Genelde Batı toplumları, özelde Avrupa bir karar vermek zorunda. Ya çokkültürlü ve zengin bir toplum olarak geleceğe daha güvenli bakma yolunu seçecekler, ya da bünyelerindeki farklı unsurları dışlayarak daha tektipçi ve fakir bir yaşama alanı inşa edecekler.
Hakan Çopur / Yazar
Son yıllarda Batı’da yükselen ve özellikle Avrupa’da kendini şiddetli bir biçimde hissettiren İslamofobi dalgası, İslam dünyasının ve Müslümanların üzerine bir tsunami gibi yığılmak için var gücüyle çabalıyor. Genelde Avrupa’daki ekonomik krizin uzantısı olan toplumsal gerginliğe bağlanan bu aşırı sağcı, ırkçı ve İslamofobik hissiyat, kendinden olmayanı sadece evinin değil ülkesinin de dışında görmeyi arzu eden histerik bir paranoyaya dönüşmüş durumda. Ancak bu paranoyayı sadece güncel toplumsal ve ekonomik sebeplere bağlamak, Avrupa’nın neredeyse iki asırlık sömürgecilik tarihini ve bu tarihle birlikte oluşan hasta bilinçaltını görmezden gelmek demektir. Kendini kategorik olarak “öteki”nin üzerinde gören bir bakış açısıyla Afrika’dan Hindistan’a kadar geniş bir coğrafyayı uzun yıllar boyunca sömüren “beyaz adam”ın üstünlük sanrısı ve öfkesi, 21. yüzyılda da aynen devam ediyor. Keşke İslamofobi, güncel ve anlık bir refleks olsaydı da Avrupa’daki Müslümanlara yapılan saldırıları bireysel taşkınlıklar olarak görüp geçebilseydik. Ancak, bilinçaltındaki Haçlı Seferleri ve sömürgecilik tecrübesi hala taze olan bir kıtanın bu tarihî mirası reddedeceği güne kadar hiçbir şeyi görüp geçemeyiz.
Çokkültürlü Batı mı?
11 Eylül saldırılarından sonra Batı’da yükselen İslamofobik sancıyı dindirmek için önerilen reçetelerden hiçbiri, Batı’da yaşayan Müslümanların sorunlarına sahici çözümler getiremedi. Çokkültürlü yaşama tezine herkesten fazla sahip çıkan Batılı siyasal yaklaşımlar, patlayan her bombadan ve sıkılan her kurşundan, önce Müslümanları ve İslam dinini sorumlu tuttu. “Siyasal İslam’ın radikal unsurları” (cihatçılar, militanlar, aşırı dinciler vs.) olarak nitelendirilen bazı grupların karışma ihtimali olduğu eylemler, basmakalıp genellemelerle neredeyse tüm İslam âlemine mâl edildi. Kaldı ki el-Kaide’den tutun da IŞİD’e kadar bu tür yapıların nasıl ve kimler tarafından organize edildiğine dair sorular ve şüpheler tazeliğini korurken, bu yapıların hiçbir şekilde İslam’ı ve Müslümanları temsil edemeyeceği gerçeğine sırt çevirmek neden bu kadar kolay olsun ki! Paris’teki son terör saldırılarından sonra Batı’da ortaya çıkan tablo, Müslümanları hedef tahtasına oturtan kesimler ile (en azından görünüşte olsa bile) bu saldırılar ile İslam ve Müslümanlar arasında bir ilişki kurulamayacağını savunan daha makul kesimler arasındaki bakış açısı farklılığını da net bir biçimde ortaya koymaktadır.
Breivik neydi?
İslam’ın savaşçı (jihadist) bir din olduğuna inananların, Müslümanların da savaşa meyilli insanlar olduğunu düşünmelerinde bir beis yoktur. Bu çıkarım, Almanya’daki Türkleri potansiyel tehdit, Fransa’daki Cezayirlileri potansiyel terörist haline getirmektedir. Elbette Türkler arasından da tehditler ve Cezayir asıllı Fransızlardan da teröristler çıkabilir; ama hiçbirimiz Neonazilerin katlettiği Türkler için tüm Almanları suçlamıyor, Fransa’daki başörtülülere yapılan saldırılardan dolayı tüm Fransızları sorumlu tutmuyoruz. Hıristiyan veya Yahudi bir kişi veya kişiler katliam yapınca onu “irrasyonel, akıldışı, deli, paranoyak” vb. bireysel akıl düzensizlikleriyle açıklamaya çalışan indirgemeci yaklaşım, söz konusu bir Müslüman olunca meseleyi dinin ve onun müntesiplerinin bizatihi kendisi ile ilişkilendiren bir toptancılığa dönüşüyor.
2011 yılında Norveç’te 77 kişiyi katleden ve aşırı sağcılığını hiçbir şekilde saklamayan Anders Breivik, neden Hıristiyanların “şeytani tarafını” temsil etmiyor da Paris’teki son saldırıyı gerçekleştirdiği söylenen Cezayir asıllı iki Fransız, Avrupa’daki Müslümanların ve İslam’ın “kötü ruhunu” temsil ediyor olsun? Biz her iki saldırıyı da terörist saldırı olarak kınayıp insanlığa yöneltilmiş bir tehdit olarak görmek durumundayız. Aksi halde ortaya çıkacak çelişki, hem mantık hem de ahlak sınırlarının dışına taşmaktadır. Tüm bu çelişkiler yumağı içinde Avrupa’daki İslamofobinin temelde iki amaçtan birine ulaşmaya çalıştığı söylenebilir: Ya Müslümansız bir Avrupa ya da Protestan bir İslam.
Bir ülkeyi/toplumu belli bir kategorideki insanlardan tamamen arındırma işlemine ne dendiğini hepimiz biliyoruz. “Müslümansız Avrupa” ifadesi ilk başta kulağa tuhaf gelse de son aylarda ortaya çıkıp hızla büyüyen PEGIDA (Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar -Patriotische Europäer gegen die Islamisierung des Abendlandes) gibi yapılanmalar (ki Paris’teki son saldırı bu tür yapılanmaların önünü açacaktır), yakın bir gelecekte Avrupa’nın Müslümanlara dar edilebileceğine ilişkin kırmızı bir alarm vermektedir. 1992-95 yılları arasında Bosna’da toplam 200 bin, 1995 Temmuz ayında ise Srebrenitsa’da 8 binin üzerinde Bosnalının tüm dünyanın gözü önünde hunharca katledilmiş olması, Batı’nın insan hakları karnesinin ne denli kötü olduğunu hatırlatması bakımından yeterlidir. Tabii ki tüm mermiler metalden yapılmaz; bazen bir karikatür, bir köşe yazısı veya gazete manşeti, bazen de sözlü bir taciz veya fiziksel darp, en az mermi kadar yara açabilir insanların vicdanlarında. Son 10 yılda Avrupa’da 200’den fazla caminin kundaklanmasını da listeye eklemek gerek. Bu tür görünür veya gizli baskılar, Müslümanları Avrupa’dan uzaklaştırma amacına matuf aparatlar olarak kullanılmaktadır.
Müslümansız Avrupa yaklaşımın pratikte ne kadar zor olduğu ve çok ciddi sancıları beraberinde getireceği aşikârdır. Bununla birlikte eşzamanlı bir çaba daha gözlemlenmektedir: Protestan İslam. Esasen yeni olmayan bu yaklaşım, belki de Batılıların post-kolonyal dönemde işlevselliğini keşfettikleri en ciddi aparatlardan biridir. Özünden arındırılmış, kapitalist sisteme entegre olmaya ve medeniyet mirasını terk etmeye hazır bu nevzuhur İslam yaklaşımı, şeklen Müslüman olan toplumların aidiyet kıblelerini Mekke’den Batı başkentlerine çevirme amacına hizmet etmektedir. Gerçekleştiği ölçüde İslami kimliğinden uzaklaşan yeni nesiller ortaya çıkaracak olan bu Protestan İslam yaklaşımı, sadece Avrupa’daki değil tüm dünyadaki Müslümanlar için ciddi bir flulaşma, silikleşme ve akabinde dönüşme tehdidi anlamına gelmektedir.
Sömürgecilikle yüzleşmek
Avrupa’nın, kendi bünyesindeki Müslümanları “Ya benimsin, ya kara toprağın” denklemine sıkıştıracak adımlar atması, sonuçları açısından kimseye fayda getirmeyecek bir çıkmaz sokaktır. Bu çıkmaz sokak, aşırı sağcıların dünden razı oldukları bir politik ve reel şiddet sarmalına imkân tanıyabilir. Bu sokağa girip girmemek herkesten önce Avrupa’nın vereceği bir karardır. Sol-liberal ve Hıristiyan demokrat partiler yerine aşırı sağ partilerin iktidarlarda daha fazla söz sahibi olacağı bir Avrupa tablosu, ilk başta kıtanın kendisi için ciddi bir kriz potansiyeli taşımaktadır. Her toplum gibi Avrupa da tarihî yanılgılarıyla yüzleşmek ve evrensel bir “bir arada yaşama projesi” olarak sunulan Avrupa Birliği’nin gerçek mi ütopya mı olduğuna karar vermek durumundadır. “Sömürgecilik” ve “beyaz adamın üstünlüğü fikri” tarihî yanılgılardır ve varoluşsal bir yüzleşmeyi gerektirmektedir. Bu yüzleşme olmadan İslamofobi hastalığına kalıcı bir çare bulmak zor olacaktır.
Genelde Batı toplumlarının, özelde ise Avrupa’nın karar vermesi gereken tarihî bir dönemeçten geçiyoruz belki de: Ya çokkültürlü ve zengin bir toplum olarak geleceğe daha güvenli bakma yolunu seçecekler, ya da bünyelerindeki farklı unsurları (ırkçılık ve İslamofobi ile) dışlayarak daha tektipçi ve fakir bir yaşama alanı inşa edecekler. Her iki tercihin de bedeli olabilir, ancak bu denli küreselleşmiş ve iç içe geçmiş bir dünyada “korumacı gettolar” inşa etmek anlamsız, faydasız ve neredeyse imkânsızdır. Bunun yerine, demokratik-çoğulcu bir birlik söylemine uygun olarak çokkültürlü yaşama teorisini pratikte daha güçlü bir şekilde hayata geçirmek için çalışılmalı ve buna uygun adımlar atılmalıdır. Batı’daki İslamofobi’nin genetik bir hastalık olmadığına inanmak için hepimiz daha fazla samimiyet ve somut adım görme ihtiyacı içindeyiz.
Yeryüzünün Lanetlileri’nde Fanon şöyle der: “Sömürgecinin yönettiği dünya karşısında sömürge halkı, suçsuzluğu kanıtlanana kadar her zaman suçludur.” Eğer sömürgecilik dönemi bittiyse, hangi dinden olursa olsun, suçlu olduğu ispatlanana kadar herkes suçsuz olmalıdır. Kendi kimlik krizini ve çokkültürlülük sınavını aşamayan Batı’nın, İslam karşıtlığı üzerinden kendine yeni bir “öteki” alanı inşa edişine kimse aklı selim bir ses çıkarmayacak mı!