‘Yaşasın hürriyet kahrolsun istibdat!'

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / Akademisyen
23.12.2022

Millete hürriyet vaad edenler, yıktıkları Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine bir korku imparatorluğu kurdu. Seçimleri kaybedeceklerini anladıkları anda, 1912 yılında baskın bir seçim tertipleyip sandık başlarında hazır oy pusulaları dağıtan İttihatçılar, buna itiraz edenleri de herkesin gözü önünde darp etti.


‘Yaşasın hürriyet kahrolsun istibdat!'

Her ne kadar bu sloganın tam olarak kim tarafından söylendiği bilinmese de İttihatçıların onu 1908'den bu yana dillerinden hiç düşürmediklerini görüyoruz. Özellikle İmparatorluğu dağıtmaya ve II: Abdülhamit'i devirmeye matuf olarak kullanılan son derece işlevsel bir argüman olarak hafızalara kazındı. Keyfiliğe ve şeriata dayalı saltanatın toplumu baskı altında yönettiği, bireylere hakkını vermediği, özgürlüğün olmadığı, eşitliğin tesis edilmediği bir yerde yaşanamayacağı fikrinden hareketle ülkeyi bu baskıdan kurtarmaya giden yolda sözümona toplumun bilinçlendirilmesi için ittihatçı entrikacılar tarafından yaygınlaştırılmıştı. Ayrıca buna "özgürlük, adalet, eşitlik, kardeşlik" sloganı da eklenerek söylem güçlendirildi ve devrimin özgürlükçü bir hareket olarak zihinlerde yer etmesi sağlandı. Meşrutiyet ilan edildikten sonra Jön Türkler, halkın siyasetin aktif bir aktörü olduğunu ilan ettiler.

Cuntacılığın enva-i çeşidi

Ancak kurdukları sistem bireylere, yani vatandaşa ne hürriyet ne adalet ve ne de demokrasi getirdi. Tek cümle ile söylemek gerekirse "Yaşasın hürriyet kahrolsun istibdat" sloganı ile iktidarı değiştirenler bambaşka bir derebeylik kurdular. Cuntacılığın enva-i çeşidini göreceğimiz bir yola girmiş olduğumuzu gördük.

Cumhuriyet dönemi siyaset tarihini çalışan birisinin en çok üzerinde duracağı konu hiç şüphesiz ki darbelerdir. Oysa halk artık saray entrikalarından bıkmıştı, kuralları ve kanunları belli olan bir düzen arzuluyordu. Haddi zatında bugün bile hemen hemen her vatandaşın ütopyası ülkenin yüksek standartlı bir demokrasiye kavuşmasıdır. Ama işin paradoksal olan yönü, hürriyet hürriyet diye bağıranların bu rüyayı bir kabusa çevirmiş olmalarıdır.

Yaşasın hürriyet sloganının cuntacılığa bir maske yapıldığı defalarca görüldü. Ne zaman ki millet kendi iradesini politik bir projeye dönüştürmeye heves etti onların bu isteği dipçikle bastırıldı. Ne zaman ki ülke müstemlekelerin etkisinden çıkmaya başladı önlerine hep setler örüldü, Ne zaman ki millet kendi değerlerine özlem duydu bundan utanç duymaları sağlandı. Ama bütün bu sevimsiz blokajlara rağmen millet çok gurur verici bir demokrasi mücadelesi vermeye devam etti. Millete hürriyet sunduğu için dar ağacına gönderilen başbakana son sözü sorulduğunda: "Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız içün sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek içün ortada hiç bir sebep yok. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes'in ölümü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silüp süpürecektir"

Demokrasiye inanç

Yine ortada hiçbir sebep yokken post modern bir darbe ile iktidardan indirilen bir diğer hürriyet havarisi başbakan olan Necemettin Erbakan'ın partisi anayasa mahkemesi kararı ile kapatılınca: "Bu alınmış karar bir kere daha ifade ediyorum tarihin akışı içerisinde basit bir noktadır. Böyle bir kararın yürürlüğe girmesiyle Türkiye'de halkımızın muazzam bir bölümünün partisi olan Refah Partisi ve onun davası bu kararlardan zerre kadar etkilenmez. Daha önce de ifade etmiştim. Bu kabil kararlardan tek bir sonuç çıkar. O da Refah inancının tek başına iktidarıdır. Milletimize saadetler diliyorum." sözleri ile siyasete ve demokrasiye olan inancı güçlendirmişlerdir.

Türkiye'deki cuntacılığın serüveni her ne kadar daha çok 1950 sonrası darbelerle gündemde olsa da esasında darbeci zihniyetin kökleri eskilere dayanır. Bu had bilmezliğin tarihi çok yeni değildir. Saraya karşı girişilen diğer entrikaları saymazsak ilk darbenin 30 Mayıs 1876'da Serasker Hüseyin Avni Paşa önderliğinde İmparatorluğun padişahı Sultan Abdülaziz'e karşı yapılmış olanıdır.

Malum, uydurma fetva ve gerekçelerle sultan tahttan indirildi ve kısa bir süre sonra da öldürüldü. Dahası darbeciler bu cinayete intihar süsü vermek için de gerekli mizanseni hazırlamışlardı. Ama aynı anda her iki bileğin de derin ve öldürücü bir yarılma ile hem de küçük bir sakal-bıyık traş makası ile kesilmiş olmasının mümkün olmayacağından dolayı uydurulan hikaye inandırıcı bulunmadı. Kibirli olan padişah azledilmeyi kendine yediremedi ve intihar etti yalanından başka hiçbir delilleri olmayan darbecilerin başı olan Hüseyin Avni Paşa ölüm haberini alır almaz olay mahalline gitti ve cinayet delillerini yok etti. Çağırdığı doktorlara tehditlerde bulunup talimatlar vermesine rağmen ortak raporda intihardan söz edilmedi ancak, bilekleri kesildiğinden dolayı gerçekleşen kan kaybından öldüğü rapor edildi.

Aynı anda iki bilek kesilmez

Resmi tarih kaynakları Abdülaziz'in intihar ettiğini yazarlar fakat annesi Pertevniyal Valide Sultan, yazdığı hatıratında sultanın Feriye Sarayı'na gizlice sokulan üç pehlivan tarafından boğularak öldürüldüğünü kaydeder ( Gürfirat, Baha, Pertevniyal Valide Sultan'ın Hatıratı: Sergüzeştname, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, 2 (1967), s. 57-59). Eldeki birçok bilgi de nitekim Valide Sultan'ın söylediklerini teyit emekte ve doktorların raporunda da zaten intihar ifadesi yer almamakta, tıbben de bir insanın her iki bileğini aynı derinlikte kesmesinin mümkün olmadığı bilinmektedir. Bir insan kestiği bileği ile diğer bileğini de aynı derinlikte kesemez denilmektedir.

"Valide Sultan, Sultan Abdülaziz'in cansız bedeni başında feryat ederken yüzüğünü ve küpesini Harbiyeli Nazif adlı bir subay zorla çekip almış, ihtilalciler Sultan Abdülaziz'i bir perdeye sarıp Ortaköy karakoluna götürdükleri sırada Valide Sultanı da Sultan Abdülmecid'in oğlu Nureddin Efendi'nin kölelerinden Necib Efendi kollarından çekerek yalınayak, yaşmaksız ve feracesiz bir şekilde Ortaköy Karakoluna götürmüş karakol meydanında vükelanın önünde yerlerde süründürmüştür" (Sarıbal, İsmet, Pertevniyal Valide Sultan'ın El Konulan Hazinesine Dair Tutulan Bir Defterin Analizi, Cihannüma Tarih Ve Coğrafya Araştırmaları Dergisi Sayı IV/1 – Temmuz 2018, 131-154.)

Valide sultanın sahip olduğu tüm mal varlığını talan etmek isteyen darbeciler mücevher ve paraların yerini öğrenmek için Sadrazam Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Rıza Paşa'nın hem padişahın hem de valide sultanın yatak odalarına kadar girdikleri ve bu kadarına tahammül edemeyen Dârüssaade Ağası Cevher Ağa'nın "bu âna değin nice hal'ler vukubulmuş ve fakat hiçbir vakitte vükelânın harem dairesine dahil oldukları ve hizmetkâr gürûhu tarafından velinimetlerinin bu mertebe hetk-i hürmet-i mehârime cüretlerinin" görülmediğini belirterek tepki gösterdiği, cariyelerin şalvarlarına varıncaya kadar arandığı, Sultan Abdülaziz'in nâşının üzerine kapaklanıp kendinden geçmiş olan Pertevniyal'in ağzında "mücevhere müteallik bir şey" olma ihtimaline karşı birisinin parmağını sokarak takma dişlerini çıkardığı da ayrıca iddia edilmektedir. (Akyıldız, Ali, Müsrif, Fakat Hayırsever: Pertevniyal Valide Sultan, Osmanlı Araştırmaları / The Journal of Ottoman Studies, XLVII (2016), 307-352)

Bu dramatik hikâye, ülkemizdeki (hürriyetçi) siyaset tarihinin en kilit konularından birisidir. Çünkü darbeciler siyasetin içine mahrem alanları da dahil edip, bir yönetim sanatı olan iktidarı bir entrika ve bir öç alma mekanizmasına ve aracına dönüştürdüler. Keza meşru iktidarın bertaraf edilmesinde darbecilerin nasıl profesyonelce kurgular yaptıklarını da görmüş olduk.

İşin en can alıcı noktası ise, darbecilerin; halkına hizmet eden, devletini yüceltmek isteyen bir yöneticinin hem akıl sağlığının yerinde olmadığına hem müsrif olduğuna hem de ihanet içinde olacak tutumlara sahip olduğuna halkı inandırmayı belli bir oranda başarmış olmaları ve bu algı üzerinden de memleketin siyasi denkleminde güçlü ve kalıcı bir unsur olarak yer etmeleridir.

Bu durum, hiçbir yöneticilik yetkisi, makamı ve sıfatı olmayan "ayak takımı" bir kitlenin kendisini sahip olduğu şeytani zeka sayesinde ülkenin tek sahibi olarak görmesini doğurdu. Konuyu özetleyen en çarpıcı delil ise, Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesinden sonra, gözaltında bulunduğu sırada Fer'iyye Sarayında, saray fotoğrafçısı tarafından çekilen o meşhur fotoğraftır.

Fotoğrafta endişeli gözlerle etrafa bakan ve üstü başı pejmürde bir vaziyette bir sandalyede oturan Sultan Abdülaziz'in arkasında iki saray görevlisi onun omuzuna yaslanarak mağrur bir eda ile ve sırıtarak, gözlerinin içi gülerek poz vermişler. Sultanın yüz ifadesi ile hizmetçilerin ifadelerine dikkat edilirse "ülke yönetimindeki doğal siyasi dengenin" nasıl bozguna uğratıldığı açıkça görülmektedir. Saray soytarılarının saray soylularının yerine geçtiğinin resmidir bu.

İki fotoğraf arasındaki benzerlik

Burada bir parantez açıp, yukarda bahsettiğim fotoğraf ile 1960 darbesini yapan cuntacı askerlerden iki saygısız ve utanmaz (müstemleke) subayın, idama götürülmek üzere yanına geldikleri başbakan Ali Adnan Menderes'le çekilen fotoğrafı arasındaki benzerliğe dikkatlerinizi çekmek isterim.

Bu iki fotoğraf üzerinden tüm bir siyasi tarih okuması yapma niyetinde değilim ama hürriyet vaadi ile tesis edilen sistemin neyi içerdiğini özetlemektedir, bahse konu düzenin hangi fikriyata yaslandığını gösteren çok önemli bir tablo çiziyor bize. Hürriyeti tesis etme vaadi ile kurulan sistem gerçek hürriyet aşığı olan başbakanı dar ağacına gönderdi. Menderes'in hikayesini büyüklerinden dinleyenler kimin veya kimlerin nasıl bir istibdat tesis ettiklerini duymuşlar. Dahası halkı istibdattan kurtaran ilk mecliste, Türkiye Büyük Millet Meclisinin "teşri" yetkisinin "başkumandanlığa" verilmesi yasasına itiraz eden Ali Şükrü beyin öldürülmesi hadisesine ayrıca girmeye gerek yok.

Millete hürriyet vaad edenler, yıktıkları Osmanlı imparatorluğunun yerine bir korku imparatorluğu kurdular. Seçimleri kaybedeceklerini anladıkları anda, 1912 yılında baskın bir seçim tertipleyip sandık başlarında hazır oy pusulaları dağıtan ittihatçılar buna itiraz edenleri de herkesin gözü önünde darp ettiler. Muhalif partinin yöneticilerinden birisi ve aynı zamanda mebus adayı olan Rıza Tevfik Bey bile sopayla dövüldü. Bundan dolayı da o seçimler tarihe "sopalı seçim" olarak geçti.

O gün yaşasın hürriyet kahrolsun istibdat diye slogan atanlar devleti cuntacı bir zihniyetle yönettiler ve ülkeye hürriyet isteyen başbakanı da idam ettiler. Bugün aynı geleneğe yaslandığını gururla söyleyip aynı sloganları atanlar acaba neyi hedefliyor?

[email protected]