Yemen’de tarih tekerrür ederken...

Taha Kılınç / Gazeteci - Yazar
4.04.2015

“İran tehlikesi”, Yemen meselesinde, petrolden daha düşük bir yoğunluğa sahiptir. Yukarıda aktarılan William Cleveland’in satırlarından da açıkça anlaşıldığı üzere, Yemen bağlamında yaşanan krizler, tamamen Bâbu’l-Mendeb’i kimin kontrol edeceğiyle ilgilidir. Ve bu krizler, yeni çıkmış değildir. Dün Sovyetler’in desteklediği Marksistler’in ya da Mısır’ın desteklediği cumhuriyetçilerin yerini, bugün İran’ın desteklediği Hûsiler almış görünüyor.


Yemen’de tarih tekerrür ederken...

1960’ların başından 1970’lerin sonuna kadar, Suudi rejimini ısrarla tehdit eden dış politika meselesi, komşu Yemen’deki gelişmelerdi. Yemen silahlı kuvvetleri içindeki gruplar, 1962 yılı Eylül ayında hükümdar İmam Muhammed el-Bedr’e karşı bir darbe yapmışlardı. Nâsır tarafından esinlendirilen ve desteklenen darbe liderleri, monarşiyi kaldırdılar ve Yemen Arap Cumhuriyeti’ni ilân ettiler. Ancak isyancılar İmam Muhammed’i ele geçirememişlerdi. İmam, ülkenin kuzeyinde ortaya çıkıp, tahtına dönmek için aşiretlerin desteğini almaya başlayınca Yemen iç savaşa sürüklendi. Ne kralcılar ne de cumhuriyetçiler zafer kazanabilince, ikisi de destek bulabilmek için dış devletlere yöneldiler. Ve böylece, Suudi Arabistan’ın güney ucundaki iç savaş, bölgesel bir çatışmaya dönüştü.

Abdullah el Sallâl’ın cumhuriyetçi rejimi Nâsır’dan, kuzeydeki kralcılar da Suudi hükümetinden askeri yardım aldılar. Mısır’ın müdahalesi, doğrudan ve önemliydi. 1966’da Yemen’deki Mısır askerinin sayısı 70 bine ulaşmıştı ve Mısır hava kuvvetleri, zaman zaman Suudi sınır kentlerini bombalıyordu. Kral Faysal, yenilgi korkusuyla çatışmaya Suudi askeri göndermemiş, yardımı silah ve paradan ibaret tutmuştu. Haziran Savaşı’ndan (6 Gün Savaşı) sonra Nâsır’ın askerlerini çekmeyi kabul etmesi üzerine Suudi rejimine yönelik Mısır tehdidi sona erdiyse de, güney Arabistan’daki gelişmeler Suudi monarşisinin güvenliğini tehdide devam etmekteydi.

İngiltere, 1967’de Aden Protektaratlığı’ndan çekildi ve yerine hemen Marksist Milli Kurtuluş Cephesi tarafından Güney Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti kuruldu. Yeni cumhuriyet, Arap Yarımadası’ndaki bütün geleneksel monarşilerin devrilmesine destek çıkacağını bildirdi. Suudi rejimi, böylece ikisi de radikal hükümetli, ikisi de Sovyetler Birliği tarafından desteklenen ve ikisi de cumhuriyetçi rejimler kurulmasına adanmış iki düşman Yemen’le karşı karşıya kalmıştı. Kral Faysal, bu tehlikeye, Kuzey Yemen Arap Cumhuriyeti’yle arasını düzeltip, onunla Güney Yemen Halk Cumhuriyeti arasına nifak sokmaya çalışarak cevap verdi. Faysal’ın politikası, kuzeyin Suudi ekonomik yardımını kabul ettiği ve zaman zaman Halk Cumhuriyeti’yle silahlı çatışmaya girdiği çok karmaşık bir durum yarattı. Kuzey ve Güney Yemen, 1979’da bir birleşme anlaşması imzaladılarsa da, iç politikalarındaki karışıklıklar, bu anlaşmanın uygulanmasını önledi. İki Yemen, birbirlerini ve Suudi Arabistan’ı 1980’ler boyunca kuşkuyla kollamaya devam ettiler.”
Bu zorunlu ve uzun alıntı, Prof. Dr. William Cleveland’in ölümsüz eseri “Modern Ortadoğu Tarihi”nden. Bir türlü ibret alınmadığından olsa gerek, Ortadoğu’da tarih biteviye tekerrür ettiğinden; yukarıdaki satırlarda, günümüzde Yemen’de yaşanan gelişmelere dair birçok işareti bütün çıplaklığıyla görmek mümkün. Geçmişin yaraları, tedavi edilmek yerine acemi doktorlar eliyle üstünkörü dikiliverdiğinden, coğrafyamız, o dikiş yerlerinden patlamaya devam ediyor.  

Koalisyonlu müdahale 

Yakın tarihin de tanıklık ettiği üzere, Suudi Arabistan’ın ajandasında bir ‘Yemen sorunu’ hep bulundu. Özellikle petrolün dış dünyaya sevkiyatı gibi hayati bir mesele nedeniyle, Riyad yönetimi, yarımadanın güney ucunun istikrarlı ve güvenli kalmasını, dış politikasının ana gündem maddelerinden biri olarak tutmayı sürdürdü. Geçtiğimiz hafta başlatılan Yemen operasyonu, temelleri ta 1960’larda atılan bir politikanın devamından ibarettir. Ancak Suudiler, bu defa, Kral Faysal döneminde atılan temkinsiz adımların da etkisiyle, bütün Arap ülkelerini denkleme dâhil ederek, geniş katılımlı bir koalisyon kurmayı tercih etti.

Suudi Arabistan’ın böyle bir cepheye önderlik etmeyi başarması, Kral Selman yönetimini yeniden Arap dünyasının dümenine geçirmiş oldu. Riyad’ın tek başına bir maceraya girişmesi halinde, bunun bölgesel ve uluslararası birçok olumsuz sonuçları olabilecekti.  

Cephe, aralarındaki soğukluğa dünya-âlemin şahit olduğu Mısır ve Türkiye’yi destek noktasında yan yana getirdiği gibi, Katar gibi Körfez tarafından dışlanan bir ülkeye de kendini affettirme fırsatı tanıdı.  

‘Petrol cephesi’

Suudilerin önderliğinde oluşturulan koalisyona, “Sünni cephe” denmesi, operasyonun, Yemen’deki Sünnilerin haklarını korumayı amaçladığını düşündürmesi bakımından isabetli olmaz. Burada amaç, Sünnilerin değil, petrolün selametini sağlamaktır. Suriye’de, Filistin’de ve bölgenin başka ülkelerinde yüz binlerce Sünni boğazlanırken seyreden Arapların, Kızıldeniz’in Hint Okyanusu’na açıldığı kritik önemdeki Bâbu’l-Mendeb Boğazı söz konusu olduğunda birden bire “tek yumruk” oluvermesinin başka hiçbir izahı yoktur.

Bu bağlamda, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin de Suudileri desteklemesi, Sünnileri koruma güdüsünden çok, petrol yolunun güvenliğini sağlamak düşüncesinden kaynaklanıyor.

“İran tehlikesi”, Yemen meselesinde, petrolden daha düşük bir yoğunluğa sahiptir. Yukarıda aktarılan William Cleveland’in satırlarından da açıkça anlaşıldığı üzere, Yemen bağlamında yaşanan krizler, tamamen Bâbu’l-Mendeb’i kimin kontrol edeceğiyle ilgilidir. Ve bu krizler, yeni çıkmış değildir. Dün Sovyetler’in desteklediği Marksistler’in ya da Mısır’ın desteklediği cumhuriyetçilerin yerini, bugün İran’ın desteklediği Hûsiler almış görünüyor. Ancak Hûsilerin yerini de on yıllar sonra başka ülkelerin ve dengelerin desteklediği başka güçler alacaktır. Dolayısıyla, meseleyi “mezhepçi hassasiyetler” yerine coğrafi ve stratejik dengeler bağlamında okumak daha doğru olacaktır.

Bir imkânın israfı

Arap koalisyonunun Yemen’de başlattığı kapsamlı operasyon, Hûsilerin gerilemesini sağlasa bile, Yemen’deki kronik sorunları çözecek gibi görünmüyor. Ülkeyi pençesine alan fakirlik, petrol üzerinden elde edilen gelirlerin halk kesimlerine yansımaması, uyuşturucu özelliği olan ‘kat’ bitkisinin bilhassa genç nesilleri etkisi altına alması, on yıllar boyunca sürdürülen yanlış politikalar sonucunda kuzeyle güney arasında oluşan derin sosyal ve ekonomik uçurum gibi ciddi nedenlerle, Yemen zaten cinnetin kıyısına gelmiş bulunuyor.

Suudilerin son müdahalesi, meselenin çözüm yollarının tamamen israf edilmesinden sonra gelmesi yönünden de dikkat çekici ve esef verici.

Riyad yönetimi, Yemen’deki sorunların çözümünü on yıllardır tümüyle ihmal etti. Dahası, hemen güneyindeki kazan kaynamaya doğru giderken ve bir patlama yaşanacağının bütün işaretleri de belirmişken; tuttu, bütün gücünü Mısır gibi daha uzak bir coğrafyadaki İslami hareketleri bastırmak için harcadı.

Daha açık konuşmak gerekirse; Müslüman Kardeşler gibi ‘kullanışlı’ bir politik aracı boğmayı tercih eden Suudiler, coğrafyanın farklı bölgelerinde ortaya çıkan “aşırı” akımlarla da yine aşırı yollardan mücadele etmeye çalışıyor. Oysa en doğrusu, Müslüman Kardeşler’i himaye edip, onlarla bölgeyi “terbiye” etmekti. İşin garibi ve ilginci, Müslüman Kardeşler de bu role gayet açık ve teşneydi.

Geleceğin tarihçileri, içinde bulunduğumuz dönemde Suudi Arabistan’ı idare eden yöneticilerin en büyük hatası olarak, Müslüman Kardeşler çizgisini kullanamamayı ve onu israf etmeyi yazacak. Bu, hem Mısır’ın demokrasi ve insan hakları çizgisinden hızla uzaklaşarak kontrolsüz bir diktatörlüğe evrilmesine yol açması, hem de Suudi Arabistan’ın, Ortadoğu coğrafyasındaki birçok problemin çözümünde rol alma imkânını kaybetmesi yönüyle affedilemez bir hatadır.
Meğer ki, Kral Selman’ın danışmanları, kaybedilenlerin faturasını önüne açıkça koyarak, onu ülkesinin gerçek sorunlarıyla yüzleşmeye ikna etmeye niyetli olsun... 

[email protected]