Yasımız geleceğimizdir

Ali K. Metin / Şair, Yazar
24.03.2023

Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın" diyor Albert Camus. Ölümün fotoğrafı aynı zamanda yaşadığımız gerçekliğin en amansız itirafı ve yansımasına dönüşebilmektedir. Dönüşmelidir de, zira bu gerçeklikle hala yüzleşip yüzleşemediğimiz yahut ne düzeyde yüzleşebildiğimiz meçhul.


Yasımız geleceğimizdir

Unutmamak zorundayız. Ne Kahramanmaraş, ne Van, ne Marmara depremlerinin ardında bıraktığı acıları. Her deprem nereden nereye geldiğimizle ilgili yoğun, toplumsal bir sorgulamayı beraberinde getiriyor belki, ama gerisini getirebildiğimizden emin değiliz.

Akut dönemin ardından acılarla beraber sorgu ve dikkatler de yazık ki küllenmeye başlıyor. Bu defa yine öyle mi olacak bilemeyiz. Bir şeylerin yavaş yavaş da olsa değiştiğini hissediyoruz. Fakat olan biten her şeyi kanıksamaya olan yatkınlığımızın bizi baskın şekilde kıskacına alma ihtimalini görmezden gelmek mümkün değil. "Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür" sözünü sanki değişmeyen bir gerçek anlamında sadece dile getirmekle kalmıyor, aynı zamanda umursamazca ve/veya umarsızca kabullendiğimizi yakın tarihimizden bizatihi fark edebiliyoruz.

Unutmak işimizi kolaylaştırıyor, bizi rahatlatıyor sanırım. Bütün gözyaşı, acıma ve tutulan yasların ardından ateşin düştüğü yeri yaktığı, geride buz gibi bir gerçek olarak kalıyor. Hatta o kadar ki ateşin düştüğü kimselerde/ailelerde bile yaralar bir şekilde kabuk bağlıyor. Kötü müdür bu, hayır. Bilinçli varlıklar olmanın getirdiği biz duygusu ne kadar köklü de olsa kayıplarımızın bizi komaya sokmasına sağduyumuz izin vermez. Varlığını sürdürme yeteneği ve refleksi bize doğuştan verilmiştir.

Gerçekler değişmiyor

Ancak bilincimiz, aynı zamanda durmamız gereken noktayı bilir; makro-kozmik bir bakışla denizde bir kum tanesi olduğumuzu bize alttan alta fısıldar. Yani hayat sana, bana, ona rağmen devam etmektedir. Hayatın büyük akışı ve gerçekliği karşısında her acı, her ölüm birer ayrıntıdan ibaret kalacaktır. Hoşumuza gitse de gitmese de makro gerçeklik budur. O yüzden yaraların kabuk bağlaması, bu gerçekliğe dair farkındalığımızın olumlu ve kaçınılmaz bir sonucu sayılabilir: Ölenle ölünmez, bu bir. Ve zaten her can ölümü tadacaktır, bu da ikinci bir gerçek.

Bu iki gerçek bizi bir şekilde hayata döndürüyor. Bizi tedavi ettiği gibi aynı zamanda kendi/beşeri gerçeğimizle de karşı karşıya getiriyor. Siyasetten mülhem olarak diyecek olursak, dünya hem benden hem de bizden büyük (!).

Hayatı kutsallaştıran anlayışlarla bu çerçevede hesaplaşmakta fayda olduğunu söylemek yanlış olmaz. İnsanı kutsallaştıran hümanist dünya görüşü hayatta kalmayı ne zamandır bir tür ideoloji haline getirmiş gibidir. "Hayat ne derece hayatta kalmaya dönüşürse ölüm korkusu da o derece artar." (Byung-Chul Han, Palyatif Toplum) Bugün ölümle barışık olmayı neredeyse aptalca buluyor ve inandırıcı olmaktan hayli uzak görüyoruz. Hayatın anlamı neredeyse canlılığın sürdürülmesine müteallik hale geldi. "Günümüzde ölmek insanlara özellikle zor gelir, çünkü hayatı anlamlı bir şekilde bitirmek artık mümkün değildir" (Han, Age).

Böylesi bir anlam kaybı, bizi aslında korkunç derecede sıradanlaştırıyor. Yaşama içgüdüsü dediğimiz şey biz insanları değer-merkezli bir hayata nispeten kayıtsız hale getirerek manevi ve ahlaki yozlaşmaya teşne kılmaktadır. Bu sebeple her zaman olduğu gibi ateş düştüğü yeri yakmakla kalıyor. Yasımız adeta anlamsızlaşmaya başlıyor.

Yasımız geleceğimizdir

Yas, her şeyden önce elbette acıyı paylaşmanın ifadesidir. Acıya olan saygımızdandır. Ama bundan ibaret olamaz, olmamalı. Bu acıyı birbirimize bir daha yaşatmamak üzere bir duygudaşlığı da içerir. Yas bizi hem iyileştirir hem de birleştirir. Bu birleşmede saygı, sevgi, dayanışma arzusu vardır. Yas öyleyse, en azından deprem özelinde diyebiliriz, bir sorumluluğa ve eyleme doğru yönelmedir. Sosyal, kültürel, siyasi fay hatlarına karşı ahlaki bir pozisyon geliştirmeye yönelik bir tavrı ihsas ettirmenin adımıdır.

Deprem bu toprakların bir gerçeği. Hatta bilim adamlarının açıklamalarına göre Anadolu topraklarının bereketini ve güzelliğinin sırrını tarihte yaşanan depremlere borçluyuz. Denizleri, ırmakları, dere yatakları, kanyonlarıyla sahip olduğumuz morfolojik yapı depremlerin eseridir. Dolayısıyla coğrafya bizim hem zenginliğimiz hem de kaderimiz olmuştur.

Ne ki depremi yaşayan sadece biz değiliz. Gelişmiş ülkelerde depremle meydana gelen can kayıpları ve hasar bizden ve diğer gelişmekte olan ülkelerden çok daha az ise, bundan ülkemiz adına hicap duymak gerekir.

Ölümle barışık olmak başka, ama nasıl ve neden öldüğümüz çok başka şeyler. Ölümü normalleştirmek de Allah-ü alem bizim elimizde. Fay hatlarını ortadan kaldıramayacağımıza ve vatanımızı terk edemeyeceğimize göre, ne yapıp ne yapamayacağımız çok aşikar. Yeter ki birbirimize olan saygımızı ortak bir yaşama biçimine ve kültürüne dönüştürebilelim.

Afetle yüzleşmek

Akla ve bilime itibar edelim, buna şüphe yok. Ama görünen o ki, mesele bu kadar basit değil. Bilimsel ve hatta hukuksal yetersizlikten değil, iç içe geçen sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel problemlerden dolayı bu tabloyu yaşıyoruz. Yoksulluk (sosyo-ekonomik durum) ve aymazlık (sosyo-kültürel alışkanlıklar) bu afetlerin iki büyük nedeni olarak karşımızda duruyor.

Rantın egemen olduğu sosyo-ekonomik bir yapı içinde çarpık kentleşmeyi durdurmak ne kadar müşkülse, yoksulluğun getirdiği açmazlarla baş etmek de o kadar muhal. Rant ekonomisi, yoksullukla mücadeleyi dolayısıyla sağlam konutlara sahip olma imkanını sürdürülebilir olmaktan büyük ölçüde çıkarır. Başka deyişle olası nitelikteki refah toplumunun altını içten içe oyacaktır.

Sadece rant ekonomisinin değil, üretim-tüketim girdabına kapılmış bir toplum olmanın bedelini canlarımızla ödüyoruz dersek, sanıyorum fazlaca abartmış olmayız. İnsan hayatını her şeyden daha ziyade önceleyen bir sürece kararlılıkla girdiğimizi gösteren koşullar neler? Bu işin yegane çözüm anahtarı olarak gözüken kentsel dönüşüm süreci ne hızda ve ne kadar devam edebilecektir?

Konut güvenliği hakkı

Ayrıca daha uzun vadeli, radikal politikalar geliştirmek için bir tartışma ve arayış çabası içinde olabilecek miyiz diye sormamız gerekiyor. Örneğin, sağlık güvencesinde olduğu şekilde, her insanın hakkı olan barınma hakkını sağlam, depreme dayanıklı konut edinme ve/veya konut güvenliği hakkıyla mukayyet ve mümkün hale getirebilecek miyiz?

Bu anlamda sosyal devlet politikalarının yeniden ve sürdürülebilir şekilde inşa edildiği bir süreci hayata geçirmek gerektiği biraz daha ortada. Ama bunun için sistem kurucu reflekslere ve donanıma sahip siyasi, toplumsal bir özne olmaya doğru yol almak zorundayız. Bunu Batı'ya bakarak da yapabiliriz, hatta yapmalıyız, ne var ki kendi şartlarımıza uygun yol ve yöntemleri mutlaka keşfetmekten de sarf-ı nazar etmemeli.

İmkansızı değil, sadece vicdanımızın buyurduğu şeyi istiyoruz. Ölümle barışık olmaya inanıyoruz ama aynı zamanda ölümün de bir adaleti olabileceğini düşünüyor ve umuyoruz. Bu umut depremin bize belki de en önemli çağrısı olacaktır. İçimizi dağlayan görüntülere baktıkça hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması gerektiğine yürekten inanıyoruz çünkü.

Acıları pekala en güzel şekilde paylaşırız. Yaraları da en güzel şekilde saracağımıza şüphe yok. Ama bunun yetmediğini bugün artık hepimizin bileceği bir dünyadayız. Her ne yaşarsak yaşayalım, trajedilerimizin büyüklüğü ne olursa olsun, birbirimizin yüzüne utanmadan bakabileceğimiz bir dünyayı var kılmak zorundayız. Yaraları sarmak için verdiğimiz uğraş, tek başına bu utancı örtmenin ya da engellemenin teminatı olmayacaktır.

Depremden ötesi

"Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın" diyor Albert Camus. Ölümün fotoğrafı aynı zamanda yaşadığımız gerçekliğin en amansız itirafı ve yansımasına dönüşebilmektedir. Dönüşmelidir de, zira bu gerçeklikle hala yüzleşip yüzleşemediğimiz yahut ne düzeyde yüzleşebildiğimiz meçhul.

Fakat depremin öldürmediğini kabul ediyor olmamız bile bizi umutlandıran bir gelişme. En azından hatalarımızı biraz daha görüyoruz. Bir taraftan hukuku (mevzuatı), bilimsel ve teknik boyutuyla müessir bir şekilde işletmemiz gerekiyor. Diğer taraftan sosyo-ekonomik engelleri ve dezavantajları sıfırlayacak zemini gerek hukuksal gerekse ekonomik açıdan oluşturmakla mükellefiz.

İlki nispeten kolay gözüküyor. İkincisi için galiba yürüyecek daha uzun bir yolumuz var. Belki de işi sürece bırakarak, yapı denetimi yoluyla çözümün bir veya iki çeyrek yüzyıl içinde gerçekleşmesini bekleyeceğiz. Şimdilik en gerçekçi ihtimalin de bu olduğu görülüyor.

Öyle bile olsa, depremin acılarını ve ortaya koyduğu sosyo-ekonomik gerçekliği hakkaniyetli, adil, yeni bir dünya tasavvuru için dayanak noktası yapabiliriz. Yeter ki insana olan saygımızı bütüncül bir perspektiften ele almayı başarabilelim.

Diyeceğim; depremin depremden fazlasıyla meşkuk olduğunu kavrayabilirsek ne ala.

[email protected]