Bosna Savaşı sırasında Potiçel, Hırvatlar tarafından yoğun bombardımana tutuldu ve adeta yerle bir edildi. Buraya saldıranlar nasıl bir hınçla bu işi yapmış olmalılar, görmeden anlatılamaz. Hani bazen yıkmakla yetinilmez bir de üstüne çıkıp öfkeyle çiğnerler ya bu psikolojideki hainler tahrip ettikleri şeyleri, görüntü tam da böyle bir özellik gösteriyordu.
Mustafa İsen / Yazar
Burada, aslında defalarca gittiğim halde bende hep tekrar ziyaret edilme arzusu uyandıran tarihi arka plana sahip bizim şehirleri yazıyorum. Vardır ya zaman zaman bize kendini hatırlatan mekanlar ya da şehirler, pek çok vesile ile aklımıza düşen. Oysa Bosna ve onun kalbi Saraybosna böyle değil, hiç akıldan çıkmayan türden yöreler, şehirler benim için. 1980’li yıllarda bir süre görev dolayısı ile yaşadığım Belgrat’ta bulunduğum dönem içinde yaptığım en iyi şeylerden biri, seyahatler oldu. Sınırlı sayıdaki bütçemizi büyük ölçüde bu amaçla kullandık, bir kısmı aile ile bir kısmı yalnız. Yugoslavya’da ilk ülke içi yolculuğumu Saraybosna’ya yaptım. Yugoslavya’ya gelişimin üzerinden henüz birkaç ay geçmiş, ben yeni yeni ülkeyi tanımaya başlamışım. Bir gün merhum Mehmet Çavuşoğlu’ndan bir mektup aldım, o zaman doçent. Hoca Belgrat, Saraybosna, Üsküp ve Priştine’yi kapsayan bir seyahat gerçekleştireceğini, Mayıs ayı başında Belgrat’ta olacağını yazıyordu. Kendisini karşıladım, Bölümde hocalarla, Büyükelçilikte müsteşarla görüştürdüm, akşam başta Duşanka Hanım olmak üzere bazı meslektaşlarla yenen eğlenceli bir yemekten sonra hocayı Saraybosna’ya uğurladık. İki gün sonra da ben Saraybosna’ya gidip orada da bir iki gün birlikte olacaktık. Akşam trene binip yola revan oldum. Hem ilk ülke içi ilk yolculuğum olması, hem de bazı kapkaç durumları için uyarıldığımdan biraz tedirginim. Karanlıkta bile sık sık tünellere girdiğimiz, derin vadilerden geçtiğimiz hissediliyor. Balkanlar sarp dağlar, derin vadiler, geçişe izin vermeyen akarsular demekse bunu en iyi Bosna’da görürsünüz. Derken tan ağarmaya başladı ve birden geçtiğimiz küçük köylerde minare silületleri belirmeye başladı. Bazen memleket özlemi, orayı hatırlatan değer verilen nesneyle birden somutlaşarak karşınıza çıkar ve sizi can evinizden vurur ya, işte minareler bende böyle bir etki yaptı. Gözlerim fal taşı gibi açılmış olarak çevreyi gözlemeye ve yeni minareli köyler aramaya başladım. Akif diyor ya Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, ben bunu Yugoslavya’da bulunduğum süre içinde minarelere çevirerek okudum hep. Anlaşmamıza göre tren istasyonunda hoca ve oradaki meslektaşımız Prof. Dr. Vanço Başkov’la buluşup birlikte bir program gerçekleştirecektik. Fakat bu buluşma olmadı. Ben de şehre geçerek elimdeki bazı adresleri sordum, sonra da Saraybosna’da vefatına kadar mesnevi okutmaya devam eden Feyzullah Hacıbayriç’in evinde birlikte olduk. Güzel ve anlamlı bir sohbete tanıklık ettim. Akşam da birlikte bir Mevlevi ayinine katıldık, böylece Bosna’yı içerden tanımaya başladım. Yugoslavya’da tarikatlar icrayı faaliyettedirler ve Kosova’dakiler daha çok Bektaşi meşrep, Bosna’dakiler ise daha çok Sünni çizgidedirler. Mesela Mevlevilik daha hakim bir tarikattır Bosna’da.
Aynı ülke, farklı âlem
Aynı ülke olmasına rağmen Saraybosna’nın Belgrad’dan çok ayrı bir âlemi var, bir İslam dünyası geleneği var, burada, o yıllarda bile. Bunu hemen her şeyde görmeniz mümkün. 1983 yılında artık Türkiye’ye döneceğim, Haziran başında dersler bitti, sınavlarla dersler arasında bir 15 günlük boşluk var. Eşim daha önce doğum yaptığı için Türkiye’ye gelmişti. Bir sabah fakülteye geldim, bölümdeki asistan arkadaşım “Mustafa, muhasebeye uğra, enflasyon farkı veriyorlar” dedi. Ülke artık iki yıl önceki benim ilk geldiğim günlerdeki istikrarlı konumunu kaybetmiş, bunun en önemli belirtisi olan enflasyonla boğuşuyor. Alış veriş merkezlerinde günde birkaç kez etiket değiştiriliyor. Muhasebeden bana altı aylık enflasyon farkı verdiler, neredeyse bir poşet para. Ben, on beş gün sonra kesin dönüş yapacağım için bütün hesabımı kapatmışım. İçimden bir ses dedi ki: “Yahu, bu parayla bir kere daha Bosna’ya seyahat et”.
Ömrün bohem haftası
Hemen karar verip yola çıktım. Ömrümde böyle bir haftalık bir bohem dönemim vardır; ayağımda blucin, sırtımda tişört ve sırt çantası. Yine aynı tren yolculuğu, müthiş vadilerden ve dağların arasından geçerek hoş duygularla, hoş manzaralarla Saraybosna’ya vardım. Artık orada tanıdığım meslektaşlarım, bazı mahfillerde beraber olduğumuz dostlarım var, onlarla buluşacağım ve çevreyi gezeceğim. Fakat şehirde ilk andan itibaren gözüme çarpan bir tedirginlik hissediliyor. Ne olduğunu bilemesem de artan güvenlik tedbirleri, insanların ürkek tavırları hemen göze çarpıyor. Aslında basına sızan ve Belgrat’taki meslektaşlar arasında yarı kapalı konuşmalardan Saraybosna’da bazı tutuklamalardan söz edilmişti. Aralarında Aliye İzzetbegoviç ve 13 arkadaşının da bulunduğu bu tutuklamalardan bir iki gün sonra haberdar olacaktım.
Adeta bir karabasan gibi şehrin üzerine çöken bu hava bazı insanları tedirgin ederken bazılarını da cesaretlendirmişti. Bir taraftan Kosova, bir taraftan Bosna kaynarken özellikle Bosna’da Müslüman kimlik daha çok kendini hissettirmeye başladı. Bunun yaşadığım karakteristik örnekleri vardır; bu son gidişimde ziyaret ettiğim bir arkadaşıma Doğu Dilleri Enstitüsü’ne de uğramak ve yayınladıkları Glasnik dergisinden bir takım almak istediğimi söyledim. Dergi hayli pahalı, arkadaşıma bunun indirimli alınma yolu yok mu diye sordum. Bana, bu yeni havayı yansıtacak bir şey söyledi; sen yarın Enstitüye uğra, selamünaleyküm deyip İstanbul’dan geldiğini belirt, büyük bir ihtimalle sana bunu hediye ederler, yok içeriye dobar dan (Sırpça günaydın demek) diyerek girersen parasını öder öyle alırsın dedi. Söylediklerini yaptım, hoş bir sohbetten sonra müsaade isteyip kalkarken hediye olarak paket hazırlanıp elime tutuşturulmuştu. O yıllarda Türkiye’den geliş gidişler son derece sınırlı idi ve İstanbul Türkiye yerine kullanılırdı, İstanbul’dan geldim demek, Türkiye’den geldim demekti.
‘İstanbul’dan geliyorum’
Saraybosna’dan Travnik’e geçtim. Travnik, ülkenin ilginç bölgelerinden biri, tarihi bir yönetim merkezi. Bu yüzden çok sayıda tarihi eser var. İçinden bütün Balkan şehirleri gibi coşkun bir nehir akıyor. Üst tarafında şahin yuvasını andıran bir kale ve eteklerinde güzel camiler, onlardan birisine girdim. Günlerden Cuma, bir müezzin veya görevli temizlik yapıyor. Selam verdim, adam oralı olmadı, “İstanbul’dan geliyorum” dedim, hiç aldırmadı. Şaşırdım ama üzerinde durmadım, hala yönetim baskısının ve tedirginliğin bütünüyle farkında değilim. Biraz daha şehri dolaştım, cumayı kılıp su şırıltıları arasındaki bir lokantada balık yedim.
Niyetim buradan Vakuf kasabasına geçmek. Vakuf’ta Emin Sufiç adında bir arkadaşım yaşıyor ve beni defalarca buraya davetmiş birisi. İşte şimdi onun davetine icabet etmek niyetindeyim. Belgrat’ın yüzlerce camiinden bugün ayakta kalan tek örneğin Bayraklı Camii olduğunu daha önce söylemiştim. Burada gerçekten cumanın anlamına en uygun Cuma namazlarını kıldığımı söylemeliyim. Dünyanın bütün renklerini orda görmek mümkündü, Cuma namazında. Ülkenin kendi Boşnak, Türk, Arnavut, Torbeş gibi Müslümanları yanında Afrikalı, öğrenci, diplomat ve iş adamları, Arap ülkelerinin benzer konumdaki temsilcileri, başta Malezya ve Endonezyalılar olmak üzere Uzakdoğulular, Asyalılar, kısacası dünyadaki bütün Müslüman ülkelerden Cuma kılmak isteyenler. Belgrat müftüsü Hamdi Efendi de bu kompozisyona uygun hutbeler okur, konuyu önce Arapça olarak özetler, sonra da Sırpça olarak devam ederdi.
Emin’le bir Cuma çıkışı tanıştım. Bahçede önce birbirimizi süzdük, sonra kararlı bir biçimde bana doğru gelerek, Allah kabul etsin dedi, ardından da kendini tanıttı. Ben de mukabele ettim. İşi burada bırakmadık, yakında bir kafede kahve içip biraz daha birbirimizi tanıdık. Böyle başlayan dostluk onun her Belgrat’a gelişinde daha bir pekişti ve her defasında da ısrarla beni yaşadığı şehir olan Vakuf’a davet etti. İşte bir türlü gerçekleştiremediğimiz bu niyet şimdi mümkün hale geliyordu.
‘Durumumuz çok kötü’
Telefon ettim, Travnik’teyim, gelmek istiyorum diye, şundan çok eminim, benim gelişimi coşkuyla karşılayacak. Ahizenin öbür ucunda çok isteksiz, çok donuk bir ses, tabii falan diyor ama asla beklediğim davet değil. Bu tavra bir mana verememiş olmakla birlikte bilet alıp otobüse bindim, yaklaşık iki saatlik bir klasik Balkan yolculuğundan sonra otobüs kasabanın meydanında indirdi bizi. Sağa sola baktım, ortada Emin yok. Şöyle biraz ileriye doğru yürüyeyim, gerekirse birisine sorarım, nasıl olsa burada herkes tanır diye düşünerek ilerledim. Meydana açılan sokaklardan birinin önünden geçerken köşeden bir el uzanıp beni kendine çekti, döndüm Emin. Koluma girdi, süratle, konuşmadan bir yere doğru yürüdük, bir evin önüne geldiğimizde bahçe kapısını açtı, içeriye girdik ve bana sarılıp ağlamaya başladı. Mustafa, durumumuz çok kötü, teker teker tutuklanıyoruz.
Öğrendiğimize göre bir iki gün içinde beni de tutuklayacaklar, Avusturya’ya kaçabilsem -daha önce yüksek lisans eğitimini Avusturya’da yapmıştı-, Hırvatistan’a gidebilsem aslında her şey hallolacak. Bu akşam arkadaşlarım bir organizasyon yaptılar beni Hırvatistan’a kaçıracaklar, bu mümkün olacak mı bilemiyorum. Senden çok özür diliyorum, sana coşkuyla gel bekliyorum diyemedim, telefonlarımız dinleniyor, tam bu aşamada bir Türkle konuşmak ikimiz için de riskli olabilir, dedi. Bankada param var ama çekersem kuşku uyandırır, seni Allah gönderdi, üzerinde dövizin varsa lütfen bana ver diye de ekledi. Hazırlıklı olmamakla birlikte mevcut dövizi ona verdim.
Bu tedirginlik içinde sohbet ettik, ülkedeki genç Müslümanlar hareketinden ve olan bitenden söz etti. Bosna aslında daha o yıllarda ruhen Yugoslavya’dan kopmuştu. Kosova’da ise bu durumu kopuş kelimesi bile izah edemezdi.
İlk defa şehir dışında tümü Boşnaklardan oluşan bir kasabada bir aile ile birlikte oluyordum. Yeşillikler içinde güzel bahçeli evler, iç müştemilatının ülkemizdeki geleneksel yapı ile uyumlu hali, annenin olan bitenden üzgün ama vakur bir eda ile misafiriyle ilgilenmesi beni etkiledi. Yakın bir komşularını ziyaret ettik, çok yaşlı bir adam, İstanbul medreselerinde öğrenim görmüş, fakat ilişkiler koptuktan ve sınırlar kapandıktan sonra bir daha çok az Türkiye›ye gelmiş. Ailenin önemli bir bölüm Türkiye’de yaşıyor. Tamamen 1930’ların İstanbul Türkçesini, biraz da medrese dilini konuşuyor, “Efendum” falan diyerek. Onunla biraz sohbet ettik, Türkçe konuştuk. Eve geçip geç vakte kadar oturuldu, kararlaştırılan zaman gelince de vedalaşıp onları uğurladık. Yatağa uzandım ama uyumak mümkün değil, bir yanda olan bitenin tedirginliği, ama daha önemlisi annenin sabaha kadar hiç azalmayan feryatları… Sabahleyin kalktım, kadıncağız çok üzgün olmasına rağmen oğlunun yadigârı olarak bana kahvaltı hazırladı. Ardından da başında kırmızı fesiyle babası götürüp Mostar otobüsüne bindirdi.
Mostar o yıllarda yaklaşık 50 bin nüfusu olan ve yaz mevsiminde her gün nüfusu kadar turist ağırlayan bir şehir. Mimarisi, alış veriş merkezleri ve insan unsuru ile Balkanlarda şark havasını en çok yansıtan merkezlerden biri. Sokakları kazancılar sokağı, bakırcılar sokağı, demirciler sokağı, kuyumcular sokağı gibi adlar taşıyor. Ortasından dünyanın rengi bakımından en ilginç nehirlerinden birisi olan Naretve geçiyor. Yeşille mavi arasında bir rengi vardır nehrin ve meşhur Mimar Hayrettin’in yaptığı hilali andıran, bir nevi gerdanlık gibi Naretve’nin üzerine asılmış köprü. Orada değişik bir etkinlik sergileniyordu, şehrin delikanlıları köprünün üzerinden, ciddi bir yükseklikten suya atlıyorlar. Dışarıdan bakınca epey ürkütücü bir tablo, sonra Evliya Çelebi’de de okudum bunu, ta 17. yüzyılda da varmış o gelenek. O zaman gösteri, birilerine cesaretlerini ispat etmek için yapılıyormuş, şimdi atlayıp turistlerden parsa topluyorlar karşılığında. Mostar’ın çok sayıdaki tarihi camiinin içinde Karagöz Bey Camii önemlidir. Burayı da ziyaret etmek istedim, kapıdaki görevli, bilet alacaksınız, dedi. Buna karşılık ben, namaz kılacağım diye cevap verdim. Cemaat namazı tamamlamıştı, namaz vakti geçti diye karşılık verdi. Ben bir gün önceki İstanbul’dan geliyorum ifadesine sığınmak istedim, hiç oralı olmadı. Fiyatı sordum 150 dinar olduğunu söyledi. Parayı verirken başını kaldırıp minareye de çıkacak mısın, diye sordu. Umutla herhalde Türkiye’den gelişim hiç olmazsa bu kadar bari prim yapacak diye düşünüp evet diye cevap verdim, umursamaz bir ifadeyle 150 dinar daha vereceksiniz dedi. Bu Saraybosna ile Mostar farkı ya da turizmin değerleri nasıl sıradanlaştırdığının hikayesi.
Oradan bir arabaya atlayıp Mostar yakınlarındaki Poçitel’e gittim. Mostar’ın ve Blagay’daki tekkenin ülkemizde çok bilinmesine karşılık Poçitel o kadar bildik bir yer değildir. Oysa dünyada örneği az bulunur nitelikte, otantik ve iyi korunmuş bir yerleşim birimi, daha doğrusu bir sınır karakolu. Neretva’nın hemen yanında bulunan Poçitel, Osmanlılar zamanında Venediklilere bağlı Dubrovnik ile sınır komşusu. Nehir kenarından başlayan vwe oldukça dik bir yamaç ile yükselen kasaba, en tepede bulunan kalesiyle aslında tam bir derbent. Bölgede bol bulunan dayanıklı sert taşlarla inşa edilmiş, Poçitel’e, bu yüzden taş şehir diyebiliriz. Dar taş sokakları, hamamı, medresesi, kervansarayı, evleri, camisi ve namaz saatini gösteren saat kulesi ile tam bir Osmanlı yerleşimi. Benim 1983 yılında ziyaret ettiğim Poçitel, elden geçirilmiş ve Yugoslavya ressamlar derneğine tahsis edilmişti. Her ressam burada belli bir süre kalır, ilham tazeler ve bu misyonla yeni eserler üretirdi. Fakat kasaba, Bosna Savaşı sırasında Hırvatlar tarafından yoğun bombardımana tutuldu ve adeta yerle bir edildi. Savaş sonrası ziyaret ettiğim Poçitel, artık eski Poçitel değildi. Buraya saldıranlar nasıl bir hınçla bu işi yapmış olmalılar, görmeden anlatılamaz. Hani bazen yıkmakla yetinilmez bir de üstüne çıkıp öfkeyle çiğnerler ya bu psikolojideki hainler tahrip ettikleri şeyleri, görüntü tam da böyle bir özellik gösteriyordu. Neyse ki savaş sonrası özellikle Dünya Bankası ve Türkiye’nin desteğiyle yaralar kısa sürede sarıldı ve Poçitel eski görkemli görünümüne tekrar kavuştu. Mostar ve çevresinin bir özelliği var, çevre dağlar yabani nar ormanlarıyla dolu, evlerinin üzeri de ince kiremide benzeyen bir taş tabakasıyla örtülüdür. Doğal olarak Poçitel de öyle.
Dönerken hayatımda ilk kez otostop yaptım, önümde bir kamyonet durdu. Genç bir Boşnak delikanlı, adı Hamit. Arkada çilek kasaları var. Onunla sohbet ederek Mostar’a geldim. Yakınlarda bulunan Blagay halveti tekkesinin de ziyaret edip önce Saraybosna’ya sonra da Belgrat’a döndüm.
Elbette bu hikaye burada bitmedi. Özellikle dostum Emin’le ve savaş sonrası Bosna’sı ile olan maceramızı da daha sonra paylaşalım değerli okuyucularla.