Yankee'ler ve Osmanlı

Koray Şerbetçi / Yazar /
7.04.2018

ABD tarihi geleneği itibariyle çizgisini hiç bozmadan Anadolu ve Ortadoğu üzerindeki siyasetini sürdürüyor. Yani hep aynı proje. Bağımsız ve güçlü bir İsrail Devleti ve onun etrafında sosyolojik temeli olmayan yapay-mikro devletçikler. Ama bu planı yaparken her defasında da aynı yerde tökezliyor, yani bölgedeki Türkleri hesaba katmıyor.


Yankee'ler ve Osmanlı

Türkiye ve ABD ilişkileri son günlerde bir hayli gergin. Bu durum elbette ABD’nin 1990’da Irak’a saldırmasıyla başlayan ve günümüzde Suriye’deki tutumuna dek süren Ortadoğu’yu hallaç pamuğu gibi atan yıkıcı politikalarının bir sonucu. Soğuk Savaş dönemindeki stratejik ortağı Türkiye’nin gözünün içine baka baka Suriye’nin kuzeyinde PYD/PKK terör örgütüne yapay bir devlet kurdurtmak istemesi de bardağı taşıran son damla oldu.

Peki günümüzde kopma noktasına gelen Türkiye-ABD ilişkileri nasıl başlamıştı? Bu merakı gidermek ve günümüzdeki durumu tahlil edebilmek için bir hayli geriye gitmek gerek. Sorunun sağlıklı teşhisi için adeta tarihî bir psikanaliz yapar gibi Cumhuriyet Türkiye’sinin de öncesine yani Osmanlı dönemine kadar uzanmalı.

Malum ABD, Türk tarihi ile oranlandığında tabiri caizse çok toy bir devlet. 4 Temmuz 1776 Amerika Bağımsızlık Bildirgesi’nin ilanını esas aldığımızda ABD’nin yaklaşık 250 yıllık bir takvim yaşına sahip olduğunu görürüz. Öyle ki ABD, kurulduğu 18. yüzyıl-da ve geliştiği 19. yüzyılda dünya siyaset tahterevallisinin dengesini değiştirecek bir ağırlıktan da uzak bir devlet olarak karşımıza çıkar.

Son dönem büyük Osmanlı hukukçusu ve tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa dahi eserinde ABD’nin politik etkisini Kırım’ı Ruslara kaptırmamız vesilesiyle dile getirir. Ona göre İngilizler ABD bağımsızlık savaşıyla meşgul olduğundan Rusların Kırım’ı ele geçirmesine dünya siyaset dengeleri adına müdahale edememişlerdir. Cevdet Paşa bu kadarla bırakır işi.

O zaman hangi vesileyle Osmanlı Devleti bu nevzuhur ABD ile siyaseten bir ilişki kurdu? Bildiğimiz ilk hamle, 1784 tarihinde ABD Kongresi kararıyla Thomas Jefferson, Benjamin Franklin ve John Adams’ın Osmanlı Devleti’yle dostluk ve ticaret antlaşması yapmak için görevlendirilmesidir. Ama ortaya öyle elle tutulur bir şey çıkmamıştır. Çünkü iki devlet arasındaki mesafe ister istemez ilişkilerin yoğunluğunun düşük seviyede seyretmesini zorunlu kılmıştır. Ta ki 19. asrın bitmesine ramak kala.

Bir hatanın ilk adımı

ABD, kadim dünyanın siyasi sahasına önce ekonomi alanında arz-ı endam ederek girdi. Bu sebeple ticari faaliyetlerini Akdeniz’de başlatmak isteyen ABD, buradaki ilk anlaşmayı 1786 Temmuz’unda Fas ile imzaladı. Fas Sultanı’ndan Amerikan gemilerinin Fas limanlarını kullanması için gerekli izni aldı. Ama ABD günümüze dek sürecek bir hatanın ilk adımını da burada attı. Yani Akdeniz’de Türkleri hesaba katmamıştı. Akdeniz’e giren Amerikan gemileri karşılarında resmiyette İstanbul’a bağlı ama fiiliyatta serbest olan Mağrip Ocakları’nın Türk kuvvetleriyle karşılaştılar. Malumdur Mağrip Ocakları dediğimiz yapı, Akdeniz’in İslam kıyılarını Batılı donanmalara karşı koruyan Cezayir, Tunus ve Trablusgarp’a (Libya) egemen Osmanlı deniz akıncılarıydı.

Mağrip Ocakları’ndan Cezayir’e bağlı mücahitler işte bu ABD gemilerine taarruz etmeye başladı. Zira ne Mağrip Ocakları ne de Devlet-i Aliyye arasında bu yeni devletle bir resmi antlaşma bulunuyordu. Bu dönemde Mağrip Ocakları’na ait kuvvetlerin ilk ele geçirdikleri gemi de Boston Limanı’na kayıtlı Maria adlı bir gemi oldu. Bunun ardından Cezayir kuvvetleri 11 Amerikan gemisini ele geçirince ABD Kongresi durumdan rahatsız olarak başkan Washington’a ciddi bir ödenek ayırdı ve ticaret gemilerini korumak için savaş gemileri inşa edilmesi kararını aldılar. Yani günümüzün okyanus aşırı ABD donanmasının temeli Türk korkusuyla atılmıştır dersek mübalağa etmiş olmayız sanırım.

ABD kuvvetleri ticaret gemilerini korumak için tesis ettikleri donanmayı Akdeniz’e gönderdi. Mağrip Ocaklarına bağlı Türk kuvvetleri ile mücadele eden ABD güçleri başarılı olamadılar. Akdeniz’de Türkleri hesaba katmamanın sonucunda ABD, başkanın emriyle 1795’te Joseph Donaldson başkanlığındaki bir Amerikan heyetini anlaşma imzalamak üzere Cezayir’e gönderdi.

Böylece ABD tarihinde Türkçe kaleme alınan bir antlaşma imzalandı. Antlaşma metni şöyle başlıyordu: “Bu belge dünyanın hâkimi, denizlerin ve karaların hükümdarı, kralların efendisi, sultanlar sultanı, imparatorlar imparatoru, Sultan Mustafa Han’ın oğlu Sultan Selim Han’ın dikkatli bakışları altında imzalanmıştır. Allah, O’nun hükmünü daimî kılsın”

Anlaşmaya göre Cezayir’de bulunan esirlerin bırakılması için Cezayir dayısı Hasan Paşa’ya bir kerede 642 bin 500 dolar verecek ve her sene 12 bin Cezayir altını eden 21 bin 600 dolar tutarında vergiyi de düzenli ödeyecekti. Kısacası Osmanlı’ya bağlı Mağrip Ocakları’ndan Cezayir beyliği ABD’yi vergiye bağlamıştı. Ardından Tunus ve Trablus (Libya) beylikleriyle de antlaşma yapıldı. Böylece ABD tarihinde ilk defa Türkleri siyaset denklemine katmamanın realitesiyle tanışmış oldu. Takvimler 1830’u gösterdiğindeyse Sultan II. Mahmud devrinde Reisülküttab Mehmed Hamid Efendi tarafından yapılan antlaşmayla ABD, doğrudan Devlet-i Aliyye ile de ilişkilerini resmileştirdi

Batılı emperyal genetik

ABD, bu süreçte Osmanlı Devleti’nin siyaseten ahlaklı duruşu ve antlaşmalara sadakatiyle tanıştı. Örneğin 1800 senesinde İs-tanbul’a gelen George Washington USS gemisi kafaları karıştırmıştı. Henüz kimsenin pek de bilmediği bir ülkeye ait bu gemi halk arasında şaşkınlık meydana getirdi. Fakat gemi, yetkililerin gemi kaptanına: “Yeni Dünya’dan mısınız?” sorusunu yöneltme-si ve gemiden “evet” cevabını almaları üzerine “Hoş geldiniz” cevabıyla olumlu karşılanmıştı.

1861–1865 Amerikan İç Savaşı’nda Osmanlı Hükûmeti’nin kölelik karşıtı Kuzeyli “Birlik” tarafını desteklemesi Amerika’da bir Türk sempatisini dalgalandırmıştı. Bu sıcaklaşmanın ardından iş, Osmanlı gemilerinin Amerika’da yapılması ve Osmanlı ülke-sinde Amerikan okulları açılmasına kadar uzanmıştı.

19. yüzyıl boyunca Osmanlı’nın siyasî ahlakı çerçevesinde sorunsuz ilerleyen Osmanlı-ABD ilişkileri ABD’nin Batılı emperyal genetiğinin getirdiği siyasi hırsının gadrine uğradı. Osmanlı Devleti tarafından izin verilen Amerikan kolejleri, Anadolu ve Orta-doğu coğrafyasını yapay devletlere bölmek için militan yetiştirme yuvalarına döndü. Özellikle Merzifon’daki Amerikan Koleji, Pontusçu teröristlerin yetiştirildiği terör kampı haline geldi.

Osmanlı Devleti 1912’de Balkan Savaşları’nı yaparken Amerikan kamuoyunda bu kez de Türk karşıtı bir dalgalanma oldu. ABD yine Türkleri hesaba katmama hastalığına tutuldu. Hatta aynı yıl Morgenthau’nun İstanbul’a ABD elçisi olarak atanma kararnamesi Wilson’un önüne geldiğinde başkan; “Türkiye diye bir şey olmayacak ki, elçi göndermek gereksin” demişti.

I. Dünya Savaşı başladığındaysa henüz Osmanlı ve ABD tarafsız pozisyondayken Osmanlı Büyükelçisi Ahmet Rüstem Bey “persona non grata” ilan edilerek sınır dışı edildi. Wilson, 10 Ekim 1917’de Albay House’a “Türkiye’nin haritadan silinmesi” görüşünün açık savunuculuğunu üstleneceğini söyledi. Hatta Amerikan askerlerinin Avrupa’ya değil de Ortadoğu’ya asker gönderilip Türklerin mağlup edilmesinin daha uygun olacağını belirtmişti.

I. Dünya Savaşı sonlandığında galip devletler safında bulunan ABD, yine Türkleri hesaba katmadan ortaklarıyla bir takım projeler üzerinde çalıştı. Her ne kadar ünlü Wilson İlkeleri’nin 12. Maddesi Türklerin çoğunlukta olduğu sahaları Türklere bırakmayı öngörüyorsa da ABD’nin bundan kastı Anadolu’nun ortasında Haymana Ovası ve civarından ibaretti.

Mikro-yapay devletler

Falih Rıfkı Atay ABD’nin bu tutumunu anlatırken ; “Acaba Amerika, Türkiye’yi kaç otonomiden kurulma bir federasyon olarak bırakacaktı” diyerek o dönemdeki havayı dile getirmişti. Amerika’nın günümüzde Ortadoğu’daki mikro-yapay devletler projesin-den çok iyi bildiğimiz tutumu o günlerde de aynıydı. Bugünkü Türkiye üzerinde; boğazların uluslararası bir komisyona, Doğu Anadolu’dan Kafkasya’ya kadar olan bölgenin Ermenistan’a, Batı Anadolu’nun Yunanistan’a, İstanbul’un da Konstantinapol Şehir Devleti adı altında manda idaresine bırakılmasını hesaplıyordu. Hesap etmediği bir şey vardı: Türkler.

Ama sonuç malum. Milli Mücadele sonucu ABD’nin Anadolu üzerindeki tüm bu plan ve projeleri boşa çıkmıştı. Hatta 1920’de Ermeniler Türk ordusu tarafından yenilgiye uğratılıp Gümrü Antlaşması imzalanmış ve Erivan Hükûmeti dahi iddialarından vaz-geçtiğini ilan etmişken ABD’li hem Cumhuriyetçi Parti hem de demokrat Parti’nin senatörleri açıklama yaparak “Ermeni davası için gereken neyse yapacakları” tehdidini savurmuşlardı. Savaş sonrası İngiltere ve Fransa TBMM hükümetiyle masaya oturma kararı almışken buna en fazla ABD direnmişti. Bu tutumları II. Dünya Savaşı sonrası SSCB tehdidi çıkana kadar da sürecekti.

Sözün kısası, ABD tarihi geleneği itibariyle çizgisini hiç bozmadan Anadolu ve Ortadoğu üzerindeki siyasetini sürdürüyor. Yani hep aynı proje. Bağımsız ve güçlü bir İsrail Devleti ve onun etrafında sosyolojik temeli olmayan yapay-mikro devletçikler. Ama bu planı yaparken Her defasında da aynı yerde tökezliyor yani bölgedeki hesaplarında Türkleri hesaba katmıyor.

Yahudi devleti memnuniyeti

ABD başkanı Wilson, Lord Rotschild’e yazdığı bir mektupta: “Filistin planlarının gelişmesiyle büyük ölçüde ilgileniyorum. Bu planların memnunluk verici ve sürekli olmasını bütün kalbimle umarım” diyerek Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasını desteklediğini ifade etmiş ve bu demeci ABD resmi makamlarınca yalanlanmamıştı.

Osmanlı’dan deve talebi

İleride bir suikasta kurban gidecek başkan Abraham Lincoln, ABD donanmasına ait bir nakliye gemisini İstanbul’a göndererek, Meksika ve Teksas çöllerinde nakliye için kullanmak üzere Osmanlı’dan deve istemişti. Devlet tarafından iki çift damızlık deve temin edilmiş, Hacı Ali isminde bir deveciyle Amerika’ya yollanmıştı. Hatta 1861’de çıkan Amerikan İç Savaşı’nda bu develer nakliyede kullanılmıştı. Deveci Hacı Ali de Arizona’ya yerleşmiş ve burada vefat etmişti.