Yardım değil ikiyüzlülüğün propagandası

Hamit Emrah Beriş/ Siyaset Bilimci
21.03.2024

ABD tarafından Gazze'ye gönderilen yardımlar, İsrail'e verilen malî ve askerî desteğin yanında oldukça küçük rakamlara tekabül ediyor. Kaldı ki bu yardımlar ABD'nin dışında başka ülkelerin ve sivil toplum kuruluşlarının katkılarını da içeriyor. ABD gerçekten yardım etmek istiyorsa İsrail'in saldırılarını bir an önce durdurmasını sağlasın.


Yardım değil ikiyüzlülüğün propagandası

İsrail'in Gazze'ye acımasızca saldırıları tüm dünyanın gözü önünde devam ediyor. Beklentilerin aksine Ramazan ayı da saldırıların durması ya da en azından hızının kesilmesi bakımından etkili olmadı. Tam tersine İsrail Gazze'ye karayoluyla yardımların iletildiği Refah'a da çok sayıda sivilin hayatını kaybettiği saldırılar düzenledi. İsrail'in Gazze'yi boşaltmadan saldırılarını durdurmayacağı anlaşılıyor. Her ne kadar ülke içinde cılız protesto gösterileri düzenlense de Netanyahu geri adım atmaya niyetli değil. Bu durum, aslında Netanyahu'nun üzerinde ciddi bir iç kamuoyu baskısı olmadığını, İsraillerin büyük kısmının izlenen politikalara onay verdiğini gösteriyor. Bir bakıma, Gazze'nin boşaltılması ve ardından işgal edilmesinin İsrail'in devlet politikası olduğu anlaşılıyor. ABD ve diğer Batı ülkelerinden aldığı destek, İsrail devletini iyice cesaretlendiriyor. Bunun yanında, İsrail'in saldırıları sürekli kılıp normalleştirmeye çalıştığı söylenebilir. Böylece Gazze'de yaşayan Filistinlilerin direnişinin kırılması ve dünyanın farklı yerlerinde yükselen protesto hareketlerinin gücünü yitirmesi amaçlanıyor.

Sembolik bir yardım

Saldırıların ilk gününden itibaren İsrail'e koşulsuz şekilde destek veren ABD Gazze'ye uçaklardan yemek paketleri ve su şişeleri atıyor. Gazze'deki tahribat göz önünde bulundurulduğunda yapılan gıda yardımının sembolik olmaktan öteye geçen bir anlamı yok. ABD, havadan attığı yardımların yanı sıra seyyar bir iskele aracılığıyla Gazze'ye denizden de yardım ileteceğini açıkladı. Ancak bu yapının inşa edilmesi için daha en az iki aya ihtiyaç olduğu söyleniyor. ABD, kara yerine deniz ve havayı kullanarak yaptığı yardımlarla terör örgütü olarak gördüğü Hamas'ın kontrolünde olan Gazze topraklarına askerlerinin ayak basmamasını sağlayacağını açıkladı. Burada bir noktanın daha altını çizmek gerekiyor: ABD tarafından Gazze'ye gönderilen yardımlar, İsrail'e verilen malî ve askerî desteğin yanında oldukça küçük rakamlara tekabül ediyor. Kaldı ki bu yardımlar ABD'nin dışında başka ülkelerin ve sivil toplum kuruluşlarının katkılarını da içeriyor.

ABD'nin Gazze'ye yardımları, aslında Batılı ülkelerin dünyanın geri kalanına bakışını gayet iyi anlatır mahiyette. Modern çağlarla birlikte sömürgecilik hareketleri başladığında Batılıların gözünde dünya "medeni ve barbar" şeklinde ikiye bölündü. Batılılar, ekonomik ve askerî bakımdan kurdukları üstünlüğü hayatın her alanına tahvil ettiler. Bu yaklaşım, Batı'nın kendi çıkarları doğrultusunda dünyanın geri kalanını sömürgeleştirmesi düşüncesinin ideolojik arka planını oluşturdu. Başka bir ifadeyle Batı ülkeleri, dünyayı medenileştirme misyonunu üzerine aldı ve diğer toplumlar karşısında kendisine moral üstünlük atfetti. İşin ironik yanı, aynı dönemlerde Batı ülkelerinde demokrasi ve insan hakları kavramlarının da giderek güç kazanmasıydı. İnsan hayatının kutsallığı ve dokunulmazlığı, Batı'da siyasî düşüncenin merkezine yerleşti. Hükümetler de kendi uyruklarına bu kavramlar çerçevesinde davranma yükümlülüğü altına girdiler. Demokrasi, Batı ülkelerinde yayılırken halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip oldukları düşüncesi işlendi. Bu kavramlar, geleneksel imparatorlukların çöküşü için araç olarak kullanıldı. On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı başta olmak üzere çok sayıda imparatorluk, Batılı devletlerin yerel unsurları kışkırtmasıyla topraklarını kaybetmeye başladı. Aynı dönemde ise Batılı devletler kendi topraklarını genişletmeye, hüküm sürdükleri alanlarda baskı ve zorbalığa dayalı bir düzen kurmaya devam ediyorlardı. Öyle ki Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1914 yılında dünyanın dörtte biri Britanya İmparatorluğu'nun kontrolündeydi.

Kimler hangi hakları alabilir?

Batı dünyası, tüm bu süreçte sömürgecilik ve işgal hareketleriyle başladığı fiilî üstünlüğü kültürel alana da taşıdı. Batılı toplumlardan çıkan kavramların evrensel bir nitelik taşıdığı ve tüm devletlerin buna uyma yükümlülüğü olduğu düşüncesi işlendi. Ancak bu ülkeler ve toplumlar, kendi hak ve özgürlüklerini Batı'dan talep ettiklerinde gerçek manzarayla karşılaştılar. Burada açık bir çifte standart devreye girdi ve Batı ülkeleri kimlerin hangi haklardan ve ne şekilde yararlanacağını belirleme işini adeta kendi tekellerine aldılar. Daha açık bir ifadeyle, Batı toplumlarının sahip oldukları hakların aynılarının insanlık ailesinin diğer üyeleri için geçerli olmayacağı pervasızca ifade edildi. Batı dışı toplumların yaşadıkları sorunlara bigâne kalındı. Hatta tam tersine bu devletlerin içlerindeki siyasî anlaşmazlıklar körüklendi, aralarında husumet meydana getirildi.

İngiltere'nin emperyal yapısını temellerini atan VIII. Henry'nin şansölyesi Thomas More, ünlü kitabı Ütopya'da devletinin dış politikada izlemesi gereken ilkeleri anlatır. More'a göre coğrafi olarak nispeten küçük bir ada devleti olan Ütopya (aslında İngiltere) kendini dışarıdan gelecek saldırılara karşı korumak için önden hamleler yapmak zorundadır. Başka devletlerin içlerine casus sokmak, yöneticilerini satın almak veya onların zaaflarını kullanmak suretiyle Ütopya dünyanın geri kalanını kontrol eder. Kendi çıkarları doğrultusunda gerekirse başka devletlerde iç savaşlar çıkarır gerekirse onları birbirleriyle savaştırır. More'un önerdiği bu stratejik hamleler, uzunca yıllar boyunca İngiltere'nin dış siyasetine hâkim oldu. İngiltere, dünyanın geri kalanı üzerinde büyük ölçüde More'un öngördüğü şekilde hegemonya kurdu. Diğer Batılı ülkeler de aynı yolu izlediler ve dünyayı adeta kendi aralarında paylaştılar. İnsan gücünden doğal kaynaklara kadar dünyanın bütün zenginliklerini paylaştılar.

Batılı ülkeler dünyanın geri kalanına onlardan aldıklarının çok daha azını verdiler. Ülkelerin kaynakları sömürülürken onlara çeşitli vesilelerle sağlanan destekler, büyük bir propaganda mekanizmasının aracı olarak kullanıldı. Sömürgecilik ve bunu takip eden hegemonya uzunca yıllar boyunca İngiltere, Fransa, Hollanda, Portekiz ve İspanya tarafından kurulmuştu. Bu ülkeler, yüzyıllar boyunca hem dünyanın önemli bir bölümünü işgal ettiler hem de kendi yönetimlerinin en iyisi olduğu yönünde yerel halkı ikna etmeyi amaçladılar. Daha açık bir ifadeyle, doğrudan güce dayalı "hard power"ı, daha rafine yöntemleri içeren "soft power" ile desteklediler. Söz konusu toplumların lehine görülebilecek adımlarını büyük puntolarla öne çıkarırken gerçek politikalarını gizlemeyi başardılar.

Gizli yapılanmalar

Yirminci Yüzyılda daha önce Avrupa ülkelerinin üstlendiği rolü ABD devraldı. ABD, Soğuk Savaş yıllarında ortaya çıkan iki kutuplu dünya düzeninde Batı Blokunun liderliğini üstlendi. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra ise dünyanın tek süper gücü olarak kaldı. ABD'nin dünyanın geri kalanına yönelik ilgisi de bu dönemde iyiden iyiye arttı. Orta Doğu gibi coğrafyalarda, kendi etki ve nüfuz alanını güçlendirmeye çalışan ABD yerel müttefikler arayışına girdi. Bu müttefikleri demokratik siyaset yoluyla devşiremediği ülkelerde askerî darbeler örgütledi veya gizli yapılanmalar aracılığıyla karar alma süreçlerini etkilemeye çalıştı.

ABD'nin bazı Arap rejimleriyle girilen, yapılan iş birlikleri dışında Orta Doğu coğrafyasında en yakın müttefiki İsrail oldu. İsrail'in pervasızlığı bir ölçüde ABD'den aldığı destekle yakından ilişkiliydi. Ancak ABD de adeta bir ileri karakol gibi İsrail'den yoğun şekilde yararlandı. Orta Doğu'da siyasî dengelerin şekillenmesinde bu iki devlet birlikte hareket ettiler. 11 Eylül sonrası ABD'nin değişen güvenlik paradigmasında da İsrail merkezî bir rol üstlendi. Müslüman ülkelere ve gruplara karşı İsrail'in hukuk tanımazlığı ABD'nin de işine geldi. Bu etmenlere Evanjeliklerin İsrail'e yükledikleri anlam ve Yahudi lobisinin ABD'deki gücü de eklenebilir kuşkusuz. Ama son tahlilde ABD ve İsrail'in İslam ülkeleriyle ilişkiler bakımından çıkarlarının uyuştuğu açık bir gerçek.

En baştan itibaren İsrail'in Gazze saldırılarına en büyük desteği ABD verdi. Bundan sonra da aynı desteğin devam edeceği anlaşılıyor. Hatta Cumhuriyetçilerin en güçlü başkan adayı Trump, İsrail'e sağlanan mevcut desteği yeterli görmüyor ve göreve gelirse bunu daha ileriye taşıyacağını açıkça ifade ediyor. Kısacası iktidarda kim bulunursa bulunsun ABD cephesinde değişen bir şey olmayacak. ABD, İsrail'e desteğini kesintisiz şekilde ve belki artırarak sürdürecek. Tüm vahşete seyirci kalırken de hiçbir derde deva olmayan insanî yardımlarla uluslararası toplumun başat aktörü rolünü oynamayı da sürdürecek. Geçmişte de farklı coğrafyalarda ABD kendi hegemonyasını kurmak için çeşitli yardım mekanizmalarına başvurmuştu. İkinci Dünya Savaşından sonra aralarında Türkiye'nin de bulunduğu çok sayıda ülkeye Marshall Yardımı yoluyla destek olacağını açıklamıştı. Ancak bu yardımlar, ABD'nin bu ülkelere nüfuz etmesinden başka bir işe yaramadı. İkinci Dünya Savaşından önce küresel aktör olma rolünün çok uzağında bulunan ABD, yardımlar aracılığıyla uluslararası sistemde kendi konumunu pekiştirdi. Ayrıca bir kısmı şartlı verilen bu yardımlar, ülkelerin savunma sanayii başta olmak üzere pek çok alanda kendi potansiyellerini kullanmaları engelledi.

Gazze'ye ABD'nin yaptığı yardımların yaraların sarılmasında pansuman olacak kadar bile anlamı yok. Gerçek anlamda bir yardımın yolu, İsrail'in saldırılarını bir an önce durdurmasını sağlamaktan geçiyor. ABD'nin bunu sağlamaya gücü yeter. Ancak Birleşmiş Milletlerde alınacak kararlar bile ABD'nin Güvenlik Konseyindeki vetosu nedeniyle hayata geçmiyor. Her geçen gün artan insanlık dışı katliam manzaralarına karşı Batılı devletlerin çoğunun hiç sesi çıkmıyor. İki devletli çözüm gibi yaklaşımlar artık dile bile getirilmiyor. Devletlerden ve küresel toplumdan sivil inisiyatifle gelecek yardımların Gazze'ye ulaşması için hiçbir adım atılmıyor. Durum böyleyken ABD'nin yardımlarının vicdanî bir yönünün bulunduğunu söylemek imkânsız. Bu sözde yardımlar, evrensel kamuoyunu etkilemeye çalışan bir propaganda aparatı olmanın ötesine geçmiyor.

@heberis