Yaşamları yaşam, ölümleri ölüm sayılmayanlar

Nazife Şişman - Sosyolog
26.10.2013

Asıl sormamız gereken soru başka: Zenginlik dünyanın belli yerlerinde nasıl yoğunlaştı? Bu kalenin dışında kalanlar neden belini bir türlü doğrultamıyor da her tür tehlikeyi göze alarak bu merkezlere üşüşmekten başka çare bulamıyor?


Yaşamları yaşam, ölümleri ölüm sayılmayanlar

Daha bir hafta önce görme fırsatı bulduk kurbanlıkların gözlerinde ölümün/ölümlülüğün derin izini. Bu fırsatı ne kadar değerlendirebildiğimiz meçhul. Bir de “kader kurbanı” deyip geçtiklerimiz var, gözü gözümüze hiç değmeyen. Belki de bu yüzden kaybolan canlar, birer istatistik, haber bültenlerinde birer alt yazı olarak kalıyor. Geçtiğimiz ay içinde yüzlerle ifade edilen sayıda göçmenin ülkelerindeki savaşlardan, yoksulluktan umuda doğru açtığı yelken, Avrupa’nın kara sularında alabora oldu. “İtalya açıklarında...”, “Yunanistan açıklarında...” diye başlayan cümlelerle dahil oldular kısa bir süre sonra unutacağımız enformasyon hanemize.Adları: mülteci, sığınmacı, kaçak göçmen, akabinde kaçak işçi ya da yabancı...

Yasları tutulmaya bile değmeyecek bir kategoriye hapsedilenler yani; Judith Butler’ın “gayrı insani öteki” diye tanımladığı gruba dahil olan ve yaşamları “yaşam”, ölümleri “ölüm” sayılmayanlar. Gerçi Butler bu tespiti 11 Eylül sonrasında ABD’de kamusal eleştirinin susturulduğu, Afganistan ve Irak işgaline karşı çıkanların terör taraftarı ve hain, İsrail politikalarına karşı çıkanların ise anti-semitist diye yaftalandığı baskı ortamını tasvir etmek için kullanıyor. Ama kamusal alanın görünebilir tarafından kurulduğu, neyin gerçek sayılıp sayılmayacağının da bizzat görünüm alanının düzenlenmesi üzerinden gerçekleştirildiği ve bunun aynı zamanda kimlerin hayatının hayat kimlerin ölümünün ölüm sayılacağını belirlemenin bir yolu olduğu şeklindeki tespiti, mültecilerin ve göçmenlerin küresel kamudaki konumu için de geçerli. Onlar gerçek manada “ölü” sayılmadıkları için yasları da tutulmuyor. 

Kolonyal ilişkiler

Avrupa kalesinin (“EuropeanFortess”) önüne yığılan bu “dilencilere” göz açtırmamak amacıyla tedbirler sıkılaştırılıyor. Ama Schengen vizelerine, yeni göçmen kanunlarına, içerde yükselen yabancı düşmanlığından ivme bulan aşırı sağ çıkışlarla uyumlu yeni düzenlemelere rağmen bir TIR’ın kasasından ya da küçük bir teknenin deposundan çıkıveriyor bu “kale içindeki zenginliklere göz dikenler”. Bazen de rahatlarını bozacak şekilde Avrupalıların güneşlendikleri sahillere vuruyor cansız bedenleri. Belki Avrupa kalesinin, sınırları yüksek duvarlarla çevrili orta çağ şehirlerini  çağrıştıracak şekilde tahkim edilmesi fikri çok taraftar bulmuyor. Ama Avrupa politikalarının gündemini artık bu tedirginlik belirliyor.

Göçmen ve mültecilerle ilgili yanlış bir izlenim var esasında. Her yıl dünyada milyonlarca insan yer değiştiriyor ve sanılanın aksine sığınmacı ve mülteciler gelişmiş ülkeleri tercih etmiyor. Ya da gelişmiş ülkelerin veryansın etmesini haklılaştıracak derecede bu ülkeleri adeta yığınlar halinde işgal etmiş durumda değiller. Dünyadaki mültecilerin beşte dördüne “gelişmekte olan ülkeler” diye bilinen ülkeler ev sahipliği yapıyor. Mesela dünya çapında en fazla sayıda mülteci Pakistan’da. Kendisi milyonlarca insanını komşu ülkelere göndermeden önce onu Suriye takip ediyordu, çoğunu Filistinlilerin oluşturduğu mülteci nüfusuyla. İran onların hemen arkasından geliyor mülteci ev sahipliğinde. 

Dünya çapındaki mültecilerin yarısını Iraklıların ve Afganistanlıların (buna iki yıldır Suriyeliler de eklendi) oluşturması da hemen her gün bir tırın kasasında ya da küçük bir teknenin güvertesinden birer ‘kader kurbanı’ olarak medyaya yansıyanların, “yoksulluktan refaha yolculuk” hikayesinin bireysel kahramanları olmadığını gösteriyor. Yani onları yerlerinden eden sebep, gözlerini kamaştıran Avrupa nimetlerinden ziyade demokrasi götürme vaadiyle ve “global etik” gereği yapıldığı iddia edilen müdahaleler ya da dünyanın göz yumduğu ve el altından körüklediği iç savaşlar.

Diğer taraftan Avrupa’da seyelan halinde olan insanların dramı, bağımsız ulus devletlerin oluşumu ile sığınmacı ve mültecilerin ortaya çıkışı arasında çok yakın bir bağlantı olduğunu da gösteriyor. Geçmişte Avrupa’daki ulus devletler de yönetsel bağımsızlık ve vatandaşlık üzerindeki vurguları nedeniyle mülteci olgusuna katkıda bulundular. Tehcirler, mübadeleler, ulus devletlerin oluşmasında araçsal bir öneme sahipti. Sadece yirminci yüzyılda -iki savaş sonrasında- Avrupa’da milyonlarca insan yerinden edildi.

“Bugün eski Yugoslavya’daki savaşlar bir tür Balkan ‘çözülmesi’ olarak kabul ediliyor. Halbuki” diyor Saskia Sassen, Guestsand Aliens’de “bunlar da konuşulmayan Avrupa tarihinin sonucu”. Nitekim Amerika da küresel askeri güç olarak yapıp ettiklerinin bir sonucu olarak kendi mülteci akınlarını oluşturmuştu. 1960 ve 70’lerde Hindiçin’den, 1980’lerde Orta Amerika’dan göçler buna örnek. Eski kolonyal ilişkiler de mülteci ve göçmen nüfusun akış yönüyle ilgili dikkat çekici özellik serdeder. İngiltere’deki göçmenlerin çoğunun Hindistan ve Pakistan asıllı, Fransa’daki göçmenlerin çoğunun Kuzey Afrika asıllı olması, kolonyal geçmişin iktisadi etkilerinin sürekliliğini gözler önüne seriyor.

İçimizdeki dışarlıklar

20. yy’ın göç olgusu üzerindeki önemli etkenlerden biri de -iç savaşlar ve askeri müdahalelerin yanı sıra- ekonominin yeni örgütleniş tarzıdır. Ekonominin uluslararası özellik kazanması, sadece sermayenin değil işgücünün de uluslararası hareketi anlamına geliyor. Hem bu ‘uluslararası’laşmanın hem de eski kolonyal ilişkilerin ortaya çıkardığı jeopolitik durum, göçün ve göçmenliğin sorumluluğunun sadece göçmenlerin üzerine yüklenemeyeceğini gösteriyor. Uluslar-üstü ekonomi, yapılanmasını işgücünün seyyaliyeti üzerine kurarken, göçmenlerle ilgili düzenlemelerin ulusal sınırlar tarafından belirlenmesi gerilimin önemli bir ayağını oluşturuyor. Biz bunları konuşmak yerine aşılan duvarları, zorlanan kapıları, kapı önlerine yığılarak orada mukim olanları rahatsız eden yığınları konuşuyoruz. Onlar sadece bir rahatsızlık kaynağı olarak yer alıyor  gündemimizde.

Zygmunt Bauman mülteciler, kaçak göçmenler ve içerdeki yabancıların durumunu, “sınıf altı” diye nitelediği topluluğun durumuna benzetir. Toplumsal gelir dağılımının en alt tabakasında olan bu kesim, muhayyel bir altsınıf kategorisine hapsedilir. Bu alt sınıf, nüfusun geri kalanının aksine hiç bir sınıfa ait olmayan, dolayısıyla topluma ait olmayan bireylerin oluşturduğu topluluktur. Bu topluluk içinde yer alanlar ne bir iş yaparak işlev görmekte, ne de düşük, orta, yüksek gibi ayrılan gelir sınıflarından birine mensup olarak toplumda bir yer doldurmaktadırlar. Üretici olmadıkları gibi tüketici olarak da bir yer doldurmazlar. Bütün sınıflandırmaların dışında kalırlar. “Sınıf-altı” toplumun “içinde” olabilir, ama kesinlikle topluma “dahil” değildir. Toplumun hayatta kalması ve refahı için duyduğu gereksinimlere katkıda bulunmaz, hatta o olmasa toplum daha iyi durumda olur. Toplumsal dokunun elzem parçalarından sayılmayan, yabancı bir parçasıdır onlar. Kanserli dokudan pek farkları yoktur yani. En makul yöntemse kesip atmaktır onları organizmadan. Bir toplumda hiç işe yaramayan bir ‘sınıf altı’ -ki bunların en belirgin örnekleri evsizler, müzmin işsizler, sığınmacılar, yersiz yurtsuz yabancılardır- varsa, uluslararası toplumun da sınıf altı telakki edilebilecek üyeleri vardır: göçmenler, mülteciler, yabancılar, sığınmacılar, müzmin yoksul ülkelerin müzmin yoksulları, hiç bir ulus devletin koruması altında olmayan vatansızlar...

‘Yoksulluk suçu’ 

Bu yığınlar zaten derilerine kazınmış bir suçu da beraberlerinde taşımaktadırlar: yoksulluk. Günümüzde yoksulluk, gün geçtikçe daha yoğun bir şekilde bir hukuk ve asayiş sorunu olarak tanımlanıyor. En fazla suç oranı bu yoksul yığınlar arasında değil mi? Elbette yoksulluğun kol gezdiği bölgelerde, yoksulların yoğun olarak yaşadığı yerlerde suç oranlarının yüksek olduğunu söylemek şaşırtıcı bir tespit değil. Peki yoksulluk bir asayiş hukuk sorunu mudur öncelikle? Esasında yoksulluk, toplumsal eşitsizliğin en aşırı ve belalı tortusudur. Ama bir hukuk ve asayiş sorunu olarak tanımlama eğilimi gün geçtikçe geniş ve yaygın kabul görüyor. Bu yeniden tanımlamadan ötürü yoksulluk normalde suç ve suç unsuru içeren eylemlere karşı alınan tedbirlerle mücadele edilmesi gereken bir sorun olarak görülüyor. Halbuki mesele hukuki değil, ekonomik ve toplumsaldır. Yani savaşların, kıtlıkların, adaletsiz sistemin yol açtığı küresel yoksulluğun bir sonucu olan göçmen/mülteci meselesini, yükseltilen duvarlar, sınırlar, gümrükler, vizeler, vatandaşlık tanımları, yabancı ülkede çalışma şartları gibi hukuki düzenlemelerle, asayişe yönelik önlemlerle çözmek mümkün değildir. Asıl sormamız gereken soru başka: Zenginlik dünyanın belli yerlerinde nasıl yoğunlaştı? Bu kalenin dışında kalanlar neden belini bir türlü doğrultamıyor da her tür tehlikeyi göze alarak bu merkezlere üşüşmekten başka çare bulamıyor?

Bunlar sorulmadıkça sahillere vuran kara derili cesetlerin hesabı sorulamaz, istesek bile kimden hesap soracağımızı bilemeyiz.

[email protected]