Yabancı düşmanlığına devlet güvencesi!

Mustafa Yeneroğlu / Almanya IGMG Gen. Bşk. Yrd.
6.04.2013

Alman makamları sağcı şiddeti tanımakta bugün dahi ciddi manada zorlanmaktadır. Oysa şiddete hazır 200 aşırı sağcının tutuklama kararıyla aranmasına rağmen yeraltına inip izlerini kaybettirebilmeyi başarabilmiş olmaları bile başlı başına bir skandaldır.


Yabancı düşmanlığına devlet güvencesi!

Güvenlik birimlerinin hafızasında ırkçılığın çağdaş tezahürü olan Müslüman ve diğer ‘yabancı’lara karşı işlenen suçlara hala yer yok. ‘Gaz verelim’ sloganlı seçim afişlerinin toplumsal tepkiye yol açmaması da dikkatten kaçmamalı. 

Ocak 1998’de, Doğu Almanya’nın Jena şehrinde herkesin tanıdığı Neonazi üçlüsü Uwe Mundlos, Uwe Böhnhardt ve Beate Zschäpe’nin uğrak yeri olan bir garajda yapılan arama esnasında hazır bulunan Böhnhardt, polislerin eyleme hazır bomba ve propaganda malzemeleri tespit ettiği vakitlerde elini kolunu sallayarak olay yerini terkediyor. Aynı kişi 4 Kasım 2011’de bir banka soygunu sonrası suç ortağıyla bir karavanın içinde, masa başında ölü olarak bulunuyor.

Bu iki olay arasında gerçekleştirilen, Almanya tarihinin en büyük cinayet serisinin duruşması 17 Nisan sabahı Münih Yüksek Eyalet Mahkemesi’nde başlıyor. 150 müdahil davacı ve avukatın takip edeceği davada tarafların birbirinden çok farklı beklentileri olduğu bir gerçek. Bir tarafta mahkeme, yargılamaya konu olan suçun sanıklar tarafından işlendiğini tereddüde mahal vermeyecek, somut delillere odaklı titiz bir yargılama süreci üzerinde dururken, diğer tarafta müdahil davacı avukatların ve kamuoyunun beklentileri ve kafalarında birçok soru işareti bulunuyor: Duruşma sürecinde eylemlerin arka planıyla ilgili ne tür bilgiler ortaya çıkacak? Devlet birimlerinin olaylara ilgisi ne kadardı? Nasıl oldu da güvenlik ve istihbarat birimleri kanlı eylemlerle ilgili o kadar veriyi görmezden gelebildi? Sanki karanlık bir el veya geniş bir ağ ırkçı katilleri on yıldan fazla bir süre korumayı başardı. İstihbarat örgütlerinin şimdilik gizli tutulan raporlarına göre en az 129 kişi terör hücresinin yakın çevresindeydi. Neonazi parti NPD’nin Anayasa Mahkemesi nezdindeki kapatma davasında ortaya çıktığı gibi her 8 parti yöneticisinden birisi istihbarata çalıştığına göre, 129 kişiden kaçı istihbarat personeliydi, kaçı cinayetlerden haberdardı? Bugüne kadar 8 muhbir deşifre edildi. Ayrıca en az iki cinayette bir muhbirin kiraladığı arabaların kullanıldığı kuvvetle muhtemel.  

Buna benzer birçok soru kamuoyunun gündeminde yer almasına rağmen ve Şansölye Merkel’in NSU terör eylemlerinin tümüyle aydınlatılacağına ve şeffaflığın esas alınacağına dair sözünün aksine, davayı yürütecek Münih Yüksek Eyalet mahkemesi art arda verdiği ilginç kararlarıyla dikkat çekmekte. İlk önce Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçisine duruşma salonunda yer ayrılmayacağı haberiyle mahkeme dikkatleri üzerine çekmişti. Akabinde basın için ayrılan 50 kişilik bölümde hiçbir Türk gazetecisine yer ayrılmadığı haberi Türk kamuoyunu sarstı ve gereksiz yere zanlara fırsat verdi. Sırasıyla ilk başvuran 50 medya mensubuna -lokal radyo, serbest gazeteciler ve 8 ayrı Alman devlet kanalı dahil- yer ayrıldığını beyan eden mahkeme, Türk medyasının dışında BBC, Agence France Press (AFP), Al Jazeera, Associated Press (AP) ve New York Times gibi saygın uluslar arası medya kuruluşlarının da başvurusunu dikkate almamıştı. Almanya Federal hükümeti sözcüsü de hükümetin rahatsızlığını belirginleştirmesine rağmen mahkemenin kararında ısrar etmesi ve bunu hukuki mülahazalarla açıklaması başka bir davayı akla getirdi. 2011 yılında Mannheim Eyalet Mahkemesinde İsviçreli bir gazeteciye karşı yürütülen bir tecavüz davasında İsviçre basınının özel ilgisi mahkeme heyeti tarafından makul bulunarak kendilerine duruşma salonunda yer ayrılmıştı. Ayrıca Federal Anayasa Mahkemesi de kendi duruşma salonundaki darlığı dikkate alarak çok yoğun medya ilgisinin olduğu davalarda devamlı olarak sesi basın mensuplarının çalışma odasına canlı olarak aktartmakla Münih mahkemesinin gerekçesinin ne kadar geçersiz olduğunu göstermekte. Dolayısıyla duruşma salonunun yanında ikinci bir duruşma salonuna da en azından ses aktarılıp duruşmanın canlı olarak takip edilmesi sağlanabilir. 

Mahkeme heyeti, tali konulara takılarak saplantıya dönüştürdüğü abartılı titizliği neticesinde Almanya tarihinin en önemli davalarından birisinin duruşmaya başlamadan önce esasla alakası olmayan hususlarla tartışılmasının önüne geçmesi gerekir. 8 Türk’ün öldürüldüğü bir davada Türk kamuoyunun duyarlılığını ve ilk elden bilgi edinme hakkını ihlal etmeyi göze alması davanın önemini kavrayamamış hissini canlı tutacaktır. Aynı zamanda bu yaklaşımın Almanya’ya bir bütün olarak mal edileceği bilinmelidir. Türk ve uluslararası kamuoyu nezdinde Almanya’nın itibarının daha fazla zedelenmemesi büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde toplumda başta Türkler olmak üzere göçmenlerin can güvenliğine değer verildiğine dair sarsılmış olan güven tedavi edilemez boyutta ağır yaralar açacaktır. Unutulmamalıdır ki, Marwa El-Sherbini’nin başörtülü olduğu gerekçesiyle mahkeme önünde katledilmesinden ancak üç hafta sonra ağır eleştiriler üzerine tepki gösterebilen Alman siyasetçilerin, NSU terör hücresinin eylemlerinin hemen ardından olayın yabancı düşmanlığıyla alakası olmadığına dair ortaya koydukları cüretkar tavırları henüz hafızalardan silinmedi.  

Thüringen eyaleti meclis araştırma komisyonunun Mart’ta yayınlanan 554 sayfalık ara raporunda, 1990 sonrası Neonazi oluşumların eyalet çapında demir atması, kurtarılmış bölgeler meydana getirme konseptleri, terör eylemleri dahil şiddete hazır hâle gelmiş olmalarının resmi makamlar tarafından göz ardı edildiği uzun uzun anlatılmakta. Raporda aşırı sağcılıkla mücadele için kurulmuş polis teşkilatındaki özel birimin (soko rex) 1997’de lağvedilmesiyle NSU eylemcilerini de bünyesinde barındıran Neonazi grubu “Thüringen vatan savunması” oluşumunun o yıllarda yasaklanmasının önüne geçildiği, polis ve yargıya karşı korunduğu ve grubun başının 2001’e kadar istihbarat elemanı olarak değerlendirilip 200 bin Mark ile ödüllendirilmesiyle terör hücresinin adeta devlet tarafından beslendiği belirtilmekte. Raporun bu kadar sarsıcı olmasına rağmen, Sol Parti’nin iki vekilinin bazı önemli tespitlere raporda yer verilmediği gerekçesiyle raporun oylamasında çekimser kalmaları gerçeğin sadece bir parçasının kamuoyuna sunulduğunu göstermekte. Bu durum mevcut hadiselerde devlet birimlerinin dahlinin çok daha vahim olduğu kuşkusunu uyandırmakta. Dikkat çekici diğer bir husus, raporun (cinayetlerin henüz başlamadığı) 1998’e kadarki felaketleri ele alması. Buna rağmen rapor, adı böyle konulmamış olsa bile adeta güvenlik sisteminin iflasının bir kroniği, suç itirafı. 

Sonraki cinayetleri aydınlatmak kuşkusuz mahkemenin görevidir. Meclis araştırma komisyonlarının raporları, tanıkların beyanları ve özellikle sanıkların ifadeleri ışığında olayların neden ve nasıl gerçekleştirildiği, başka suç ve cinayetlerin de eklenip eklenmeyeceği, canilerin kurbanlarını nasıl seçtikleri, kimlerin ne şekilde yardımcı olduğu, devlet birimlerinde görevlilerin desteği ve korumasının ne düzeyde olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarılmalıdır. Ancak Neonazi şiddetin boyutları NSU terörüyle sınırlı değildir. NSU terörü dahil 1990 yılından sonra ırkçı motivasyonlu en az 152 cinayet gerçekleşmiş iken, resmi rakamlara göre 63 kişi öldürülmüştür. Eylül 2010 tarihinde Sol Parti grubunun Federal hükümete yönelttiği bir soru önergesine verilen cevapta rakamların “reel ve kapsamlı” olduğu, resmi istatistiğin “şüpheye mahal vermediği” ifade edilmektedir. Bu cevaptan sadece iki ay sonra NSU cinayetleri ortaya çıkmıştır. 

Bu ve benzeri birçok örnek göstermektedir ki, Alman makamları sağcı şiddeti tanımakta bugün dahi ciddi manada zorlanmaktadır. Oysa 200 şiddete hazır aşırı sağcının tutuklama kararıyla aranmasına rağmen yeraltına inip izlerini kaybettirebilmeyi başarabilmiş olmaları bile başlı başına bir skandaldır. Sağcı şiddet bağlamında resmi “sağcı ekstremizm” kavramından hareketle düne kadar sırf devlete karşı işlenmiş suçların kayda alındığı da unutulmamalıdır. Yani göçmenlere karşı işlenen suçlar süzgece takılmıyordu. Güvenlik güçleri İsrail düşmanlığı ve antisemitizm dışında kültürel ırkçılığa ve İslam düşmanlığına dayalı kin ve nefret suçlarını hesaba katmıyordu. Dolayısıyla güvenlik birimlerinin hafızasında ırkçılığın çağdaş tezahürü olan başta Müslüman ve diğer ‘yabancı’lara karşı işlenen suçlara yer yoktu. 2011 yılı gibi yakın bir tarihte, İslam düşmanlığından nemalanmaya çalışan Neonazi NPD partisinin ‘gaz verelim’ sloganlı seçim afişlerinin toplumsal tepkiye yol açmaması da dikkatten kaçmamalı. Breivik cinayetleri sonrasında Müslümanlara karşı kin ve nefret saçıp kışkırtıcılık yapan grup ve web siteleriyle ilgili bir soru önergesine hükümetin “yabancılaşmaya yönelik korkunun bir ifadesi” cevabındaki meşrulaştırıcı değerlendirmesi üzerinde durulmalı ve sorunu yanlış yerde aramamalı. 

[email protected]