imtizaç etmiş, Türk ifadesi hem ırk hem de din manasında kullanılmıştır. Hatta İslam kelimesi hiç kullanılmamış, onun yerine -özelikle Alman ve İtalyanlar arasında- Türk'ün dini, Türk'ün mezhebi ifadeleri tercih edilmiştir. Yine de dini hassasiyetin her zaman taşındığını şerh düşerek özelikle Rönesans ile daha seküler bir bakış açısının vuku bulunduğunu belirtmek isterim.

Öteki" sınıflandırması Latin düşünürlerin Türk tanımında önemli bir etken olmuştur. Kendi kültüründen, insanından farklı olanı "öteki/diğeri" olarak sınıflandırma Avrupa`da kökeni eskiye uzanan bir uygulamadır. Antik Yunanlılar, Yunan örfüne yabancı ve Yunanca konuşmayanları "barbar" olarak tanımlamışlardı. Romalılar, kendi yaşam tarzlarına yabancı Gotları yine aynı şekilde "barbar" olarak isimlendirmişlerdi. Rönesans ile birlikte ise Türkler, Avrupa'nın yeni "barbarları" olarak sunulmuştur. Bu tabii ki rastgele seçilmiş, herhangi bir düşman için kullanılan bir ifade değildi. 11. yüzyıldan itibaren artık yerleşmiş olan Avrupa-Hristiyan kimliğine en büyük tehdit Türkerden gelmekteydi. Türk, Hristiyan Avrupa'nın üstesinden gelmesi gereken en büyük problemdi. Bir anlamda, Kilisenin ve Hristiyan Avrupalı kültürünün bekası Türkler ile mücadeleden geçmekteydi. Latin yazarlar, eserlerinde bu gerçeğe defaatle vurgu yapmış, var oluş mücadelesine dikkat çekmişlerdir.

Hristiyanlaştırma fikri

Türklerle mücadele şekli de Latin yazarlar arasında görüş ayrılığına yol açmış; çoğunluk yeni Haçlı Seferi çağrılarında bulunurken, Nicholas Cusa gibi düşünürler yazdıkları eserler ile Türklerin Hristiyanlaştırılabileceği iddialarında bulunmuştur. Hatta bu düşünce ile Cibratio Alkorani isimli bir eser yazıp, Kur'an`ı kafasına göre yorumlayarak İslamiyet ile Hristiyanlık arasındaki benzerliklere işaret etmeye çalışmıştır. Ona göre Kur`an Hristiyan gerçeklerine işaret etmekteydi ve Türkler (Müslümanlar) bunları görememekteydi. Tabii ki Nicholas yaşamı boyunca hiçbir Türk ile tanışmadığından böylesine naif ve idealistlik bir görüş sergilemiş olmalıydı. Eğer Türklerin arasında 20 sene esir hayati yaşayıp sonra Roma`da Türkler üzerine bir eser kaleme almış olan Georgius de Hungaria ile tanışmış olsaydı kesinlikle bu kadar iyimser olmazdı. Zira Georgius yazdığı eserde bir Türk'ün dininden dönmesinin mümkün olmadığını belirmekteydi. Dolayısı ile Türklerin Hristiyanlaştırılması fikri uygulanması imkânsız bir hayalperestlik olarak kalmış, onun yerine daha pratik ve rasyonel olan haçlı seferi çağrıları sıklıkla yapılmıştır. Öyle ki Benedetto Accolti birinci haçlı seferi tarihini yazmış ve dindaşları arasında haçlı ruhunu tekrar canlandırma arzusu taşımıştır. Alccolti şüphesiz Haçlı retorik`inin gücünün önemine varan tek hümanist değildi; Pius II, Biondo, Acciaiuoli, Verino ve diğerleri Türkler üzerine yazılarında hep bu kuvvetli söyleme müracaat etmiştir. Lakin, gerek İtalyan yarımadasındaki şehir devletleri arasında gerekse merkez Avrupa'daki siyasi bölünmüşlük ve çekişmeler Türker'e karşı -ilk dönem Haçlı Seferlerine benzer- büyük ölçekte bir askeri operasyonu imkânsız kılmıştır.

Latin yazarlar şüphesiz Avrupa Hristiyanları arasındaki bölünmüşlüğün farkındaydılar ve bir aymazlık olarak gördükleri bu talihsizliğin endişesini taşımaktaydılar. Birçok hümanist düşünür, din adamı ya himayesi altında bulundukları prenslerine ya da direkt olarak papalığa yazdıkları mektup veya raporlarla rahatsızlıklarını dile getirmişlerdir. Onlara göre Türkler ile mücadele için Hristiyan birliği şart idi, Hristiyan liderler kendi aralarındaki anlamsız çekişmeyi bir tarafa bırakıp, Hristiyan dünyasının selameti için Türklere karşı birleşmeliydi. Aksi halde vakit çok geç olacak zira "büyük Türk" (Fatih) gözünü Roma`ya çoktan dikmişti. Oldukça çok sayıda mevcut bulunan bu serzeniş ve uyarıların hepsinden bahsetmemiz haliyle mümkün olamamaktadır. Bu sebeple birisi İstanbul'un fethinden önce diğeri ise hemen fethin sonrasından olmak üzere iki örnek vermek ile yetineceğiz.

1. 12 Aralık 1438 tarihinde Konstantinapol'de bulunan Katolik rahip Bartholomew de Jano tarafından Venedik`te bağlı bulunduğu tarikata gönderdiği mektuptan bir kısım:

"Ne zaman ne zaman bu sefil Hristiyanlar ayağa kalkıp harekete geçecek? O gün ne zaman gelecek? Ölmeden önce kendi gözlerimle görebilecek miyim? Bu benim umudum ama çok zayıf şimdi ise ümitsizliğe dönüştü. Müslümanları İspanya`dan kovan ihtişamlı Frenk krallığı şimdi nerede? İngiliz'in büyük gücü nerede? Bu ikisi birbirleriyle savaşıyor. Kafirlerin baş belası Aragon kralı şimdi nerede? Diğer güçler ve Hristiyan prensler nerede? Almanlar Macarlar ve Bohemyalılardan nefret ediyor, Macarlar Lehler ile savaşıyor. Kilise papazları birbirleriyle kavgalı, baronlar baronlarla, şehirler diğer şehirlerle, kendilerini mahvetmek için dışarıya (düşmana) ihtiyaç yoktur..."

2. 17 Temmuz 1453 tarihine ait Floransa yonetimininin Ceneviz`deki elçilerine yazdığı mektuptan bir kısım;

"Size Konstantinapol'ün kaybedilişinin bizi nasıl bir keder ve üzüntüye derk ettiğini ifade edemeyiz. Hristiyan presenler... kendi aralarında barış yapmalı, diğer Hristiyanlar da yas kıyafetleri giyip ıstıraplarını yansıtmalı ve kaybedilen toprakları geri kazanma adına harekete geçmek zorunda kaldıkları için kendilerinden utanmalılar. Eğer yapmazlarsa (Türklere karşı harekete geçmezlerse), bütün Hristiyan dünyası zarar görecek ve bu utancı sonsuza kadar yaşayacaklar."

Döneme ait bu iki birincil kaynaktan da anlaşıldığı üzere Türklerin önlenemeyen fetihleri; Hristiyan âleminde büyük telaş, korku, kızgınlık ve bir o kadar da ümitsizliğe sebep olmuştur. Hristiyan dünyasındaki kayıtsızlığa, prenslerin, kralların vurdumduymazlığına ve Hristiyan devletlerin kendi aralarındaki çekişmelere hayıflanarak atıfta bulunan metinler; Hristiyanların ruh hallerini ve görüşlerini yansıtması açısından önemlidir.

Çaresizlik içeren bütün bu ve benzeri uyarılara rağmen Avrupa Hristiyan dünyası Türklere karşı tam bir bütünlük ve birlik sergileyememiş, her an Türk himayesi altında yaşama korkusunu derinden hissetmişlerdir. Öyle ki, Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı askerleri Otranto`yu fethedince Roma`da büyük panik yaşanmış, hatta papa Sixtus IV Fransa`ya kaçmak için hazırlıklara bile başlamıştı. Sixtus, Haziran 1480 yılında Hristiyanlara Türklere karşı birlik çağrısında bulunmuş, neticesinde de aynı yılın 16 Eylül'ünde "Napoli Lig'i" oluşturulmuştur. Papalık, Napoli, Milan, Macaristan, Ferrara, Floransa ve Ceneviz'den oluşan bu Hristiyan ittifakının en büyük başarısı 10 Eylül 1481 yılında Otranto`yu Türklerin elinden kurtarmak olmuştur. Şehrin geri alınması Hristiyan dünyasında haliyle büyük bir sevinçle karşılanmış ve kısa bir rahatlama hissi vermiş ancak Türk korkusunu üzerlerinden atmalarına yeterli olmamış, her an yeni bir Türk istilası korkusunu uzun yıllar yaşamak zorunda kalmışlardır. Avrupalı Hristiyanların yakinen tecrübe ettiği Türk korkusunu başka bir yazı dizisinde incelemeyi umud ederek yazımı Georgius de Hungaria`nın İtalyanlar özelinde Batı Hristiyan alemine yapmış olduğu şu ihtar ile bitirmek istiyorum:

"Biraz bekle: Bu mezhebin (Türklerin dini İslam'ı kastediyor) ne kadar büyük zorbalık ve zafer gerçekleştireceğini göreceksin, öyle ki bütün dünyayı hükmü altına alan/boyun eğdiren Büyük İskender veya Romalılar, (dahi) bunlarla mukayese edilemeyecek."

[email protected]