Yargı reformunda beklenen adımlar

0
2.09.2012

Yargı sistemimizin işleyişi ile ilgili şikâyetler, sadece usûl hükümlerinden değil, birçok maddî ceza hukuku normunun her türlü yoruma açık, muğlâk niteliğinden doğmaktadır. Eğer demokratikleşme yolunda ciddî bir adım atılması isteniyorsa, yeni yasama döneminde TBMM’ye gelmesi beklenen dördüncü yargı paketinin bu sorunlar üzerinde yoğunlaşması gerekir.


Yargı reformunda beklenen adımlar

Prof. Dr. ERGUN ÖZBUDUN / İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi

ürkiye’nin hemen her sorunu gibi, Özel Yetkili Mahkemeler sorunu da, aşırı ölçüde kutuplaşmış bir tartışmaya yol açtı. Bir kesim, bu mahkemeleri, kahramanca ve cansiperane çabalarıyla, askerî vesayetin ve onun sivil uzantılarının tasfiyesinde belirleyici rol oynamakla överken; başka bir kesim, onları AK Parti’nin muhaliflerini sindirmek ve otoriter bir sistem kurmak için kullandığı, adalet değil intikam duygusuyla hareket eden bir araç olarak nitelendirdi. Bu kesim, ÖYM’leri, sıkıyönetim mahkemelerine, hattâ İstiklâl Mahkemeleri’ne, duruşmaların yapıldığı yeri de “toplama kampları”na benzetecek kadar ileri gitti. Diğer uçta ise, ÖYM’lerin kaldırılmasını veya yetkilerinin sınırlandırılmasını savunanlar, son yılların demokratik kazanımlarını ortadan kaldırmak ve askerî vesayetin geri gelmesini istemek gibi garip suçlamalarla karşılaştı. Bu kutuplaşma, 2 Temmuz’da kabul edilen, “Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi”ne ilişkin 6352 sayılı Kanun konusunda da kendisini gösterdi. Bir kesim bu kanunu, mevcut şikâyetleri büyük ölçüde ortadan kaldıran temel bir reform olarak takdim ederken, diğer bir kesim de yapılanın bir isim değişikliğinden ibaret olduğunu, diğer bir deyimle dağın fare doğurduğunu iddia etti.

Diğer pek çok sorunda olduğu gibi, bu konuda da gerçeğin, karşıt uçlarda değil, mâkul bir orta noktada olduğu kolayca tahmin edilebilir. Her şeyden önce, ÖYM’lerin askerî vesayetin geriletilmesinde temel rolü oynadığı, dolayısıyla bu mahkemeler kaldırılır veya yetkileri daraltılırsa, bu vesayetin geri geleceği iddialarının aşırı derecede abartılı olduğunda kuşku yoktur. Askerî vesayetin geriletilmesi elbette önemli bir demokratik kazanım olmakla birlikte, burada kritik rolü, değişen siyasal konjonktür ve 2010 Anayasa değişiklikleri oynamıştır. Başbakan Yardımcısı Sayın Bekir Bozdağ’ın ifade ettiği gibi, “sanki bugüne kadar olan mücadeleyi siyasal iktidar değil başkaları vermiş gibi bir hava oluşturulmaya çalışılıyor. Aynı yetkiler eski DGM’lerde de vardı. Neden bu dâvalar o zaman açılmadı? Buradaki anahtar sözcük ‘demokratik iklim’dir ve bunu sağlayan biziz. Elbette savcılar da çok cesur davrandılar. Ama bu cesareti bizim sağladığımız iklimden aldılar” (Star, 6 Temmuz 2012). Hukukî planda da, eğer 2010 Anayasa değişikliği ile Anayasa’nın 145’inci maddesine “devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar her halde adliye mahkemelerinde görülür” hükmü eklenmemiş ve askerî mahkemelerin görev tanımından “askerî mahallerde işlenmiş” suçlar ifadesi çıkarılmamış olsaydı, asker kişilerin ÖYM’lerde yargılanması elbette mümkün olmayacaktı.

Öte yandan, bazı ÖYM hâkim ve savcılarının tutum ve davranışlarının, Ergenekon ve benzeri kovuşturmalara samimî destek vermiş çevrelerde bile ciddî rahatsızlıklara yol açtığı, hattâ yargılama sürecinin itibar kaybetmesine neden olduğu inkâr edilemez. Bunun temel nedeni de, kamu vicdanını rencide edecek uzunluktaki tutukluluk süreleridir. Başta Sayın Cemil Çiçek olmak üzere birçok AK Parti sözcüsünün de ifade ettikleri gibi, tutuklu yargılanma, kural değil istisnadır. Aslında, yürürlükteki Anayasanın 19’uncu maddesinin (f.4) amaçsal yorumu da, tutuklamanın istisnaî bir tedbir olduğunu anlatmaktadır: “Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler, ancak kaçmalarını, delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde hâkim kararıyla tutuklanabilir.” Oysa Türkiye’de, sadece ÖYM’lerin değil genel olarak bütün mahkemelerin ve sadece son döneme özgü olarak değil oldum olası bu kuralı tersine çevirdikleri ve tutukluluğu kural, tutuksuz yargılamayı istisna haline getirdikleri, dolayısıyla tutukluluğun peşin bir ceza hükmü haline geldiği, bilinen bir gerçektir.

Tutuklu vekiller sorunu nasıl çözülür?

Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) azamî tutukluluk süreleri bakımından şu düzenlemeleri getirmiştir. Kanunun 102’inci maddesine göre, “ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.” Aynı kanunun 252’inci maddesinin 2’nci fıkrasına göre de, “250’nci maddenin birinci fıkrasının (c) bendinde öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır.” Maddede atıfta bulunulan 250’nci maddenin birinci fıkrasının (c) bendinde öngörülen suçlar ise, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) Dördüncü Kısmının Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlardır (devletin güvenliğine karşı suçlar, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, millî savunmaya karşı suçlar, devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk). Görülüyor ki, hayli geniş bir alanı kapsayan bu tür suçlarda azamî tutukluluk süresinin on yıla, diğer ağır cezalı suçlarda beş yıla kadar uzatılması mümkündür.

Bu sürelerin çok uzun olduğu açıktır. Yargı paketi de azamî tutukluluk sürelerinde bir değişiklik yapmamıştır. Öte yandan, yargı sürecinin hızlandırılması sağlanmadan bu sürelerde radikal bir indirim yapılması da, kamu vicdanını aşırı derecede rencide eden bazı suçların sanıklarının serbest kalması sonucunu doğuracaktır. Dolayısıyla, böyle radikal bir indirimin, yargı sürecinin hızlandırılmasını sağlayacak tedbirler etkisini gösterdikten sonra düşünülmesi, daha uygun olur. Yargı paketinde bu amaca yönelik birçok hüküm yer almaktadır. Gerçekten, yargı sürecinin yavaş işlemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin de garanti altına aldığı “âdil yargılanma hakkı”nın ihlâlini oluşturabilir.

Uzun tutukluluk süreleri, bütün tutukluluklar açısından olduğu gibi, tutuklu milletvekilleri açısından da tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Ancak, sadece milletvekillerine özgü bir düzenleme, toplumun adalet ve eşitlik anlayışına ters düşebileceği gibi, yürürlükteki Anayasanın 83’üncü maddesi karşısında, böyle bir düzenlemenin Anayasaya uygunluğu da kuşkulu olacaktır. Bilindiği gibi bu madde, Anayasanın 14’üncü maddesindeki suçları, yasama dokunulmazlığının kapsamı dışında tutmuştur. Dolayısıyla, tutuklu milletvekillerinin durumuna bir çözüm bulunması isteniliyorsa, en sağlıklı yol, daha önceki bir yazımda da (“Yasama Dokunulmazlığında 12 Eylül İzleri,” Star, Açık Görüş, 5 Şubat 2012) savunduğum gibi, bir anayasa değişikliği ile 83’üncü maddedeki 14’üncü madde referansını kaldırmaktır.

Yargı paketi (6352 sayılı Kanun) azamî tutukluluk sürelerinde bir değişiklik yapmamakla birlikte, tutuklamayı ve tutuklamanın devamını nispeten zorlaştıracak, tahliyeleri ise nispeten kolaylaştıracak birtakım iyileştirmeler getirmiştir. Kanunun 97’nci maddesi, CMK’nın 101’inci maddesinin ikinci fıkrasını şu şekilde değiştirmiştir: “Tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu husustaki bir tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda: a) Kuvvetli suç şüphesini, b) Tutuklama nedenlerinin varlığını, c) Tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunu, gösteren deliller somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça gösterilir.” Kanunun 98’inci maddesi de, tutuksuz yargılanmaya imkân verecek adlî kontrol tedbirlerine yenilerini eklediği gibi, bu tedbirlerin uygulanabileceği alanı genişletmiştir. Eski metinde (CMK, m. 109/1) söz konusu tedbirlerin ancak “üst sınırı üç yıl veya daha az hapis cezasını gerektiren” suçlarda uygulanabileceği öngörüldüğü halde, yeni metinde bu süre sınırı kaldırılmıştır. Ayrıca, CMK’nın 100’üncü maddesinde yapılan değişiklikle (m. 96) “sadece adlî para cezasını gerektiren veya hapis cezasının üst sınırı iki yıldan fazla olmayan suçlarda tutuklama kararı verileme”yeceği hükme bağlanmıştır.

Bu değişiklikler, hâkimlerin tahliye kararı vermelerini bir ölçüde kolaylaştırmakla birlikte, onların bu konudaki takdir haklarını ortadan kaldırmamaktadır. Zaten değişiklikten önce de hâkimlerin tahliye kararları vermeleri elbette mümkün olduğu gibi, biraz daha sınırlı bir alanda adlî koruma tedbirlerine başvurmaları da mümkündü. Şimdiye kadar bu takdir haklarını tutuklu lehine kullanmamış olan mahkemelerin, bundan sonra daha müsamahalı bir tutum izleyeceklerinin hiçbir garantisi yoktur. Tutuklama ve tahliye taleplerinin reddi kararlarının somut olgularla gerekçelendirilmeleri zorunluluğu bir güvence olmakla birlikte, kanunun yürürlüğe girmesini izleyen ilk uygulamalar pek cesaret verici değildir. Şu ana kadar tahliye taleplerini birtakım klişe gerekçelerle reddeden hâkimlerin, şimdi bu klişeleri biraz daha ayrıntılı şekilde tekrarlamaktan öteye gitmedikleri görülmektedir (meselâ “Balyoz’da tahliye taleplerine ret,” Milliyet, 14 Temmuz 2012). Sonuç olarak, bu konudaki takdir hakkı, gene hâkimlerdedir ve bu takdir hakkını tümüyle ortadan kaldırmak da elbette mümkün değildir. Umut, Sayın Cemil Çiçek’in de ifade ettiği gibi, hâkimlerin yasama organının iradesini doğru olarak algılamaları ve kanunî takdir yetkilerini birey hürriyetlerini koruyucu biçimde kullanmalarındadır.

Yoruma açık ceza normları...

6352 sayılı kanunun getirdiği başka bir iyileştirici değişiklik, kanunun 75’inci maddesinin (c) bendine göre, “yürütülen soruşturmalarda hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları almak, bu kararlara karşı yapılan itirazları incelemek ve sadece bu işlere bakmak üzere yeteri kadar hâkim görevlendirilir” hükmüdür. Böylece, özellikle tutuklama kararlarıyla tahliye taleplerinin reddi kararlarının, dâvaya bakan mahkeme veya olağan itiraz mercii tarafından değil, bu amaçla özel olarak ve sadece bu işlere bakmak üzere görevlendirilecek hâkimler tarafından alınması veya incelenmesi sağlanmıştır. Medyanın garip bir nitelendirme ile “özgürlük hâkimi” adını taktığı (sanki bütün diğer hâkimler “özgürlük düşmanı” imişler gibi) bu mekanizmanın, pratikte ne kadar yarar sağlayacağını zaman gösterecektir. Bilindiği gibi, şimdiye kadar da, tahliye taleplerinin reddine karşı itiraz yolu açıktı (CMK, m. 104).

Son olarak ele alınması gereken bir husus da, 6352 sayılı kanunun, ÖYM’lerin görev alanında bir değişiklik yapıp yapmadığı, diğer bir deyimle değişikliğin sadece bir isim değişikliğinden mi ibaret olduğu sorunudur. Kanunun 75’inci maddesi, Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 10’uncu maddesini değiştirirken halen CMK’nun 250’nci maddesindeki ifadeyi aynen koruyarak, bu suçlar dolayısıyla açılan dâvaların, “Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayabilecek şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür” hükmünü getirmiştir. Bu mahkemelerin görev alanına giren suçlar bakımından da CMK’nın 250’nci a, b ve c bendleri aynen muhafaza edilmiştir. Tek yenilik, TMK’nın 10’uncu maddesinin d, e, f ve g bendlerinde yer alan ve savunma hakkına kısıtlamalar getiren hükümlerin, bu suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmalarda uygulanmayacak olmasıdır. Bu karşılaştırma, söz konusu mahkemelerin görev alanlarında bir değişiklik olmadığı, değişikliğin bir isim değişikliğinden ibaret olduğu görüşüne hak verdirecek niteliktedir.

Sonuç olarak, üçüncü yargı paketinin bazı usulî iyileştirmeler getirmekle birlikte, gerçek bir reform oluşturmaktan uzak olduğu söylenebilir. Yargı sistemimizin işleyişi ile ilgili şikâyetler, sadece usûl hükümlerinden değil, onun da çok ötesinde birçok maddî ceza hukuku normunun her türlü yoruma açık, muğlâk niteliğinden doğmaktadır. Eğer demokratikleşme yolunda ciddî bir adım atılması isteniyorsa, yeni yasama döneminde TBMM’ye gelmesi beklenen dördüncü yargı paketinin bu sorunlar üzerinde yoğunlaşması temennî edilir.

[email protected]