‘Yaşam tarzı’ sendikacıları

Tarkan Zengin - Yazar
20.07.2013

Bugün yaşam tarzlarının tehdit altında olduğunu söyleyen KESK, birkaç ay önce Memur-Sen’in kamuda başörtü yasağının kaldırılmasına yönelik başlattığı imza kampanyası için 28 Şubat’ın ruhunu hatırlatan bir basın açıklaması yapmıştı. Kendisini Batılı sendikacılara özgürlük savunucusu olarak pazarlayan bu zihniyet başkasının özgürlük taleplerini engellemek için mücadele ediyor.


‘Yaşam tarzı’ sendikacıları

Gezi parkı eylemlerini anlamaya yönelik her çaba önemlidir. Ülkemizin demokratik standartlarının yükselmesi amacıyla yapılan barışcıl her türlü eylemden alınacak önemli dersler vardır. Fikir, örgütlenme ve ifade özgürlüğünün temel insan haklarından olduğunu unutmamalıyız. Ancak tabloyu doğru okumak için ortaya çıkan çelişkileri de görmezden gelemeyiz. Gezi eylemlerinde sendikaların çelişkili tutumlarının yanı sıra gerginlikleri artıran rollerini de görmeliyiz. Olayların başladığı günden bugüne kimi zaman gerginliği artıran kimi zaman azalan gerginliği yeniden ateşleyen sendikalar var. Alanlarda olan DİSK ve KESK, kendinden birkaç kat fazla üyeye sahip olan Konfederasyonlara kendileri gibi düşünmedikleri için “yandaş”, “Hükümet yalakası”, “efendilerinin sesi” gibi hakeret dolu ifadeler kullanıyor. Başka sendikaları aşağılayanlar ve onları yok sayanların alanlarda demokrasi talepleri ne kadar samimi? 

Başka sendikaların varlığını bile kabul etmeyenlerin demokrasi taleplerini, şiddetten şikayet eden sendikaların gençlerin şiddet söylemlerine karşı durmamalarını, hayat tarzlarının tehdit altında olduğunu söyleyenlerin söz konusu başörtüsü olunca başkalarının hayat tarzlarına saygı duymadıklarını, emek sınıfından olduğunu iddia edenlerin nasıl kapitalizme ve emperyalizme hizmet ettiklerini, proleterya ile yapamadıkları devrimi burjuvazi ile birlikte yapmanın ne yaman çelişki olduğunu anlatmanın, oynanan oyunun anlaşılmasına yardımcı olacağını düşünüyorum. Uluslararası aktörlerin de içinde olduğu yeni bir 28 Şubat oluşturma çabalarını anlatmak ülkesini seven herkesin yapması gereken önemli bir sorumluluktur. 

Bugün yaşam tarzlarının tehdit altında olduğunu söyleyen KESK, birkaç ay önce Memur-Sen’in başlattığı kamuda başörtülü çalışma yasağının kaldırılmasına yönelik imza kampanyası için 28 Şubat’ın ruhunun yeniden geri döndüğünü çağrıştıran bir basın açıklaması yaptı. 28 Şubat’ı desteklemediklerini söyleyen KESK, bu açıklamasıyla neredeyse 28 Şubat’a rahmet okutacak ifadeler kullandı. Kendisini batılı sendikacılara özgürlük savunucusu olarak pazarlayan bu zihniyet başkasının özgürlük taleplerini engellemek için mücadele edeceklerini söylüyor.  

Sermaye sendikacıları

Onlara göre başörtülü çalışma talebi “Gericiliğin meşrulaştırılması” imiş. Aynı basın açıklamasında 28 Şubat’ın karargahlarında hazırlanmış metinlerde yer alan şu ifadeler var: “KESK, kamu hizmeti veren emekçilerin herhangi bir dinsel simge (türban, sarık, takke, haç vb) kullanarak kamu kurumlarında çalışmasına karşı durmaya devam edecektir” dedikten sonra “eşitlikçi ve özgürlükçü bir zeminde gerçek bir laikliği savunmak, aynı zamanda toplumda gelişen muhafazakârlık ve gericiliğe karşı mücadelenin ilerici adımları olacaktır” diye fetva vermektedir. Aynı zihniyet üniversitelerde okuyan öğrencilere başörtüsü özgürlüğü getiren yasa çalışmasını da meclis önünde protesto etmişti. Özgürlükçü ve hayat tarzlarına müdahale edilmesine karşı durduklarını iddia eden bu yapıların, başkalarının hayat tarzına karşı müdahale etme hakkını kendilerinde görmeleri anlaşılır gibi değil. DİSK genel sekreterinin Başbakan’a bu bir sosyolojik olaydır demesi ise bir başka çelişki. Zira kendiside kadın olan Hanımefendi, ayrımcılığa tabi tutulan başörtülü çalışan kadınları sosyoloji bilimi açısından anlamaya çalışmış mı? Başörtülü olduğu için işyerlerine alınmayan kadınların psikolojisini anlamak için çaba göstermiş mi? Kadınlara karşı ayrımcılığın sürmesini savunarak sosyoloji hatırlatmak samimiyet değil. 

Gezi parkı eylemlerinde kendilerini emekçi olarak tanımlayan DİSK ve KESK, emperyalizmin ve kapitalizmin değirmenine su taşıdıklarının farkında değiller mi? Yıkmaya çalıştıkları Ak Parti ve Başbakan’a en fazla saldıran sınıfın sermaye olduğunun hala farkında değiller mi? Olayların başından beri, Ak Parti ve Başbakanı yıpratmak için operasyonel haberlere imza atan “The Economist” ile hangi sınıf birliğinde buluşuyorlar? Bu derginin son sayısında Türkiye ekonomisinin yapısal zayıf yönlerinin aşırı düzenlenmiş işgücü piyasaları ve asgari ücret demesine karşı tek açıklama yapamadılar. Asgari ücreti fazla gören Çalışma Bakanına demediğini bırakmayan bu kurumlar, eylem birliği yaptığı emperyalizmin savunucusu The Economist’e karşı bir çift laf edememiştir. Esnek çalışma getiriyor diye Hükümete demediğini bırakmayan bu sendikalar bu derginin esnek çalışma getirilsin önerisini nasıl içine sindirebiliyorlar? Yoksa Ak Parti düşmanlığı ve gecikmiş devrimcilik duygularını tatmin etme her türlü işbirliğini gerektiriyor mu?

Gezi Parkı 1 Mayıs planıydı 

Marjinal sol örgütlerin 1 Mayıs 2013 çağrılarında kullandıkları dil “savaş dili”ydi. Bildirilere yansıyan bazı cümleler: “AKP’ye karşı üniversiteliler isyanda, 1 Mayıs’ta alanlarda”, “AKP’YE gününü göstereceğiz”,  “Komünistler, sendika militanlarının yetişmesi için var güçleriyle işçi yataklarında, fabrika ve işliklerde uzun erimli bir savaşımın içinde, görevlerinin başındadır”, “Liseliler Alanlarda Savaşmaya Hazır”. Bu dil 1 Mayıs’ta yaşanan görüntülerin nedenini de ortaya koymaktadır.  Marjinal sol örgütlerin amacı emekçilerin haklarını dile getirmek ve sorunlarına çözüm bulmak değil, emekçileri ideolojik amaçlarına alet etmektir. Ölen tersane işçileri, madenlerde can verenler, hala cenazesine ulaşılamayan enerji işçileri, kamu çalışanlarının sorunları, sefalet ücretiyle çalışmak zorunda kalan işçiler bunların bildirilerinde de gündeminde de yoktur. 

Bu yıl Taksim inadının bir nedeni de uluslararası sendikal alanda Ak Parti’yi zor durumda bırakmaktı. Zira son yıllarda DİSK ve KESK yöneticileri sürekli olarak terör örgütü iddiasıyla tutuklanan sendikacıların, sendikal faaliyetlerin nedeniyle tutuklandıklarını ve Ak Parti’nin tüm muhalif kesimlerin sesini kesmek için sendikalara operasyon yaptıklarını söylüyorlardı. Bu yıl ITUC Genel Sekreterini bu iddialarını destekleyecek olaylara şahit olması için davet ettiler. 1 Mayıs için ülkemize gelen genel sekreterin biber gazı yemesi ya da çıkan bir arbede sonucu gözaltına alınacak olması tam da “dikta ve faşizm” iddialarını güçlendirecek bir sonuç getirecekti. Bu olmadı ama sendikalar uluslararası bir sendikanın genel sekreteri gözaltına alındı iddiasını dile getirdiler. 

DİSK ve KESK’in mektupları

Nitekim bu konfederasyonlar amaçlarına ulaştılar. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) Genel Sekreteri Sharan Burrow, 1 Mayıs sonrası ülkemizden ayrılırken onların istediği açıklamaları yaparak şunları söylemişti: “Taksim Meydanı’nın kapatılmasının “demokrasinin hakiki olmadığı”nı göstermiştir”, “Türk hükümeti dünyanın gözünde ayıplandı”, “demokrasi tehdit altındadır”, “2015’te G20 liderliğini devralması beklenen bir ülkeden böyle bir davranış beklenemez” demiştir. İşçilerin dışında alanları dolduran marjinal sol örgütlerin savaş bildirilerini incelemeyen, sapanlarla, taşlarla, molotoflarla ve demir bilyelerle sivil halka ve polise saldıranları görmeyen bu hanımefendi Türkiye’nin gelişmesinden rahatsız olan emperyalist ülkelerin sözcüsü gibi konuşuyor. Bu genel sekreter Türkiye’nin G20 Liderliğini yapmasından neden rahatsızlık duyar? Aynı kadın Gezi Parkı eylemleri nedeniyle kendilerine gönderilen mektuplardan sonra 20-21 Haziran’ı, Başbakanı ve Hükümeti protesto etme günü olarak ilan etti.

DİSK ve KESK yurtdışına ülkemizi sürekli kötü göstermeye bu süreçte de devam ettiler. Yalan bilgilerle ve iftiralarla ülkemizi üçüncü dünya ülkesi gibi gösteren resimler kullandılar. Ülkemize yönelik operasyonun bir parçası olan uluslararası sendikal örgütler gelen bilgileri hiç araştırmadan anında tüm dünya sendikalarını iki gün boyunca (20-21 Haziran) eyleme davet etti. Ama çok çabalamalarına rağmen Başbakana karşı eylem kararını takan olmadı. Ancak ülkemizin imaj kaybına uğraması hedeflerine maalesef ulaştılar. Ergenekon ve KCK soruşturmalarından sonra, bu sendikalar yurt dışında sürekli olarak Başbakanı diktatör, Hükümeti otoriter ve emek düşmanı olarak kayıtlara geçirdiler. Faşist baskılar, diktatör, dikta rejimi, muhalifler tutuklanıyor sözü birkaç yıldır zaten söyleniyordu. Bu ifadelerin bugün kullanılması operasyonun bugün değil yıllar önce başladığını göstermektedir. Son iki yıldır dilim döndüğünce bu oyunu anlatmaya ve yazmaya çalıştım. 

KESK’in 3 Haziran’da EPSU’ya gönderdiği mektuptaki ifadeler yalan ve iftira dolu. Bu mektuptan bazı ifadeler şöyle: “Gezi Parkı’ndaki yıkıma karşı çıkmaya başlayan barışçıl protestoculara karşı devlet terörü başlatılmıştır. Devletin bu barışçıl Gezi protestocularına verdiği terörist cevap insanların hayat güvenliklerini ciddi biçimde tehdit ederek devam etmektedir.” İsrail’e devlet terörü uyguluyorsun diyen Başbakana sanki İsrail adına cevap veriliyor. Bir başka paragrafta bu kadar da olmaz denecek şu ifadeler yer alıyor: “Polis saldırıları sonucu yüzlerce sivil zarar görmüş, çoğu ciddi şekilde yaralanmıştır. Binlerce insan gözaltına alınmıştır. Şehirlerdeki bütün ana bölgeler polis kuşatması altına alınmış ve gece düzenlenen polis baskını şeklinde avlanmalar başlatılmıştır. Bu polis baskınlarının hedefi bütün devlet karşıtı olanlardır.” Yukarıdaki ifadelerin 3 Haziran’da yazıldığını düşündüğümüzde, polis avını, şehir kuşatmasını, binlerce insanın gözaltına alınmasını bu sendikaların öngörüleri mi yoksa operasyonun bir parçası mı oldukları olarak anlamalıyız. Mektubu “demokrasinin ve emeğin bütün güçlerini dayanışma içinde olmaya ve mütecaviz ve diktatör devlete karşı mücadeleye davet ediyoruz” diye bitiriyorlar. PKK’nın devletimiz için kullandığı diktatör ifadesini kullanmaları dikkat çekici. DİSK ise gönderdiği mektupta benzer ifadelerin yanı sıra Başbakanın topçu kışlasını yapma amacının Cumhuriyetin sembollerini yıkıp yerine Osmanlı ve İslam sembollerini koymak olduğu yalanını yazdı. Aynı mektupta Başbakan Erdoğan’ın otokratik yönetimine karşı eylem yaptıklarını,  Polisin sert Müdahalesi nedeniyle 5 kişinin öldüğünü ve yaklaşık 7.500 kişinin yaralandığını söylediler. Mahcup olma duygusu insandan alınınca her türlü tahribatı ve yalanı söylemeye müsait olur. Barışcıl olduğu söylenen eylemlerde yapılan barbarlığı ve vandallığı nereye koyacağız. Başbakan’a barışçıl eylemcilerin tempo tutarak ettiği küfürlere nereye koyacağız. Eylemlerde 45 ambulans, 90 belediye otobüsü, 214 özel araç ve 240 polis aracının tahrip edilmesi, 58 kamu binası ve 337 işyeri zarar görmesi, 600 polisin yaralanması ise gözlerden kaçırılıyor.

Gezi parkı eylemlerinden devrim bekleyenler ütopyalarını başka bahara saklamalılar. Zira eyleme katılanların tüketim kalıpları, sosyal durumları ve yaşayış biçimlerine bakıldığında burjuva olduklarını söyleyebiliriz. Daha sonra bunlara sol fraksiyonların neredeyse tamamı katıldı. Şiddeti mücadele yöntemi olarak benimseyen gruplar iktidarı gayri meşru yollarla ele geçirme vehmine kapıldılar. Bunların tek ortak özelliği Başbakana düşman olmalarıdır. Burjuvalarla proleterya devrimi bekleyenler yanıldıklarını anlayacaklar. Ancak eylemlerin tansiyonu düşse de devam ettirilecektir. Gezi Parkı eylemleri başka eylemlerin provasıydı. Buradan aldıkları motivasyonla başka taktiklerle Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasına kadar provakasyonlar sürecektir. Samimi olarak çevre duyarlılığı olan eylemciler kendilerinin emeklerinden devrim devşirmeye çalışanlarla aralarına mesafe koymalıdır. Hükümet ise vandalların şiddet görüntüleriyle ilgili görsel materyaller hazırlamalı, yurt içinde ve dışında seri konferanslarla oynanan oyunu deşifre etmelidir. Tüm bunlar vakit kaybetmeden yapılmalıdır. 

[email protected]