Ya savaşı durdurun ya kapıları açın!

E. Sare Aydın / AK Parti İstanbul Milletvekili, İMRA (Uluslararası Göç ve Mülteci Derneği) Başkanı
6.03.2020

Türkiye, Avrupa'nın güvenlik sınırını sağlayan bir tampon bölge değildir. Avrupa'nın güvenliği, Türkiye'nin Suriye ile olan sınırından başlar. Çünkü, Ankara protokolü ve Brüksel Anlaşması ile Türkiye AB'nin bir parçası olmuştur; bir bakıma Avrupa'nın kara ortağıdır. Dolayısıyla Türkiye'nin yaşadığı mülteci krizi esas itibariyle Avrupa Birliği'nin de krizidir.


Ya savaşı durdurun ya kapıları açın!

İnsan neden göç eder? Kendi vatanında insan onuruna yakışır bir şekilde yaşamak varken tarihini, kültürünü, sevdiklerini, acı ve tatlı hatıralarını geride bırakarak neden başka bir ülkeye sığınır?

Bu soruyla başlamak önemli; zira soru aslında cevabını da içerisinde barındırmaktadır. Bir insanın temel hak ve talepleri baskı, işkence ve haksız yargılamalarla elinden alınarak duyulmaz ve görülmez hale getirildiğinde aslında yaşam hakkı da elinden alınmış olur. Ailelerin parçalandığı; çocukların geleceğine dair umutların yok olduğu; kadınların, erkeklerin kötü muameleye, işkenceye, tacize maruz kaldığı; masum insanların atılan bombalar karşısında hayatta kalma mücadelesi verdiği bir atmosferde göç kaçınılmaz olur.

Yüzyılın göç krizi

Şu anda yanı başımızda yüzyılın yaşadığı en büyük göç krizine yollarda, sınırlarda, karada ve denizde şahit oluyoruz. 2011 yılında Arap Bahar’ının etkisiyle Esad rejimine karşı başlayan gösteriler kısa zamanda güvenlik güçlerinin sert ve ölümcül tepkiler vermesiyle Suriye’nin geneline yayılmış, neticesinde rejim ve muhalifler arasında şiddetli çatışmaların yaşandığı kanlı bir iç savaşın fitili ateşlenişti. Dokuz yıldan beri devam eden Suriye’deki iç savaş sonucunda yüzbinlerce insan hayatını kaybetti ve milyonlarca insan evlerini, yurtlarını geride bırakarak başka ülkelere sığındı. Suriyeli sığınmacılar, Türkiye’nin yanında Lübnan, Ürdün ve Mısır gibi kendilerine yakın ülkelerin kapısını çalmak zorunda kaldı. Bu süreçte en büyük göçmen dalgasına maruz kalan ülke Türkiye oldu.

Türkiye ne yaptı?

Peki Tüm dünya bu büyük göç krizine karşı sessiz kalırken Türkiye ne yaptı? Türkiye insanlığın sesi oldu ve kapısına gelen sığınmacılara karşı insani bir bakış açısıyla açık kapı politikası güttü. Hem devlet hem sivil toplum hem de millet olarak Suriyelilere karşı Ensar-Muhacir yaklaşımını benimsedi ve gelenlere sıcak kucağını açtı.

Avrupa ise sınırlarına ördüğü tel örgülerle ve göçmen düşmanlığıyla insanlığın sınırlarını kalın çizgilerle çizdi. Adeta insan ve insanlığın arasına koskoca bir duvar ördü. Bugün geldiğimiz noktada Suriye savaşının oluşturduğu insani kriz artık dünyada kontrol edilemez bir boyut kazanmıştır. Son rakamlara baktığımızda, Türkiye yaklaşık 4 milyon Suriyeliye ev sahipliği yapmakta. Bu rakam Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde 5’ine denk gelmektedir.

Şu ana kadar Türkiye, sığınmacılara yaklaşık 40 milyar dolar harcadı. Bunun karşılığında ise 2016 yılında Avrupa Birliği ile yapmış olduğumuz müzakereler sonucunda verilmesi taahhüt edilen 6 Milyar Euro’nun sadece 2,7 milyar Euro’su tarafımıza verildi. Bunun dışında da mültecilerin Türkiye’de yaşamlarını kolaylaştıracak, Türkiye’nin güvenliğini ve ekonomik anlamda üstlendiği yükü hafifletecek somut herhangi bir adımın Avrupa Birliği tarafından atılmadığını gördük. Verilen taahhütlerin yerine getirilememesi, politik, sosyal ve en önemlisi ekonomik anlamda Türkiye’nin üzerine binen yükün gittikçe ağırlaşmasına neden oldu.

Bardağı taşıran damla

Rusya’nın 2015 yılından bu yana Suriye iç savaşına müdahil olmasıyla birlikte Suriye’de bir yandan iç savaşın seyri değişti, bir yandan da bölgedeki tansiyon daha da arttı. Çok sayıda şehrin Esad rejimi ve Rus uçakları tarafından havadan bombalanması sonucunda milyonlarca insan İdlib şehrinde yaşamak zorunda kaldı. Türkiye’nin İran ve Rusya ile yaptığı mutabakatlara göre İdlib bölgesi bir ateşkes alanı olarak korunacaktı. Ne var ki, rejim güçleri Rusya ile birlikte son birkaç hafta içinde İdlib’i de havadan bombalamaya başladı ve yüz binlerce sivili yeniden Türkiye’ye doğru göçe zorladı. 27 Şubat gecesi bölgede 34 Türk askerinin rejim güçleri tarafından şehit edilmesi Türkiye açısından bardağı taşıran son damla oldu.

Rejimin İdlib’te ilerlemesi, Türkiye açısından uzun yıllara dayanan PYD/YPG terör örgütleriyle mücadelesini sekteye uğratacak; Afrin ve Fırat Kalkanı harekâtları sonucunda elde edilen kazanımları olumsuz yönde etkileyecektir. Bununla birlikte, İdlib’in rejim tarafından ele geçirilmesi, 3 milyona yakın insanın Türkiye’ye göçe zorlanarak, Türkiye’nin yeni bir mülteci krizi ile karşı karşıya kalmasına yol açacaktır.

Türkiye, rejimin ve Rusya’nın İdlib’e saldırması ve askerlerimizi şehit etmesi karşısında bir yandan rejimi yoğun bir bombardımana tutarak İdlib’te kalıcı bir barış sağlamaya çalışmakta, bir yandan da sınırlarını açarak Avrupa’ya geçmek isteyen göçmenlere yol vermektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son yıllarda içerde ve çeşitli uluslararası platformlarda yaklaşan mülteci yükünü ve krizini dile getirmesine ve Avrupa devletlerine çağrıda bulunmasına rağmen maalesef Avrupa kör sağır ve dilsiz davranmaya devam etmiştir. Sonuçta bugün gelinen nokta kaçınılmaz olmuş ve Türkiye sınırlarını açmak zorunda kalmıştır.

Uluslararası sözleşmeler

Son bir haftadır ülkemizden Avrupa sınırlarına doğru yönelen göç dalgasına karşı başta Yunanistan olmak üzere, Avrupa’nın gösterdiği tepki aslında insan haklarına aykırıdır ve uluslararası sözleşmelerin ihlali anlamına gelmektedir. Uluslararası Anlaşmalar boyutunda baktığımızda Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, Cenevre Anlaşması, Lizbon Anlaşması ve Avrupa Temel Haklar Şartı gereğince “herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır.” Dolayısıyla Avrupa kapılarına dayanan göç dalgası, Türkiye’nin baskısıyla oluşan bir durum değil; Avrupa’nın göçmenlere ve sığınmacılara karşı geliştirmiş olduğu sözleşmelerin öngördüğü vaadin gerçekleştirilmesi beklentisidir. Göçmenler bu beklenti ile Avrupa kapılarına dayanmış durumdadırlar.

Avrupa’nın önemli düşünürlerinden Zigmund Bauman, Kapımızdaki Yabancılar adlı kitabında çağımızdaki bu krizi insanlık krizi olarak nitelerken, mültecilere “ihtiyaç dışı” insan gözüyle bakan Avrupa’yı eleştirmekte çok haklı. Tam da Bauman’ın dediği gibi, vatansız mültecilerin dayanılmaz koşullardan kaçmak zorunda kaldıklarını anlamayan bir Batı ile karşı karşıyayız. Öyle ki, ölüme terk edilen mülteci botlarında kıyıya vuran cesetler, kaybolan çocuklar, insan kaçacaklarının elinde umuda yolculuk yapan göçmenlerin temel insan hakları ellerinden alınıyor.

Ne yazık ki Avrupa, olup bitenlere karşı kör ve sağır kesilmekte, mülteci sorununu Erdoğan’ın sorunu olarak görmekte ve bunu kişiselleştirmektedir. Avusturya Başbakanı Sebestian Kruz, bu meseleyi bir göçmen krizi olarak görmek yerine Türkiye’nin ve Erdoğan’ının bir sorunu olarak görmektedir. Bu bakış açısı, gerçeklerden kaçmaktan başka bir şey değildir. Bu kriz apaçık Avrupa’dan Balkanlara, Balkanlardan Avrasya’ya 21 yüzyılın en büyük insanlık sorunudur. İnsanlık boyutu ile tüm dünyanın sorundur. Bu kriz maddi yardım ya para vaadi ile geçiştirilebilecek bir kriz değildir. Avrupa, bu konuyla ilgili uluslararası bağlayıcı anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirerek, bir an evvel kapılarını göçmenlere açmalıdır!

Unutulmamalıdır ki, uluslararası ilişkilerde “güvenirlilik ve itibar” anlaşmalara olan sadakatle ölçülür. Ne var ki, Avrupa’nın bugüne kadar bu konuda iyi bir sınav verdiğini iddia etmek oldukça güçtür. Türkiye’nin, Avrupa Birliği’nin sınır komşusu olduğu gerçeği bundan 57 yıl önce 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanmış olan Ankara Antlaşması’nda tescil edilmiştir. Bununla birlikte 2004’te Türkiye-AB ilişkilerinde bir dönüm noktası olan Brüksel Zirvesi’nde Türkiye’nin siyasi kriterleri yeteri ölçüde karşıladığı belirtilmiş ve tam üyelik müzakerelerine başlanmıştır. Bunlar, doğal olarak Türkiye’yi ilgilendiren mülteci konusunda Avrupa Birliğine sorumluluk yüklemektedir. Ne var ki, Avrupa Birliği bugüne kadar mülteci meselesinde takındığı tutum ile her şeyden önce kendi hukukuna ve Türkiye ile yaptığı anlaşmaların mantığına ters hareket etmiştir. Bugün de maalesef buna devam etmektedir.

İki yüzlü anlayış

Türk-Yunan sınırını ziyaret eden Avrupa Birliği AB Komisyonu Başkanı Ursula Fonder Layen, Brüksel’in Yunanistan’da kurulacak göç koordinasyon merkezinin alt yapısı için 700 milyon Euro yardımda bulunacağını duyurdu. Ancak hal böyle iken Yunan hükümeti silahlandırdığı milislerle, askerlerle, tomalarla mültecileri sınırdan uzaklaştırma politikası gütmektedir. Yunanistan bir AB ülkesiyse Avrupa’nın vaat ettiği temel insan hak ve hürriyetlerini korumakla yükümlüdür.

Avrupa değerlerinin Yunanistan’dan başlayarak yıkılması; tüm Avrupa’da artan ırkçılık, yabancı düşmanlığı, İslamofobya gibi ayrımcılık ve nefret söylemleri Avrupa’nın iki yüzlülüğünü ortaya koymaktadır. Ne yazık ki, bunu kapısına dayanan Müslüman göçmen ve mültecilere göstermiş olduğu tavır ile sergilemektedir.

Türkiye, Avrupa’nın güvenlik sınırını sağlayan bir tampon bölge değildir. Avrupa’nın güvenliği, Türkiye’nin Suriye ile olan sınırından başlar. Çünkü yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Ankara protokolü ve Brüksel Anlaşması ile Türkiye AB’nin bir parçası olmuştur; bir bakıma Avrupa’nın kara ortağıdır. Dolayısıyla Türkiye’nin yaşadığı mülteci krizi esas itibariyle Avrupa Birliği’nin de krizidir. Başta Yunanistan olmak üzere, Avrupa Birliği ülkeleri sınırlarına dayanan mültecilere kapılarını açarak sorumluluklarını yerine getirmek zorundadırlar.

@ESAREA