Yeni Alman dış politikası: Ne ABD ile ne ABD’siz

Dr. Yaşar Aydın / Evangelische Hochschule Hamburg
8.07.2017

Türkiye ile Almanya arasında birkaç yıldır devam eden gerginlikler, darbe girişimi sonrası artarak “İncirlik krizi” ile yeni bir boyut kazanmış durumda. Alman milletvekillerinin hava üssündeki Alman askerlerini ziyaret etmesine izin verilmemesi üzerine Almanya İncirlik’te bulunan asker ve Tornado savaş ve keşif uçaklarını Ürdün’e yerleştireceğini açıkladı. Hamburg’daki G-20 Zirvesi sonrasında ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türklere konuşacağı bir kapalı salon toplantısı yapılmasına izin verilmemesi ikili ilişkilerin bir süre daha gergin geçeceğine işaret ediyor.


Yeni Alman dış politikası: Ne ABD ile ne ABD’siz

İki ülke arasında yaşanan son gerginliklerin iç politikaya yönelik bir boyutunun olduğu gerçek. Almanya’da Eylül ayında federal parlamento seçimleri gerçekleştirilecek ve gerek basında gerekse halk arasında Türkiye’ye yönelik ciddi bir tepki var. Dolayısıyla Türk hükümetine ve Cumhurbaşkanına karşı siyasal tavır ve hatta yaptırımlar seçmen nezdinde prim yapıyor. Ancak bu gerginliklerin daha derinlerde yatan nedenleri de var.

Buradan hareketle hem Türk-Alman ilişkilerinin bugününü anlamak, hem de geleceği hakkında sağlıklı bir fikir sahibi olmak açısından Alman dış politikasının geçirdiği değişimi anlamak ve küresel gelişmeler bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Almanya, Türkiye’nin gerek bölgesinde gerekse Avrupa Birliği’ne yönelik ve küresel düzlemde politika geliştirirken dikkate alması gereken büyük güçlerin başında gelmektedir.

Almanya şansölyesi Merkel, G-20 zirvesi öncesi yaptığı bir konuşmada dünyada yaşanan sorunların korumacılık ve ulusal izolasyonla çözülemeyeceğini vurgulayarak liberal küresel düzenden yana ABD’nin pozisyonuna açık bir tavır koydu. Bu durum Almanya’nın küresel düzendeki yerini yeniden belirlemek istediğinin bir işareti ve birkaç yıldır devreye sokulan yeni dış politikasının bir sonucu. Bu gelişmeler Batı dünyasında kalıcı bir ayrışmanın sinyalleri olarak değerlendirilebilir mi?

Almanya İkinci Dünya Savaşı sonrası dış politikasından 1991 yılında Almanya Demokratik Cumhuriyeti ile birleşerek ulusal birliğini gerçekleştirmesinden sonra kademeli olarak uzaklaştı. 1990’lı yıllara kadar Alman dış politikasının odağında dört hedef bulunuyordu: Birincisi, yeniden milletler cemiyetinin bir üyesi olmak, uluslararası kurumlarda temsil edilmek; iki, ulusal birliği gerçekleştirerek tam bağımsızlığı elde etmek; üçüncüsü, Batı dünyasının bir parçası olmak, ki böylece hem komşu ülkelerin Almanya’ya kuşku duymasının önüne geçiliyor hem de ABD’nin güvenlik şemsiyesinden yararlanılıyordu; dördüncüsü, Avrupa’da yeni bir savaşın cereyan etmesini önlemek ve kalıcı bir barışa katkı sağlamak, ki AB’nin temelleri de bu motivasyonla atılmıştı.

Bu dönemde Almanya uluslararası ilişkilerde geri planda kalmaya özen göstermiş, örneğin sınır ötesi askeri operasyonlara katılmamıştı.

İç siyasette ise kapsayıcı politikalarla faşizmin toplumsal gücü kırılmış, gerek sosyal hak ve transferlerle gerekse eğitimin geniş toplumsal kesimlere açılması ve siyasal hakların genişletilmesi suretiyle halkın siyasete katılımı ve onayı sağlanmıştı. Bunun yanında yeni bir hafıza kültürü de oluşturulmuş, geçmişin Birinci Dünya Savaşı’nı tetikleyen politikaları, faşizm ve Yahudi soykırımı gibi karanlık sayfalarıyla hesaplaşılmıştı.

1990’lı yıllara gelindiğinde Almanya savaş sonrası önüne koyduğu bütün uzun vadeli hedefleri gerçekleştirmişti. Böyle bir ortamda dış siyaset uzmanlarınca Almanya’nın gerek AB içindeki gerekse küresel düzlemdeki yeri tartışılmaya başlandı. Kosovo Savaşı (1998–99) ise Alman dış politikasında önemli bir köşe taşıdır; Almanya İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk kez bir savaşa katılıyor, bu da Dışişleri Bakanı Joschka Fischer tarafından olası bir etnik temizliği önlemek gibi ahlaki bir motivasyonla gerekçelendiriliyordu.

Yükselen güç Almanya

Almanya ulusal birleşme sonrası iktisadi bakımdan AB’nin en büyük ekonomisine ve en kalabalık nüfusuna sahip ülke olmakla kalmadı, Avrupa’nın ortasında Batı Avrupa ile Doğu Avrupa’yı ayıran büyük bir blok haline gelerek yeniden eski jeostratejik konumunu elde etti. Ancak asıl siyasi gücüne Avrupa’da yaşanan 2009 mali ve iktisadi krizi sonrasında ulaştı. Kriz yönetiminde öne çıkan Alman hükümeti kriz içindeki ülkelere sıkı bir mali disiplin ve kemer sıkma politikasını dayatarak, AB’nin lider ülkesi olma yolunda aşama kaydetti.

Dış politikadaki paradigma değişikliği ise ilk kez Şansölye Merkel’in 2014 yılı Eylül’ünde Bundestag’da (Alman Federal Meclisi) yaptığı konuşmada dile getirildi. Merkel Almanya’nın uluslararası krizlerde daha aktif olarak yer almak istediğini deklare etmiş, AB içinde liderlik rolüne soyunduğunun işaretini vermişti. Sonrasında yapılan tartışmalarda yeni bir dış ve ulusal güvenlik politikasının ana hatları belirmeye başladı.

Bu tartışmalarda Almanya’nın artık yeni bir güç olduğu ve dolayısıyla küresel boyutta daha fazla sorumluluk alması gerektiği tezi işleniyordu. Bu tezin temelinde ise Avrupa ve Almanya’nın çifte tehlike ile karşı karşıya olduğu değerlendirmesi yatıyor. Birincisi, içeriden kaynaklanan bir erozyon; yani devam eden mali kriz, AB ve küreselleşme karşıtı popülizm dalgaları, içe kapanmacı milliyetçiliklerin yeniden yükselişi, ekonomideki yapısal sorunlar, sosyal sistemin aksaklıkları ve demografik sorun (toplumunun yaşlanması). İkincisi ise Rusya’nın yeniden bir güç politikası izlemesi ve 1991’de kurulan Avrupa barış düzenini sorgulaması, Balkanlarda istikrarsızlaşma eğilimleri ve siyasal İslam’ın güçlenmesi, Kuzey Afrika ve Sahra altı bölgesinden yeni göç dalgalarının beklenmesi, Çin’in Avrupa’da nüfuzunu artırmaya çalışması ve Siyasal İslam’ın ve ‘cihatçı’ oluşumların güçlerinin kırılamaması gibi dış riskler. Bu gelişmelere paralel olarak ABD’nin liderlik gücü ve kapasitesinin zayıflaması, Trump ile ABD’nin kendi içine kapanabileceği kaygısının oluşması, Almanya’yı küresel düzenin selameti için daha aktif bir çaba içine girmeye itmektedir.

Almanya’nın jeopolitiği

Almanya’nın temel jeopolitiği iktisadi yapısı tarafından dikte edilmektedir. İhracat ağırlıklı bir gelişme modeline ve hammadde gereksinimine sahip olan Almanya, doğal kaynakları bakımından hayli fakir bir ülke. Bu durum Almanya’yı doğal olarak serbest ticaret politikası izlemeye itiyor, çünkü üretim için hammadde ve enerji kaynaklarına serbest erişime, ihracat için ise ulusal pazarlara serbest girişe ihtiyaç duymaktadır. Küresel serbest ticaret düzeninin işlemesi için ise deniz ticaret yollarının güvenliğinin sağlanması hayati önem taşımaktadır, ki bunu Almanya’nın ne tek başına ne de AB ile birlikte sağlaması imkansız. Bunun için Amerika Birleşik Devletleri’nin güvenlik şemsiyesine ihtiyaç duymaktadır. Ayrıca Alman karar vericileri ve dış siyaset uzmanları, Avrupa’daki Amerikan varlığının Rusya’nın ve Çin’in gücünü sınırlandırıcı bir işlev gördüğünün bilincinde. Bu durumda Almanya’nın 19. yy. sonlarından İkinci Dünya Savaşı’na kadar uyguladığı tek taraflılık, içe kapanma ve hakimiyet kurma politikalarına tevessül etmesi pek anlamlı olmayacaktır. Bu güncel uluslararası ilişkilerden Alman dış politikası için üç sonuç çıkmaktadır: Bir, AB içinde ve Avrupa’da istikrarlı bir düzen tesis etmek ve korumak; iki, uluslararası ilişkilerde çok yanlı bir diplomasi uygulamak; üç, güvenlik ve istikrardan faydalanan bir ülke olmaktan, istikrarı tahkim eden ve güvenliğe katkı sunan bir ülke olmaya evrilmek.

Alman siyasi ve bilim çevrelerinde Almanya’nın uluslararası ilişkilerde ve küresel güvenliği sağlamada daha fazla sorumluluk alması yönünde tartışmalar yapılmaktadır. Bu tartışmalarda aktif yer alan dış politika uzmanları Leon Mangasarian ve Jan Tachau ise bunu hizmetkar liderlik kavramı altında somutlaştırdılar. Bunun için öncelikle Almanya’daki siyasal kültüre hakim olan bir dizi stratejik düşüncesizlikten bir an önce uzaklaşılması gerekmektedir. Öncelikle Avrupa’nın tarihsel olarak son derece istikrarsız bir yapıya sahip olduğu, var olan istikrarın ise büyük ölçüde ABD sayesinde inşa edildiği ve ayakta tutulduğu gerçeği bilince çıkarılmalı, Rusya’nın dış politikası konusundaki illüzyonlardan kurtulunmalıdır. Bundan başka diplomasinin başarılı olabilmesi için ciddi bir caydırıcı askeri güce sahip olmanın gerektiği ve hatta nükleer caydırıcılığın önemini koruduğu da kabul edilmelidir. Bu konuda Alman kamuoyunun ikna edilmesi gerekmektedir. Mangasarian ve Tachau bundan başka üç somut öneri daha getirmektedirler: Birincisi dış ve güvenlik politikaları için kapsamlı bir stratejinin oluşturulması ile görevlendirilecek olan çok yönlü, fakat merkezi bir kurumun ve bilimsel platformların oluşturulması. Bu bağlamda Alman Güvenlik Akademisi’nin (Bundesakademie für Sicherheitspolitik) değerini artırmayı bir ilk adım olarak dile getirmekteler. İki, Alman ordusunun bir parlamento ordusu olduğu fiksiyonundan uzaklaşmak gerekli, çünkü her dış müdahalenin Alman parlamentosu tarafından uzun tartışmalar sonrası karara bağlanması Alman dış politikasına zaman kaybettirmekte, Almanya’nın güç kullanımının caydırıcılığının zayıflamasına yol açmaktadır. Üçüncüsü, Alman dış politikasının aşırı ahlakçı tutumundan vazgeçirilmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak Almanya iktisadi çıkarları nedeniyle küreselleşmenin ve serbest ticaret sisteminin selametinden yana olmak zorundadır. Bu durum onu Çin’e yakınlaştırsa da, ne AB ne de Çin ile birlikte mevcut liberal küresel düzene hamilik yapacak güce sahip olmadığının bilincindedir. Bundan dolayı kısa ve orta vadede (diyelim, 10 ila 20 yıl içinde) ABD ile Almanya arasında bir kopuşun en azından Almanya tarafından tercih edilmeyeceği söylenebilir. Ancak Almanya’nın liberal küresel düzenin hamiliğini artık ABD’ye bırakmak istemeyeceği, bu noktada ABD’nin hegemonyasına ortak olmak isteyeceği öngörülebilir.

[email protected]