Yaşlılara yer yok mu?

Doç. Dr. Şerif Esendemir / YTÜ Öğretim ve Darülaceze İdare Meclis Üyesi
10.04.2020

Dünyamız her açıdan gün geçtikçe biraz daha yaşlanmaktadır. Nüfus yönünden de yaşlanması demografik dönüşüm dediğimiz sosyal bir değişimi de beraberinde getirmektedir.


Yaşlılara yer yok mu?

Günümüzde yüzde 9,3’lük dünya yaşlı nüfus oranının çok az altında yüzde 9,1’lik bir yaşlı nüfusa sahip olan Türkiye de bu değişimden payını almaktadır. Küresel salgınlar, doğal felaketler, savaşlar, işgaller, terör, yoksulluk, göç, hızlı kentleşme ve dijitalleşme gibi olgular da söz konusu değişimin bütün toplumların tabanına kadar yayılmasına yol açmaktadır. Bütün bunlar, toplumun en küçük yapıtaşı olan aileyi ve onda hâlâ önemli bir role sahip olan yaşlı üyesini büyük oranda etkilemektedir.

Hasta ve müşteri

Küresel salgınlardan biri olan hâlihazırdaki koronavirüsten de daha çok yaşlılarımızın etkilendikleri görülmektedir. Bu etkilenme sadece bu virüsten dolayı biyolojik olarak ölmeleri şeklinde değildir. Sosyal açıdan da bazı yerlerde sanki “cüzzamlı”larmış gibi “olağan şüpheliler” olarak etiketlenip toplumdan dışlanmaya, yalnızlığa mahkûm edilmeye, ölüme terkedilmeye ve bazı sosyal medya paylaşım araçlarında “şaka” yoluyla aşağılanmaya başlanmışlardır. Böylece, tarihte yaşlılara bakıştaki değişimde yeni bir döneme girilmiştir.

‘Öteki’ muamelesi

Şöyle ki; kolonyal dönemde (1607-1770) gerontokrasiyle egemen olan, devrim çağında (1770-1820) hor görülmeye başlanan, modernlik evresinde (1820-1970) sürekli gençlerle karşılaştırılan/yarıştırılan ve postmodern devirde (1970-2020) geriatri ve gerontoloji disiplinleri tarafından “hasta” şeklinde damgalanıp “yaşlılık sektörü/tıp-endüstri kompleksi” tarafından “müşteri” olarak görülen yaşlıların, içinden geçtiğimiz korona günlerinde (2020-) ise artık “koronalı”/öteki” muamelesine tabi tutularak bazı kitle iletişim araçları tarafından karikatürize edildikleri ve sonrasında bazı kesimler tarafından dışlandıkları görülmektedir.

İçinden geçtiğimiz korona günlerinde yaşlılara yönelik algıdaki olumsuz seyir de ne yazık ki virüs kadar hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Bunun felsefesi modernlik söyleminin bir “bahçıvan kültürü” yaklaşımıyla “ayrık otları” olarak gördüğü bazı kesimleri ayıklamaya/soykırıma tabi tutmasına dayanmaktadır. Bunun gibi korona günlerinde yaşlıların da “koronalı” olarak bir “yük/tehdit” olarak görülüp oluşturulmak istenen hastasız/yaşlısız/masrafsız “sağlıklı/genç toplum”un ilk kurbanları olabilecekleri ihtimalini dahi düşünmek zorundayız. Zira dinimiz, kültürümüz ve devletimizin büyük bir önem atfettiği ihtiyarlara yönelik en ufak bir yaşçılık aile ve toplum yapımızı olumsuz yönde etkileyecektir. Bu nedenle, her yaş grubundan önce ailedeki/toplumdaki istikrarı düşünen yaşlılar, zaten kendilerine karşı yazılı ve görsel medya araçları tarafından geliştirilmiş olan toplumsal seterotiplerin koronavirüs hadisesiyle ve hatta bahanesiyle kronik bir hâl almasından fevkalade endişelidirler. Bu nedenle, her ne kadar yaş almaya bağlı olarak sağlık sorunlarının daha çok bulunması ve bağışıklık sistemlerinin zayıf olması nedenleriyle koronavirüsten ölüm oranları çok yüksek olsa da sadece onları koronavirüsle anmanın ve onları sosyal izolasyona tabi tutmanın çok ağır bir sosyal faturası olacaktır. Şüphesiz ki onları bilgelerimiz/büyüklerimiz olarak virüse karşı koruyucu-önleyici tedbirler bağlamında “fiziksel mesafe/temassızlık” ile koruyacağız, ancak bunun tamamen onların “sosyal izolasyon”una yol açmasının önüne de geçmemiz gerekmektedir. Bir başka deyişle, asıl virüs taşıyıcılar olarak diğer yaş gruplarının onlara zarar vermemeleri için “fiziksel mesafe/temassızlık” kuralına uyarak teknolojinin marifetleriyle “sosyal temasta/bağlantı”da kalmamız gerekmektedir. Aksi takdirde, zaten emeklilik sonrası, statü ve rol kaybına uğrayan ve psikolojik açıdan kendilerini yalnız hisseden yaşlarımızın yalnızlığı “katmerli” bir hâl alacaktır. Dolayısıyla, “fiziksel mekânlar”da artık riskli hale gelen görüşmeleri/buluşmaları “sanal alanlar”da sürdürmeliyiz. Bu noktada yaşlıların dijital/teknolojik gelişmelere adaptasyonları noktasında gençlerden “geri” oldukları seterotipine inanmamak gerekir. Zira yaşlılar, yıllardır diğer kuşaklarla olan çatışmaları değil, dayanışmaları sonucunda bu eksikliklerini büyük oranda gidermişlerdir. Bu eksiği gidermeyenler de en azından telefon ile bu toplu görüşmeleri yapmaya muktedirdirler.

‘Bağımsız, yalnız yaşam’

Batı eksenli modernliğin belirgin sonuçlarından birinin “bireyselleşme” olduğu bilinmektedir. Türkiye gibi Batı-dışı modernlik arayışında olan bazı Doğu toplumlarının hâlâ büyük oranda “hep birlikte yaşama” ruhlarını korudukları görülmektedir. Bu nedenle, örneğin, Almanya’da koronavirüsten yaşlı ölümlerinin az olmasının modernite söylemi tarafından adeta yüceltilen bireyselleşmenin bir yansıması olan “bağımsız yalnız yaşama” tercihine bağlanması çok ilginçtir. Bu yaklaşımdan yola çıkarsak şayet, virüsün çıkış noktası olan Çin’in yanı başındaki hep birlikte yaşama kültürünün yaygın olduğu, yaşlı nüfusu açısından Monako’dan sonra dünyada ikinci olan modern Japonya’da en yüksek ölümlerin olması gerekirdi. Bu nedenle, her ne kadar kır-kent ayrımı yapılarak Türkiye’de geniş aileden çekirdek aileye geçişin hikâyesi yazılsa da Anadolu topraklarında birbirleriyle ilişkiyi koparmayan “birleşik aileler” mekanizması mevcuttur. Gelin ve damadın ayrı bir eve geçseler bile geldikleri ailelerle evlilikten mezara kadar iç içe, yan yana, aynı muhitte ve şehirde yaşamasına dayanan bu aile yapısı dünyaya bir örnektir. Bu nedenle, artan koronavirüs vakalarını aile bireylerinin bu kadar temas içerisinde olmalarına bağlamak modernlik söyleminin ülkemizdeki ideolojik bir argümanı olsa gerektir.

Yerinde yaşa(l)ma

Batı, yaşlıya ya “bağımsız yaşam” adı altında “evde yalnız yaşam”ı ya da “uzun-süreli-bakım” formülüyle huzurevleri ve bakımevlerinde “birlikte yaşam”ı sunmaktadır, Ancak bu her iki uç nokta da yaşlılar tarafından pek tasvip edilmemektedir, çünkü yaşlı uzun-süreli-bakım kurumlarını neredeyse hapishane ve akıl hastanesi için kullanılan “tam gözetim kurumları” gibi görmektedir. Evde yalnız yaşamayı da bir izolasyon şeklinde algılamaktadır. Bu nedenle, son zamanlarda bir orta yol bulmak için alternatif farklı yaşlı bakım ve yaşam modelleri ortaya çıkmıştır. “Yerinde yaşlanma”, “mahallede yaşlanma” şeklinde gerontologlar, sosyal çalışmacılar ve sosyologlar tarafından epeydir tartışılan benim de burada ilk kez kullandığım “yerinde bir arada yaşa(l)ma” modelleri bunlardan sadece bir kaçıdır. Örneğin, “yerinde bir arada yaşa(l)ma” modelinde yaşlılarımız ülkemizde yaygın olan “birleşik aileler”inde yerinde yaş almaktadırlar. Kaldıkları daire veya oda farklı olsa bile bazen aynı aile apartmanında diğer aile bireyleri ve hatta akrabalarıyla hep birlikte bir yaşam sürdürmektedirler. Bundan hem yaşlı büyük bir memnuniyet duymaktadır hem de artık iş hayatında daha görünür olan kadının çocuğunu kreş yerine bırakacağı birileri olmaktadır. Batı’da bu, mübadele kuramı çerçevesinde karşılıklı fayda şeklinde görülse bile, ülkemizde dede/nine ve torun ilişkisi açısından kuşaklararası ilişkiler bağlamında bu durum bir kültür aktarma, tecrübe paylaşma ve teknolojik yenilikleri öğrenme şeklinde gerçekleşen “yerinde bir arada yaşa(l)ma” biçimidir. Şöyle ki, dede/nine torunlarına bir yandan kültürü aktarıp hayat tecrübelerini anlatırken, torunlar da içine doğdukları dijital/teknolojik çağın yeniliklerini onlara öğretmektedirler. İşte tam da bu koronalı günlerde bu “birleşik aile” eksenli okulun, konulan zorunlu fiziksel mesafeye rağmen, “yaşlıya uzaktan sosyal bakım”da nasıl büyük bir fayda sağladığını görüyoruz değil mi?

Öte yandan, “yerinde bir arada yaşa(l)ma”nın, yaş(lı) ve engelli dostu olmayan çevre, şehir, mahalle ve evlerde sadece yaşlılar için değil, bütün yaş grupları için psikolojik açıdan bir sıkılmaya/daralmaya da yol açtığını unutmamamız gerekir. Zira insan başta olmak üzere her can(lıy)a göre tasarlanmamış bir yaşa(l)ma alanı can(lıy)ı adeta bu mekânın mahkûmu kılmaktadır. Bu nedenle, koronalı günlerde yaşlıların da sokağa çıkmama tedbiri öncesi zaten bulundukları mahallelerde az olan parklarda, kıraathanelerde, cami altı çayhanelerinde, caddelerde, meydanlarda, toplu taşıma araçlarında vesaire görünür olmalarının nedeni başta yaşadıkları evlerin aile/can(lı)/yaş(lı) dostu olmamasından kaynaklanmaktadır. En basitinden kaldırımların dahi ancak son çeyrek asırda ilgili bakanlık ve belediyelerin üstün çabaları sonucu söz konusu hassasiyetler göz önünde bulundurularak düzeltildikleri bilinmektedir.

‘Evin mahkumları’

Sonuç olarak, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından belirlenen sekiz yaşlı dostu şehir kriterinden biri de “toplumsal yaşama dâhil olma ve toplumun yaşlıya saygısı”dır. Konuya bu açıdan baktığımızda yaşlılar, toplumda oluşturulmak istenen algı çerçevesinde, bugüne kadar kendilerine duyulan engin saygı yerine içinden geçtiğimiz korona günlerinde “koronalı/hasta” olarak görülüp sanal olarak da olsa sosyal yaşama dâhil edilmedikleri takdirde bu kez “evin mahkûmları” oldukları vahametine kapılacaklardır. Modernlik söylemini ideolojik olarak esas alanların bir “bahçıvan kültürü” yaklaşımıyla dünyalarında görmek istemediklerini “ayrık otları” olarak etiketleyip ekarte etmeleri aşikârdır. Bu nedenle, hayatın her alanında, özellikle reklamlarda, medyada ve iş hayatında, fazla yer verilmeyen, adeta görmezden gelinen ve yer verilince de “pasif/çirkin” bir şekilde resmedilen yaşlıların, ancak koronavirüs söz konusu olunca bu kadar görünür kılınmaları, onların içinden geçtiğimiz çağın yeni “öteki”leri olarak damgalanıp oluşturulmak istenen “yenidünya düzeni”nde onlara yer verilmeyeceği ihtimalini güçlendirmektedir. Bir Hadis-i Şerif’te geçen yaşlıların da içinde olduğu acezeleri koruyup gözetmenin hürmetine, belalardan korunacağımız müjdesinden hareketle, bir koronavirüs musibetinden dolayı bile bu kadar korku yaşarken, varın onlara yer verilmeyen bir dünyada olabilecek musibetleri artık siz düşünün.

[email protected]