Yaralı bilinçler ölümcül kimlikler...

Abdülkadir Özkan - Yazar
23.04.2016

Amin Maalouf’un dediği gibi “kimlik” sadece bizim diğerlerinden farklılığımızı değil, aynı zamanda farklılığın bir arada bulunabilmesinin de mümkün olduğunu anlattığı sürece ancak “ölümcül” olmaktan kurtulabilir.


Yaralı bilinçler ölümcül kimlikler...

Haber bültenlerinde ne zaman Batı’da Müslümanlara yönelik bir tahammülsüzlük haberi işitsem, Suriyeli sığınmacıların Avrupa kapılarında dramatik koşullarda verdikleri yaşam mücadelesini görsem, yahut İslam’ın temel prensiplerinden uzak; kime, neye inandığı belli olmayan “nevzuhur” değerler uğruna kendisini Sünni/Şii mescitlerinde “patlatan” bir “intihar bombacısı” haberi okusam aklıma hep Amin Maalouf gelir. Maalouf, kaleme aldığı birçok makalesinde ontolojik “aidiyetlerin” zamanla nasıl “yok edici” birer nesneye dönüşebildiğini analiz eder. İnsanın “değer” kabul ettiği kimi inanışların, içinde yaşadığı toplum baskısının, etnik kimliklerin, tercihlerin, aidiyetlerin hayatımızdaki “ölümcül” etkisine atıfta bulunur. 

Umut tohumları

Lübnan asıllı bir Hristiyan olan Amin Maalouf, Ortadoğu toplumlarını derinlemesine analiz edebilen önemli mütefekkirlerden biridir. “Medeniyetler farklılığının” hiç olmadığı kadar toplumları “kutuplaştırdığı”, “yabancılaştırdığı”, çatışma ortamlarına mahkum ettiği bir dünyada, Avrupa başkentlerinde Suriyeli mültecilerin dramı gün be gün derinleşirken; İslam başkentlerinin geçtiğimiz yüzyıldaki konumuna ilişkin önemli bir tespiti var Maalouf’un; “İslam tarihinde daha başlangıçtan itibaren, ötekiyle yan yana yaşama konusunda dikkate değer bir yatkınlık görülür. Geçen yüzyılın sonunda, en büyük İslam gücünün başkenti İstanbul’un nüfusu içinde başlıca Rumlardan, Ermenilerden ve Yahudilerden oluşan ve Müslüman olmayan bir çoğunluk bulunuyordu. Aynı dönemde Paris’te, Londra’da, Viyana’da ya da Berlin’de nüfusun yarısının Hristiyan olmayanlardan, Müslüman ve Yahudilerden oluşabileceği düşünülebilir miydi? Bugün bile, kentlerinde müezzinin ezan okuduğunu işiten pek çok Avrupalı rahatsız olurdu.” 

Maalouf’un tespitleri hala geçerliliğini koruyor. Makedonya sınırında plastik mermi ile müdahale edilen Suriyeli mülteciler Batı’nın “farklılıklara” tahammülsüzlüğünün en acı örnekleri olarak geçti tarihin kayıtlarına. Yaşanan bütün bu acılara rağmen az da olsa insanlığın “umut tohumlarını” yeşerten, geleceğe heyecanla bakmamıza vesile olan gelişmeler de yaşanmıyor değil. Geçtiğimiz haftalarda Birleşik Devletler’in başkentine yarım saat uzaklıkta Maryland’de inşası tamamlanan Diyanet Türk İslam Merkezi’nin açılış töreninde bir kez daha Amin Maalouf’u anımsadım. Osmanlı tarzı mimari ve tezyinat ile bezenmiş külliye, mimari özelliklerinin yanında temsil ettiği “misyon” bakımından çok önemli bir yere sahip. Hristiyan bir mahallenin ortasında kurulmuş Diyanet Türk İslam Merkezi, bölge halkının referandum ile onayının alınmasının ardından inşa edilebilmiş. Maalouf’un İslam medeniyetine ilişkin dillendirdiği “birlikte yaşama” kültürünün “uzak kıtada” bir “başka medeniyetin çocukları” tarafından -bütün “İslamofobiklere” ders olurcasına- tecrübe ediliyor olduğunu görmek gerçekten son derece anlamlı. Maalouf’un dediği gibi “kimlik” sadece bizim diğerlerinden farklılığımızı değil, aynı zamanda farklılığın bir arada bulunabilmesinin de mümkün olduğunu anlattığı sürece ancak “ölümcül” olmaktan kurtulabilir.

Cumhuriyet tarihi boyunca yurt dışında çeşitli “din hizmeti” faaliyetleri gerçekleştirmiş, soydaş azınlıkların bulunduğu bölgelerde onları yalnız bırakmamış, son 10 yıldır ise sadece Türklerin değil, neredeyse Müslüman azınlıkların yaşadığı en ücra bölgelere bile hizmet götürmeyi kendisine misyon edinmiş Diyanet İşleri Başkanlığının Washington’a yarım saat uzaklıkta böyle bir “ilim ve hikmet” merkezini inşa etmiş olmasını farklılıklara “tahammülsüzlüğün” fâş olduğu günümüzde insanlık adına  “heyecan verici” olduğunu itiraf etmek gerekiyor. Sadece Türkler ve Maryland’de yaşayan Müslümanlar için değil bütün bir Amerikan toplumu için anlam değeri yüksek bu külliyenin “İslam korkusunun” yaygınlaştığı, radikal akımların “gerçek İslam” sıfatıyla tanımlanmaya zorlandığı, her bir Müslümana yönelik “olağan şüpheli” kabulünün giderek normalleştiği, Müslümanın “başını öne eğerek” yürümek zorunda kaldığı bir dünyada ilim, hikmet ve bilgi üreten bir merkez planlamasıyla faaliyet gösterecek olması İslam’a ilişkin olumsuz kanaatlerin düzeltilmesine ve doğru İslami bilginin üretilmesine büyük katkı sağlayacaktır. Türkiye’nin temsil ettiği “irfan geleneği”, “birlikte yaşama kültürü”, farklılıkların zenginliği de daha derinlemesine anlaşılacaktır. Sadece Diyanet tarihinin değil Cumhuriyet tarihinin de en büyük projesi olan Diyanet Türk İslam Merkezi, kuruluş felsefesi bakımından “insanlığın ufkunu karartan, medeniyetler çatışması tezlerini reddeden, her taşıyla İslamofobik nefretleri ortadan kaldıran” bir bilgi yuvası olmayı hedefliyor. Bu hedef dünya barışına katkı sağlayacağı kadar insanlığın ihtiyacı olan bir “yeni başlangıçtır”. Projede büyük emeği olan Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in açılış töreninde “Nerede yaşarsanız yaşayın hiç biriniz başınızı öne eğerek yaşamayın. Çünkü siz Müslümansınız. Muhammed ismi sadece ‘emin’ sıfatını, güveni, barışı, hakkı ve adaleti temsil eder. Hiç biriniz, 10 binlerce kilometre ötelerde din, İslam adına yaralı bilinçlerin, cinayet şebekelerinin işlediği suçlardan dolayı eziklik hissetmeyin. O cinayetlerin hiç birisi Dini Mübin’i İslam’dan, Resulü Ekrem Muhammed Mustafa’dan, Kerim kitabımız Kur’an-ı Kerim’den kaynaklanmıyor” çağrısı yurt dışında varlıklarını sürdürmeye çabalayan “İslam toplumlarının” içini ferahlatan, özgüveni yüksek bir duruştu.

Her insan Rabbinin halifesi

Görmez Hoca’nın konuşması salt Müslüman toplumları değil, birlikte yaşamayı sürdürecekleri Amerikan toplumuna da anlamlı mesajlar içeriyordu; “Her insan saygın ve muhteremdir. Her insan Rabbimizin halifesi olarak yaratılmıştır. Ortak ilahi zemin aynı zamanda medeniyettir. Çünkü bütün medeniyetler insanlığın ortak değerleriyle ayağa kalkmışlardır.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde büyük gayretleri sayesinde temelleri atılabilen ve inşası tamamlanan Diyanet Türk İslam Merkezi, İslam’ın almaktan çok vermeyi tavsiye eden, komşusu aç yatarken tok yatmayı yasaklayan, öldürmeyi değil, yaşatmayı emreden gerçek yüzünü Amerikan toplumuyla tüm uluslararası camiaya gösterecek. 11 Eylül sonrası Amerika’da yaşayan hem Müslümanların hem de diğer din mensuplarının ilişkilerinde yaşadıkları travmaları da ortadan kaldırması açısından kayda değer bir proje.

Projede emeği geçenleri tebrik etmek gerekiyor. Projenin bundan sonra insanlığa katkı sağlayabilecek bir ufuk üretebilmesi, hedeflenen misyona ulaşabilmesi ancak o vizyona uygun profesyonellere emanet edilmesiyle mümkün. Sürdürülebilir bir yönetim anlayışının acilen tesis edilmesi merkezi hedeflenen noktaya kolaylıkla ulaştıracaktır.  Türk Amerikan toplumunu “mezcedecek” bu çalışmanın “fincancı katırlarını” ürküteceği muhakkak; bu devasa yapının Amerikan toplumuna kazandırılması en çok da “farklılıkların zenginliğini ölümcül kimliklere” dönüştürerek sosyolojik sonuçlarından güç devşiren “toplum mühendislerini” rahatsız edecektir.

[email protected]