Mizah, yüzü olan bir dildir. Alay ise maskedir. Mizahın kendine özgü bir ahlâkı vardır; bu ahlâk hem kırmaktan sakınır, hem de tevazuyla güldürür. Ama alayın ahlâkı yoktur; onun tek yasası hırs ve üstünlük ihtirasıdır.
Prof. Dr. Celalettin Yanık/ Bursa Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı
Bir gün, herkesin güldüğü bir karikatüre siz gülmezsiniz. Çizilen karikatüre dair tebessümler yükselir, dudaklarda alaycı bir kıvrım belirir, ama siz sadece susarsınız. Zaman bir anlığına durur, simaların havası ağırlaşır. O an bir şeylerin yolunda gitmediğini hissedersiniz. Çünkü ortada sadece bir latife yoktur; bir insanın onuru zedelenmiş, bir inanç hafife alınmış, bir halkın acısı eğlenceye dönüştürülmüştür. Bu, artık bir karikatür değildir; mizah kılığına sokulmuş bir yargı, gülme maskesiyle örtülmüş bir tahakkümdür. Leman Dergisi'nde rastladığımız türden bir "çizgi istismarı"dır bu.
Mizah, ilk bakışta yüzümüzde bir tebessüm açtıran zarif bir sanattır. Ama sadece bu kadar da değildir. Gerçek mizah, kelimelerin, imgelerin ve tahayyüllerin ardında gizlenen bir sezginin, hakikate dokunma arzusunun ürünüdür. O, laf cambazlığı değil; hakikatin kıyısında sabırla bekleyen bir bakış açısıdır. Zira sözlüklerde mizah, "gerçeği latîfeyle ortaya koyma sanatı" olarak tanımlanır. Fakat bu tanım, mizahın en temel özelliğine işaret eder: Gerçeğe temas etmeden, bir şeyin mizahı yapılamaz. Gerçeklik kaybolduğunda, geriye yalnızca boş bir gülme sesi kalır — ve bu ses, çoğu zaman bir başkasının acısının üzerine inşa edilmiştir.
İşte bu yüzden mizah, sınır bilen bir zarafettir. Onunla alay arasındaki fark, bazen sadece bir kelime ya da bir mimikle belirir. Mizah, kendini bilmenin ve sınırın dilidir; alay ise sınırı çiğnemenin, haddini aşmanın göstergesidir. Mizah, latîfenin içtenliğiyle tebessüm ettirir; alay, üstünlük hissiyle küçük düşürür. Birinde ahlâkî bir denge vardır; diğerinde kibir ve hoyratlık. Bu fark, sadece estetik değil, bilahare çağların vicdanını şekillendiren bir ayrımdır. Bir toplum mizahı neye güldüğüne göre değil, neye gülmediğine göre tanınır.
Mizah inşa eder, alay yıkar
Mizah, inşa eder; çünkü var olanı dönüştürerek yeniden anlatır. Hakikati yıpratmadan, aşağılamadan, ona farklı bir açıdan yaklaşarak toplumsal duyarlılığı besler. Mizah, hem kişisel hem kolektif düzeyde bir arınma alanıdır: Yanlışı gösterirken yıkmaz, ifşa ederken hor görmez. Ahlakla yoğrulmuş bu zarif dil, insanı insana yaklaştırır; toplumun aynasında kendini görebilmesine imkân tanır.
Ancak alay, bunun tam tersidir: O, inşa değil yıkımdır. Alay, bir kişinin ya da bir grubun kusurlarını, zaaflarını, inançlarını veya kimliğini hedef alarak onu sembolik olarak değersizleştirir. Üstelik bu değersizleştirme, çoğu zaman bir "şaka" kılıfına büründürülerek normalleştirilir. Böylece kişi, bilakis gülünç değil, iktidarsız da kılınır. İşte tam bu noktada devreye mikro-iktidar mekanizmaları girer. Alay eden, alay ettiği üzerinde görünmez bir tahakküm kurar. Dışarıdan bakıldığında mizahi sahne, masum bir oyuna benzer; oysa bu, aslında bir iktidar tiyatrosudur: Rolleri, hiyerarşisi ve seyircisi belli bir gösteri...
Sosyolojik tahayyül bu noktada devreye girer. Çünkü burada bireysel bir davranıştan öte, kültürel bir yapıdan söz ediyoruz. Gülüşün kime ait olduğu, kimden esirgendiği ya da kimin pahasına yükseldiği; toplumdaki güç ilişkilerini yansıtan bir ayna gibidir. Mizah, kamusal alana açılır çünkü amacı paylaşmaktır; müşterek bir anlam üretmektir. Alay ise içine kapanıktır; narsistik bir tatminin aracıdır. Mizah toplumla konuşur, alay ona dikte eder. Mizah ilişkiseldir, alay ise tek yönlü bir buyruğun sesi...
Bu nedenle mizah, toplumsal tahayyülün imkânıdır; alay ise onun inkârı. Çünkü sosyolojik tahayyül bize şunu öğretir: En küçük bir gülüş bile, aslında bir yapının, bir düzenin ve bir ideolojinin sesi olabilir. O hâlde şu soruyu sormalıyız: Bugünün mizahı, hangi sesi bastırmakta; hangi yüzleri güldürüp hangilerini susturmaktadır?
İzahın bittiği yerde mizah başlar mı?
Sıklıkla tekrar edilen bir söz vardır: "İzah edemediğimizin mizahını yaparız." Bu ifade, karmaşık ya da travmatik olanı anlamlandıramadığımızda mizahın bir savunma refleksine, bir kaçışa dönüştüğünü ima eder. Ne var ki, bu sadece işin bir yönüdür. Peter Berger'in bakış açısıyla bu durumu değerlendirdiğimizde mizah, aslında toplumsal gerçekliğin kırılganlığını açığa çıkaran, görünüşteki düzenin altındaki çatlakları ifşa eden bir araçtır. Bu perspektiften bakıldığında her mizah, bir izah çabasıdır. Sıradan olanın içine yerleşmiş "absürtlüğü" görünür kılarak, anlatılamayanı gülümseterek anlatma yollarından biridir.
Bu yönüyle mizah, sadece bir eğlence biçimi değil; bir tür tefsirdir. Yine Bergervari bakış açısından durum, "anlam dünyaları inşa edilmesidir" — işte mizah da bu inşa sürecine alternatif bir boyut katar. Mevcut ideolojik ya da kurumsal tahkiyelere müteal olan çelişkileri, mizah aracılığıyla yorumlar ve yeniden sunarız. Fakat bu yorum, tek başına anlam kazanmaz; tıpkı kutsal metinlerin muhatapsız kalmaması gibi, mizah da bir "öteki"ne seslenmeden var olamaz. Çünkü her anlam gibi, mizah da ilişkiseldir. Bir bağlam ister, bir muhatap ister; gülüş, ancak paylaşıldığında gerçektir.
Alayda ise bu ilişkisellik yoktur. Yalnızca yön vardır: yukarıdan aşağıya. Güçlüden zayıfa doğru tek taraflı bir hüküm, bir baskı biçimi... Berger'in "meşrulaştırma sistemleri" dediği yapılar, alay yoluyla kendi iktidarlarını yeniden üretir. Oysa mizah, bu sistemlerin içindeki anlamsızlığı açığa çıkararak özgürleştirir. Bu yüzden gerçek mizah, ideolojilere karşı en nazik ama en güçlü direniş biçimidir.
Güç istenci ve faşizmin mizahsızlığı
Alay, göründüğünün aksine sadece kişisel bir tepki değildir; zamanla ideolojik bir silaha dönüşebilir. Tarihin karanlık dönemlerinde bu dönüşümün trajik örneklerine şahit olduk. Hitler'in retoriği ve teatral beden dili, kitleleri manipüle etmekten daha çok, kendi eksikliklerini örtmek için geliştirdiği bir propaganda aygıtıydı. O dönemin karikatürleri, bu retoriğin görsel uzantısı olarak çalıştı ve soykırıma giden yolun taşlarını kültürel olarak döşedi. Mizahın dönüştürücü gücü yerine alayın dışlayıcı dili tercih edildi. Bu da bize şunu gösterdi: Faşizm, mizahı değil, alayı sever.
Zira faşizm güce tapar; mizah ise gücün sorgulanabilirliğine işaret eder. Faşizm, mutlak doğruya ve tek sese ihtiyaç duyar; mizah ise anlamların çoğulluğuna, farklılıkların birlikte varlığına dayanır. Bu nedenle alay, bir faşist zihniyetin gündelik hayattaki en hafif ama en sinsi biçimidir. Alay edilen sadece bir kişi değil, çoğu zaman bir kimliktir. Bir halkın dili, dini, aidiyeti hedef alınır; şaka adı altında sembolik bir linç gerçekleştirilir. Bu da o grubu ontolojik olarak dışlamanın ilk adımıdır. Unutulmamalıdır: Bir soykırım veya etnik temizlik çoğu zaman alayla başlar.
Bosna'da, Filistin'de, Arakan'da ve Uygur coğrafyasında yaşanan her zulmün arkasında, mağdurun insani yönünü silmeye çalışan bir "alaycılık dili" iş başındadır. Öldürülenler sadece insanlar değildir; onların hatıraları, yüzleri, hikâyeleri de birer "oyun metaforu"na dönüştürülür. Tıpkı Filistin'de yardım kolilerine ulaşmak isteyen o masum insanları bir Squid Game oyununda yer alıyormuşçasına katliamlar gerçekleştirenlerin alaycı konuşmalarında olduğu gibi... Kameralar önünde can veren insanlar artık birer haber değil, bir "içerik"tir; bir istatistik değil, alaycı bir hicvin figürüdür.
Hanzala: Sessizliğin ve şahitliğin karikatürü
Tam da burada Hanzala çıkar karşımıza. Filistinli karikatürist Naci el-Ali'nin çizdiği o küçük çocuk, yüzünü bizden çevirmiştir; arkasını dönmüş, ellerini sımsıkı yumruk yapmış bir şekilde sessizce durmaktadır. Bu suskun duruş, bir küskünlük değil, derin bir bilinç hâlidir. Bu basit gibi görünen duruş, aslında Batı'nın Doğu'ya yönelttiği bakışa verilen sessiz ama radikal bir cevaptır. Bu cevabın gizli sınırları Edward Said'in ortaya koyduğu düzlemle birleşir. Zira ona göre, Batı, "Doğu"yu yalnızca egzotik bir alan olarak değil; zihinsel, kültürel ve politik olarak denetlenmesi gereken bir "öteki" olarak inşa etmiştir. Hanzala'nın yüzünü çevirmesi, işte bu tahakkümcü bakışa bir karşı bakıştır. Çünkü Hanzala bilir: Biz bakmadıkça hakikat görünmez, biz yüzleşmedikçe mazlumun sesi işitilmez. O, alaya verilen bir cevap değildir; alayın sınırlarının dışına çıkmanın, ahlakî bir suskunlukla gösterilen kararlı duruşunun sembolüdür. Onun hâl dili adeta şöyle der: "Ben bu şakanızda/alayınızda yokum. Bu zulme alkış tutan kahkahalarınızda yer almak istemiyorum."
Hanzala alaya cevap vermez, çünkü alayın kendisini reddeder. O, oryantalist mizahın kodladığı figürleri tersine çevirir. Gülmeye değil, yüzleşmeye davet eder. Sessizliği, Batı'nın gürültülü temsil rejimlerine bir itiraz olarak taşır. Onun yumruk yapmış küçük elleri, yalnızca Filistin'in değil, bütün "Doğulu" ötekilerin bastırılmış hikâyelerinin sembolüdür.
Bu nedenle, bugün Batı'da ve içimizdeki şarkiyatçı kafalarda Peygamber Efendimiz'i (sav) hedef alan karikatürler bilakis bireysel bir hakaret değildir, onlar bir şekilde oryantalist söylemin güncellenmiş formlarıdır. Bu karikatürler, İslam'ı barbarlıkla, gerilikle ya da fanatizmle özdeşleştiren yüz yıllık temsillerin modern suretleridir. "İfade özgürlüğü" perdesi altında sürdürülen bu mizah, aslında Doğu'yu susturmanın ve marjinalleştirmenin bir yoludur. Ve yine bu çizimler, bir kişiye ya da bir inanca yönelmiş basit hakaretler olmanın ötesinde, çok daha derin bir sürecin, yani bir kimliğin kamusal alandan dışlanmasının kültürel mühendisliğidir. Burada söz konusu olan, mizah değil, şarkiyatçı kültürel iktidarın groteskleşmiş biçimde tezahür etmesidir. Bu bir ifade değil, tahakküm şeklidir. Çünkü bu "özgürlük", sadece şarkiyatçı kültürel iktidarların ve bu iktidar sahiplerinin çizdiği sınırlar içinde işler; inanç sahiplerine ise sessiz kalmak, alaya katlanmak ve görünmezleşmek düşer. Said'in ifadesiyle bu, "bilgi yoluyla tahakküm"ün bir başka biçimidir. İslam'ın, Müslümanların ve onların kutsallarının sistemli olarak hedef alınması; onların sadece kültürel değil, varoluşsal olarak da dışlanmalarını meşrulaştırır.
Ve Hanzala, bu dışlanmaya sessiz bir direnişle karşılık verir. Bize değil, bu düzenin içine bakanlara arkasını döner. Çünkü bilir: Gerçek görmek, bakışın nesnesi olmakla değil, bakışı sorgulamakla başlar.
Hanzala'nın sırtı işte tam da bu çifte standarda çevrilmiştir. Onun duruşu, hâlâ bir vicdan arayanların vicdanıdır. O küçük çocuk hâlâ oradadır; bakmamız, görmemiz ve yumruğumuzu onun gibi sıkmamız için...
Mizahın ahlâkı
Bugün gelinen noktada şarkiyatçı kafalarla alayın mizah olarak yüceltilmesi, sadece bireysel ahlakın değil, çağımızın ürettiği kültürel düzenin de bir sonucudur. Modern insan, güce ulaşmak için inceliği, zarafeti ve sınırı ihmal etmeye başlamıştır. Medyanın, dijital platformların ve sosyal ağların şekillendirdiği bu "gülme ekonomisi"nde mizah, gitgide gerçeklikle bağını kaybeden bir performansa, ahlaki sınır tanımayan bir gösteriye dönüşmektedir.
Modern çağ, her şeyin ölçüsünü bireysel arzulara ve tüketilebilir hazlara göre tayin ettiğinden, mizahta da sınırları belirleyen artık hikmet değil reytingtir, edep değil trendtir. Alaycı dille inşa edilen bu yeni kamusal alan, insanın fıtratını ve toplumsal dokuyu örseleyen bir düzene evrilmektedir.
Mizahın sınırlarını belirleyen değerler aşındıkça, alay eden eller çoğalmakta; her gülüş, daha çok izlenme, daha çok paylaşılma, daha çok "etkileşim" adına meşrulaştırılmaktadır. Hâlbuki gerçek mizah, insanı aşağı değil yukarı çeker. Çünkü asıl gülüş, nefsin gururundan değil, ruhun ferasetinden doğar.
Zira mizah, yüzü olan bir dildir. Alay ise maskedir. Mizahın kendine özgü bir ahlâkı vardır; bu ahlâk hem kırmaktan sakınır, hem de tevazuyla güldürür. Ama alayın ahlâkı yoktur; onun tek yasası hırs ve üstünlük ihtirasıdır.
Bugün, mizahta mıyız yoksa alayda mı? Gülüyor muyuz, yoksa güldürülüyoruz mu? Gülmenin kendisi bile sorulması gereken ahlaki bir sorudur artık.
Unutmayalım: Güçsüzleri alaya alan bir topluluk, eninde sonunda kendini de gülünçleştirir. Ve alayla kurulan sözde şarkiyatçı ve mürted mizahi iktidarlar, halkın sessiz tebessümüyle devrilir. Yaşasın Hanzala!