Yayıncılık, kültürel rejim ve Avrupa-merkezcilik

Murat Güzel / Yazar
27.01.2018

Türk toplumu olarak siyasi, ekonomik ve zihinsel bakımdan aradan geçen 30 yıllık süreçte, özellikle AK Parti’nin 15 yıllık iktidarıyla birlikte 12 Eylül’ün öngördüğü rejimi ıskartaya çıkardık, onu aştık; ama halen 12 Eylül’ün kültürel düzenini tamamen değiştirebilmiş sayılmayız. Hali hazırda 12 Eylül’ün kültürel rejiminde yaşıyoruz ve bu kültürel rejim bizi, Althusser’in Marksist altyapı-üstyapı kavramlaştırmasına bir düzeltme olarak geliştirdiği deyimle üstbelirlemeye devam ediyor.


Yayıncılık, kültürel rejim ve Avrupa-merkezcilik

Türkiye’de toplumsal düşüncelerin 2000’li yıllara dek ana yaygınlaşma kanalları genellikle siyaset ve edebiyat alanlarındadır. Bu iki alanda etkinlik kazanmaya dönük başlıca kulvar da dergi ve kitap yayıncılığı olagelmiştir. Sahip olunan, üretilen ya da bağlanılan siyasi ve/veya edebi ideoloji ya da düşüncelerin topluma mal edilmesi için dergiler çıkarılır yahut yayınevleri kurulur. Zaman zaman bir dergi etrafında bir araya gelmiş bir grup fikirdaşın taşıdıkları, ürettikleri, ithal ettikleri ya da bağlandıkları düşüncelerin yaygınlaşması, kalıcılaşması, serpilmesi ve ayrıntılı bir şekil ve toplumsal hacme bürünmesi için ayrıca yayınevi kurdukları da olur. Ya da tersine bir yayınevi, hem kitap yayıncılığındaki yerini pekiştirme, temelde bağlısı olduğu fikri yaklaşımı güncel çalışmalarla zenginleştirme, dallandırıp budaklandırma ve daha geniş kitlelere yayma; hem de kitaplarını yayınlayarak destek verdiği yazar ve çevirmenlerin yeni ürünlerini  sınamaları, tartışmaları ve olgunlaştırmaları amacıyla dergi çıkarır. Ancak yine de Türkiye’de çoğu kez kitap yayıncılığı, bir dergi etrafındaki birliktelikleri sürdürmenin bir aracı olarak görülür; birçok yayınevi bu tür bir dergi yayıncılığının akabinde ortaya çıkar.

Böylelikle kitap yayıncılığı ya daha önceden çıkarılmaya başlanan derginin mali sübvansiyonuna, dolayısıyla hayatını idame ettirmesine ve fikri etkinliğinin artmasına katkı sağlaması umuduyla başvurulan önemli bir enstrümana ya da bir araya gelinen dergi kapanmış olsa bile o derginin açtığı kulvarı beslemek amacıyla sürdürülen fikri bir faaliyete dönüşür.

Özellikle 1980’lere kadar kitap yayıncılığının ticari olmaktan çok fikri bir faaliyet olduğu, bu durumun ise 1980’lerden itibaren önemli ölçüde değiştiği, daha önceden belirgin bir fikri-ideolojik yaklaşım için sembolleşmiş, önemli görünmüş yayınevlerinin bile artık ticari çıkar ve menfaatlerini fikri bağlılıklarının önünde tutmaya başladıkları söylenebilir.

1980 sonrası yayıncılık

Peki 12 Eylül 1980’den bugüne yayıncılık dünyasında yaşanan değişimleri toplumdaki kültürel-fikri değişimler muvacehesinde nasıl ele alabiliriz? Günümüzdeki kültürel iktidar tartışmalarıyla bu ikili ve kanaatimizce birbiriyle bağlantılı değişim arasında bir irtibat var mıdır? Varsa bu irtibatı nasıl kurabilir ya da çözümleyebiliriz? Yayıncılık, bilhassa dergi ve kitap yayıncılığı “kültürel iktidar”ın muhtemel etkilerinin tespitinde bize ne tür yardımlar sunabilir? Son 30 yıl içinde Türk düşünce hayatında tipolojik özellikleri itibariyle etkili olmuş Defter, Türkiye Günlüğü, Birikim, Bilgi ve Hikmet ve Tezkire gibi dergiler ile sol cenahta Metis, Ayrıntı, İletişim, İmge; milliyetçi cenahta Ötüken; İslamcı cenahta İnsan, Beyan ve İşaret yayınevleri etrafında gelişmiş, dallanıp saçaklanmış yeni fikri oluşumların günümüz Türkiye’sine yansımaları nasıl ele alınmalı? Bu dergilerdeki fikri yönsemeler ya da yayınevlerinin politikalarındaki değişiklikler bize ne anlatır? Bu soruları yeri geldikçe ele alacağız elbette, ama onların mümkün cevaplarını verebilmek için öncelikle 12 Eylül sonrası kültürel-fikri vasatı irdelemek elzemdir.

12 Eylül darbesinin, Türkiye’de yeni bir siyasal ve ekonomik sistem oluşturulması kadar yeni bir kültürel rejimin kurulmasını da tasarlayan bir teşebbüs olduğunu savlayabiliriz. Darbe elbette bir teşebbüsün ötesinde, amaçladıklarını siyasal, ekonomik ve toplumsal bakımdan fiiliyata geçirebilmiştir; ancak kültürel-ideolojik tasavvurlarını hayata geçirmesi uzun vadeli bir çabayı gerektirmiştir. Dünyada Soğuk Savaş’ın sona ermekte olduğu bir dönemde Türkiye’de gerçekleştirilen bu darbeyle oluşturulan yeni sistem içinde sosyolojik olarak 12 Eylül’e kadar ‘iktisadi sorun’ etrafında oluşmuş toplumsal farklılaşma, ayrışma ve çatışmanın, tamamen olmasa bile önemli ölçüde, ‘kültürel bir sorun’a evrildiğini görebiliriz. Bu ‘kültürel sorun’un bir yanında ‘kimliklere dayalı siyasetler’ dururken diğer yanında da tamamen bu kimlik siyasetlerine indirgenemeyecek şekilde kendilerine has özellikler taşıyan ‘hayat tarzları’ bulunmaktadır. Kimlik siyasetleri mi hayat tarzlarının farklılaşmasına sebep olmuştur, yoksa hayat tarzları mı kimlik siyasetlerini farklılaştırmıştır? Bu sorunun cevabı tam olarak verilemese de kimlik siyasetleri ile hayat tarzları arasında birebir örtüşmenin olmadığı rahatlıkla vurgulanabilir. Aynı kimlik siyasetinin şemsiyesi altında toplayabileceğimiz çevrelerin farklı hayat tarzlarına sahip olduğu görülebilir; bunun tersine aynı hayat tarzı içinde yer alan farklı kimliklerden birçok özne görmeniz de mümkündür. Yine de 12 Eylül’ün kendi adına belki de en büyük başarısı bu açıdan ‘iktisadi sorun’ olarak görülen şeyi, ‘kültürel bir sorun’a dönüştürebilmesiydi; günümüzdeki hayat tarzı (life style) tartışmalarının soykütüğünde 1980’lerin ‘cilalı imaj devri’nin bulunduğunu bu sebeple rahatlıkla vurgulayabiliriz.

‘Cilalı imajlar devri’

1980’lerin kültürel atmosferini ‘cilalı imaj devri’ olarak eleştirenlerin günümüzdeki kimlik siyasetlerinin ve ‘hayat tarzı’ tartışmalarının en önemli aktörleri arasında yer almaları ve hatta bu cilalı imajları ve kimlik siyasetlerini sonuna dek savunmaları ise elbette 12 Eylül’ün oluşmasına büyük katkı sağladığı bu kültürel rejimin bir ironisidir. Peki ‘iktisadi sorun’ nasıl kültürel soruna tahvil edilmiştir? İktisat ile kültür düzeyleri arasında dönemin ruhuna da uygun bir biçimde tüketim kültürü en önemli bağdaştırıcı hamle olarak görünür. 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla Türkiye ekonomisi dünya ekonomisiyle entegrasyona giderken, bu kararlar neticesinde ekonomik düzendeki liberalleşmeye paralel olarak tüketim kültürünün de giderek toplumsal bütün kademelere sızdığı fark edilir. Kimlik siyasetleri, tüketim kültürü ve hayat tarzlarının iç içeliği, 12 Eylül sonrası tedavüle sokulan bu ‘cilalı imajlar’ın ve kültürel simülasyonun bir başarısı olduğu kadar onun dünyada yükselen yeni tasavvurlarla arasındaki etkileşim kanallarının da bir başarısıdır. 1980’lerin en gözde tartışma konuları arasında toplumun depolitizasyonu yer alırken bu depolitizasyonu eleştirenlerin temel uğraşları arasında sivil toplum teorileri geliştirme çabasının bulunması da aynı ironinin başka bir tezahürüdür.

Avrupamerkezcilik istilası

Biz her ne kadar “etkileşim” desek de gerek 12 Eylül darbesiyle birlikte belirginleşmeye başlayan yeni kültürel rejimin gerekse Türkiye’de daha önceki dönemlerde etkin olduğunu varsayabileceğimiz kültürel rejimlerin ufkunda hep Avrupamerkezciliğin yer aldığını iddia edebiliriz. 12 Eylül’le birlikte belirginleşmeye başlayan yeni kültürel düzenin ufkunu da bu açıdan Avrupamerkezci ve hatta Avrupa fetişisti bir bakışın çizdiğini söylememiz mümkündür. Sol cenahtaki yayınevi ve dergilerin, kendi içlerinde taşıdıkları farklılıklar bir yana, bu dönemde genel olarak Avrupamerkezciliğin eleştirel kanadı olarak ortaya çıktıkları tespiti rahatlıkla yapılabilir. Özellikle İletişim ve Metis yayınlarının, Defter ve Birikim dergilerinin benimsedikleri sosyalist yaklaşımların da katkısıyla Avrupa Birliği yanlısı bir çizgi izledikleri; Ötüken gibi milliyetçi, İnsan, Beyan, İşaret gibi İslamcı yayınevlerinin ise bu konuda epey tereddütlü hareket ettikleri vurgulanabilir. Bu tereddütlerin sebebi büyük ölçüde bu yayınevlerindeki Avrupamerkezcilik karşıtı damarın duygusal bir düzeyde dışarı vurulmasına karşın fikri bakımdan çoğu kez yamalı bohça düzeyinde kalmasından kaynaklanır.

Türk toplumu olarak siyasi, ekonomik ve zihinsel bakımdan aradan geçen 30 yıllık süreçte, özellikle AK Parti’nin 15 yıllık iktidarıyla birlikte 12 Eylül’ün öngördüğü rejimi ıskartaya çıkardık, onu aştık; ama halen 12 Eylül’ün kültürel düzenini tamamen değiştirebilmiş sayılmayız. Hali hazırda 12 Eylül’ün kültürel rejiminde yaşıyoruz ve bu kültürel rejim bizi halen, Althusser’in Marksist altyapı-üstyapı kavramlaştırmasına bir düzeltme olarak geliştirdiği deyimle üstbelirlemeye devam ediyor.  Bu kültürel rejimin surlarında gedikler elbette açıldı, 30 yıl boyunca bu rejime karşı farklı çevrelerin gösterdiği bütün çabalar boşa gitmedi tamamen; lakin yine de hâlâ sözgelimi solcuların ‘ayetullahı’, Murat Belge (bir nevi haşa ‘sivil toplumculuğun tanrısı’.) Liberal yaklaşımın muhtevası Altan biraderlerden bir gram bile ileride ya da onlardan daha kavi değil. Türk milliyetçileri, fikri bakımdan Erol Güngör’lerini aramakla meşguller; Kürtçüler ise şiddet sarmalında ‘keleş’ten düşünür üretme peşindeler; İslamcıların bütün çaba ve uğraşlarını ‘siyasal alan’a teksif ettiklerini, eğitim ve kültürel etkinlikler aracılığıyla “adam yetiştirme” olarak sundukları hemen bütün faaliyetlerin nihai kertede “siyasi olan”la ilgisini gözettikleri hepimizin malumu. Bu şartlar altında 12 Eylül’den bu yana ‘kültürel iktidar’ denen yapının hâlâ Avrupamerkezciliğin Türkiye’ye özgü bir varyantı olduğunu söylemek gereklidir.

@uzakkoku