Türkiye’nin yaşadığı temel sorunların kaynağı, devletin demokratik dönüşümünü henüz tamamlamamış olmasıdır. Demokratik dönüşümün tamamlamamış olması siyaset kurumuna yüklenen anlamı artırmakta ve siyasetin olabildiğince çatışmacı geçmesine neden olmaktadır.
Adnan Boynukara - Yazar
Türk siyaset tarihi, devlet ile toplumsal kesimler arasında var olan sorunların çözümüne ilişkin yönelimler kapsamında incelendiğinde çok farklı bir tabloyla karşılaşırız. Dikkati çeken bu farklılık; sorunlara köklü çözüm üretmekten kaçınmak, yatıştırma anlayışını uzlaşma ve meseleyi çözmek olarak sunmaktır. Bu yaklaşımın doğal sonucu ise sorunların varlığını sürdürmesi ve çözüm yerine öteleyen, yatıştırıcı tutumun temsilcilerinin en önemli ‘uzlaşmacılar’ olarak ortaya çıkması ve siyasi itibar görmeleridir. Kuşkusuz bu durumu besleyen birçok faktörden bahsetmek mümkün. Bunları net bir biçimde ortaya koymak, hem meselelerimize çözüm yolunun açılması, hem de siyasette hak etmedikleri pozisyonları işgal eden ‘sahte müzakereci’ aktörlerin tasfiye olması için önemli.
1. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran aktörlerin tümüne yakınının yıkılan Osmanlı İmparatorluğun bürokratları ve siyasetçileri olduğunu biliyoruz. Bu aktörlerin büyük bir kısmı, imparatorluğun yıkılış sürecini yaşamış ve izlemiş kişilerdi. I Dünya Savaşı’nın imparatorluk için taşıdığı ‘yok olma’nın ne anlama geldiğini de yaşamışlardı. Toprak kaybı ve devletin yıkılması konusunda yaşadıkları travmanın doğal sonucu ise korumacı tutum almış olmalarıdır. Bu tutumu; “tüm imparatorluk çöktü, coğrafya parçalandı ve bizim payımıza düşen son kale Anadolu’nun ne pahasına olursa olsun korunması” şeklinde açıklamak mümkün. Bu anlayışın ve dolayısıyla da siyasal pozisyonun doğal sonucu, toplumun farklı kesimlerinde yükselen her türlü hak talebine karşı, bastırma ve tek tip insan oluşturma şeklinde kendini ortaya koydu. Bireyin veya farklı toplumsal kesimlerin varlığını ve talebini önemsemeyen bu durum ise uzlaşıp çözmek yerine, öteleme anlamına gelen yatıştırma politikalarının ve aktörlerin ön plana çıkmasıdır. Bu durumun, topluma çözüm olarak sunulmasıdır.
Siyasileşme-demokratikleşme
2. Türkiye’de var olan sorunlara çözüm üretilememesinin temel sebeplerinden bir diğeri, sorunların insanlar veya toplumsal kesimler arasında değil, devlet ile toplumsal kesimler arasında olmasıdır. Bunun doğal sonucu ise sorunları çözmek için atılan adımların bürokratik yapı tarafından rahatlıkla farklı formatlarda yenilenebilmesi ve dolayısıyla da çözümsüzlüğe mahkûm edilmesidir. Bu atmosferden beslenen ve pozisyon alanlar ise bürokrasinin nüfuz etmede sorun yaşamadığı ve sorunları ötelemeyi çözüm olarak gösteren aktörlerin uzlaşmacı olarak ortaya çıkmasıdır.
3. Sorunlarımızın, devlet ile bireyler veya toplumsal kesimler arasında olması, yatıştırıcı rol üstlenen aktörlerin, kendi pozisyonlarını sağlamlaştırmak için ikili oynamalarına olanak tanımasından ileri gelmektedir. Bir yandan, devleti yöneten aktörlerin var olan sorunlar konusunda devletten yana tutum almalarını teşvik etmekte ve “bu sorun çözülürse devlet zaafa uğrar” türü korumacı söylemlerle çözümsüzlüğü dayatmakta, öte yandan da çözüyormuş gibi yaparak yatıştırıcı bir pozisyon almaktadırlar. Bu ikili tutumun doğal sonucu ise devleti yönetenlerin devletin sahibi gibi davranması tutumunun ortaya çıkmasıdır. Devletin sahibi gibi davranma eğilimi baskın hale gelince de mesele çözümsüzlüğe ve oradan da çözüm olarak sunulan yatıştırma eğilimine havale edilmektedir.
4. Türkiye’nin yaşadığı temel sorunların kaynağı, devletin demokratik dönüşümünün henüz tamamlamamış olmasıdır. Demokratik dönüşümünü tamamlamamış olması siyaset kurumuna yüklenen anlamı artırmakta ve siyasetin olabildiğince çatışmacı geçmesine neden olmaktadır. Çünkü idealler, siyasi çözüm projeleri ön plana çıkmakta ve siyasetin baskın karakteri haline gelmektedir. Bunun doğal sonucu ise siyasetin keskin çizgilerle yürütülmesi ve aktörler arasında güven bunalımının derinleşmesidir. Var olan bu derinliğin, kışkırtıcı rol üstlenen kimi aktörlere serbest bir hareket alanı tanıdığı da açık. Siyasetin bu denli zor bir zeminde yürütüldüğü atmosferde, sorunları çözecek ana aktörlerin rol alması güçleşmekte ve dolayısıyla da yatıştırıcı, öteleyici aktörlere zemin oluşmaktadır.
Yatıştırmacı mı uzlaşmacı mı?
Bahsettiğimiz bu ve benzeri nedenlerden güç alan yatıştırmacı siyaset, çözüm, barış ve huzur değil, sorunun ana tarafı olarak konumlandırılan ve korunması gereken yüce ‘tanrı’ olarak konumlandırılan devlete boyun eğmedir. Dolayısıyla da, sorunu çözmeden ötelemedir. İşte tüm buna sebep olan ise yatıştırıcı rolü oynayan aktörlerdir. Onların; sorunların çözümünü öteleyen, yatıştırmayı çözüm olarak sunan ve sonucunda da kangrenleşmeye yol açan tutumlarının her türlü olumlu gelişmenin önünü kestiğini deşifre etmekte büyük yarar var.
Bununla birlikte akılda tutulması gereken diğer konu ise bir anlaşmanın veya çözümün uzlaşma olarak değerlendirilebilmesinin koşulu; tanıma ve tarafların karşılıklı ödünlerinin sonucu ortaya çıkmış olmasıdır. Zorlama ve tehditlerde bulunmadan, tarafların taleplerini ortak zeminde buluşturmaya özen göstererek varılacak bir çözüm. Hele taraflardan biri devlet ve ötekisi de toplumsal bir kesim ise tercihi toplumsal kesimden yana koyan çözüm. Bireysel ve toplumsal hak taleplerini, ‘olası güzel günler’ adına ertelemeye çalışmadan ulaşılacak çözüm. İşte yatıştırmacı siyasette veya yatıştırmacı çözüm tekniğinde olmayan ana unsurlar bunlar. Yeni Türkiye’den bahsetmenin koşullarından birisi de, yatıştırmacı ve öteleyici çözüm anlayışının yol olmadığının kabul edilmesi ve bundan kurtulmaktır. Tabi ki, yatıştırıcı çözüm üzerinden rol alan ve siyasette pozisyon kazanan aktörlerin tasfiye edilmesinde öncelikli olduğu açık...