Anayasa yapımı sürecinde en gerçekçi uzlaşma, taraflardan hiçbirinin bütün isteklerinin kabulü konusunda ısrarcı olmaması, “yaşanabilir” çözümlere razı olmasıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalya ve Franco sonrası İspanya gibi en başarılı anayasa yapımı örneklerine bu ruh hâkim olmuştur. Bir mucize ile böyle bir ruh oluşturulamadığı takdirde vuslat yine başka bir bahara kalacak gibi görünmektedir.
Prof. Dr. ERGUN ÖZBUDUN/İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi
2011 genel seçimlerini takiben TBMM’nde bir Anayasa Uzlaşma Komisyonunun kurulması, büyük ümitler uyandırdı. Gerçekten, TBMM’nde temsil edilen dört parti grubunun eşit şekilde katıldıkları böyle bir komisyonun kurulmuş olmasıyla, yıllardır süregelen anlamsız bir yöntem tartışması geride bırakılmış oldu. Bilindiği gibi, daha önceleri bazı sivil toplum kuruluşları ve bazı akademisyenler, normal seçimlerle oluşmuş bir TBMM’nin tümüyle yeni bir anayasa yapamayacağını, bu amaçla özel olarak kurulmuş bir kurucu meclis teşkilinin gerekli olduğunu ileri sürmüşler; bunlardan bazıları, meselâ TÜSİAD’ın Haziran 2008 bildirisinde olduğu gibi, yarı-seçimli, yarı-korporatif bir kurucu meclis modelini savunmuşlardır. Bu çizginin daha da uç bir versiyonu, yeni bir anayasanın, ancak anayasal sistemde bir kesintinin, başka bir deyimle bir hukuk boşluğunun ortaya çıkması halinde yapılabileceği iddiasıdır. Ne yazık ki, Anayasa Mahkemesi de, 5 Haziran 2008 tarihli kararıyla, Anayasanın 10 ve 42’nci maddelerini değiştiren 5735 sayılı Anayasa değişikliği kanununu iptal ederken, bu görüş yönünde ifadeler kullanmıştır: “Asli kurucu iktidar ülkenin siyasal rejiminde çeşitli etkenlere dayalı olarak ortaya çıkan kesintilerin ürettiği ve ortaya çıkış biçimi itibariyle hukuksal çerçeve dışında yer alan, yeni hukuksal düzenin temel esaslarının ne olacağını belirleyen anayasa koyucu iradedir.” Daha da garibi, Anayasa Mahkemesinin, bunu hemen izleyen cümlede, bir öncekiyle tamamen çelişen bir ifadeye yer vermiş olmasıdır: “Katılımcı, müzakereci ve uzlaşmayı esas alan demokratik ülkelerde asli kurucu iktidarın sahibi halktır.”
Uzlaşma şartı aranmamalı
Gerçekten eğer demokratik ülkelerde aslî kurucu iktidarın sahibi halksa (ki, herhalde bunun aksini iddia etmeye imkân yoktur), o takdirde yeni bir anayasanın, ancak anayasal sistemdeki “kesintilerin ürettiği” ve “hukuksal çerçeve dışında kalan” bir hukuk boşluğunda yapılabileceği iddiası da anlamsız kalmaktadır. Elbette bir demokraside bütün iktidarların ve bu arada aslî kurucu iktidarın da sahibi olan halk, dilediği anda kendisine yeni bir anayasa yapmakta hürdür. Benzer şekilde, aslî kurucu iktidarını kullanan halk, eski anayasanın “değiştirilemez” kabul ettiği hükümlerle de bağlı değildir. Dolayısıyla, 2011 seçimleri ile oluşan TBMM’nin, bu aşırı görüşlere itibar etmeyerek, kendisini yeni bir anayasa yapmaya yetkili görmesi ve Mecliste temsil edilmekte olan dört siyasi partinin bu konuda mutabık olmaları, önemli bir olumlu adımdır. Zaten bu Meclisin, oy veren seçmenlerin yüzde 95’i gibi çok yüksek bir temsilîlik oranına ulaşması da, bu yöntemin demokratik meşruluğunu güçlendirmiştir.
Buna karşılık, Uzlaşma Komisyonunun kurulması sürecinde kabul edilen ilkeler, bu Komisyonun olumlu bir sonuca ulaşmasını son derece güçleştirmektedir. Bilindiği gibi, bu ilkeler, Komisyonun oybirliği ile karar almasını ve Komisyonca kabul edilen metnin TBMM Anayasa Komisyonunda ve Genel Kurulunda değiştirilebilmesi için dört partinin mutabakatı şartlarını içermektedir. Oybirliği elbette arzu edilecek bir hedef olmakla birlikte, bunun pratikte gerçekleşmesi imkânsız denilecek kadar zordur. Dünyanın en oydaşmacı (consensual) toplumlarında bile, oybirliği ile bir anayasa yapılamaz ve yapılmamıştır. Son onyılların en başarılı anayasa yapımı örneklerinden biri olan 1978 İspanya Anayasasının yapımında uzlaşmacı/oydaşmacı yöntemler büyük etkinlikle kullanıldığı halde metin, halkoylamasında ancak yüzde 87.87 oranında oyla kabul edilmiş; seçmenlerin yüzde 32.9’u da oylamaya katılmamışlardır.
Bölünmüş toplumların zorluğu
Siyaset bilimi literatüründe “bölünmüş toplumlar” (divided societies) olarak anılan, yani derin ırksal, etnik, dilsel, dinsel, mezhepsel çizgilerle farklı kesimlere ayrılmış toplumlarda, değil oybirliği, güçlü bir çoğunluğun sağlanmasının bile zorluğu âşikârdır. Son yıllarda anayasa hukukçuları ve siyaset bilimcileri, bu toplumların anayasa yapımı süreçlerine artan bir ilgi göstermişlerdir (dikkate değer bir örnek olarak, bkz. Hanna Lerner, Making Constitutions in Deeply Divided Societies, Cambridge University Press, 2011).
Türkiye toplumu, birçok bakımdan bu tanıma uyan “bölünmüş” ya da “çoğulcu” bir toplumdur. Bu durumu, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütleyiz” veya “bin yıllık kardeşlik” gibi edebî ve hamasî sloganlarla gözden saklamaya çalışmanın yararı yoktur. Günümüzde karşılaştığımız Türk-Kürt, Sünnî-Alevî, dinî muhafazakârlık-lâikçilik çizgileri, toplumu ciddî şekilde bölen ve geniş çaplı bir oydaşmaya (consensus) dayanan yeni bir anayasa yapımını güçleştiren faktörlerdir. Meselâ Kürt sorununda iki uç tutumu temsil eden MHP ve BDP’nin görüşlerini ortak bir noktada birleştirmek, imkânsız denilecek kadar güç görünmektedir. Din-devlet ilişkilerinin düzenlenmesinde de AK Parti ve CHP’nin görüşleri arasında önemli farklar vardır.
Anayasa Uzlaşma Komisyonunun kurulabilmiş ve bu temel sorunları medenî bir tartışma ortamında görüşmeye başlamış olması, elbette memnuniyet vericidir. Ancak Komisyonun şu ana kadarki çalışmalarında bu temel bölücü sorunlar üzerinde bir uzlaşmaya yaklaşıldığına dair bir emare yoktur. Komisyonun CHP’li üyesi Sayın Rıza Türmen, yakın zamanlardaki bir makalesinde (“Yeni Anayasada Süre ve Uzlaşı,” Milliyet, 7 Kasım 2012), Uzlaşma Komisyonunda “gelişme sağlanamıyor yolundaki değerlendirmeler(in) haksızlık” olacağını, Komisyonda temel hak ve hürriyetler bölümündeki 42 maddenin görüşülüp 16’sı üzerinde uzlaşı sağlandığını, bazı maddeler üzerindeki itirazların da çözülebilecek teknik itirazlar olduğunu ifade etmekle birlikte, bazılarının da “temel görüş ayrılıklarına ilişkin” olduğunu teslim etmektedir. Ama zaten yeni anayasa yapımını güçleştiren, nispeten teknik nitelikteki detaylar değil, bu temel konulardaki görüş ayrılıklarıdır.
CHP ile yola devam...
Sürece ilişkin başka bir önemli siyasal beyan da, Sayın Başbakan’ın, yılsonuna kadar Komisyon çalışmalarından uzlaşmacı bir sonuç çıkmadığı takdirde AK Parti’nin, gerekirse CHP ve MHP ile yola devam edebileceği yolundaki sözleridir. Bu, sürecin başından beri gerçekçi olmadığını çeşitli vesilelerle ifade ettiğim oybirliği kuralından vazgeçilmesi anlamına gelmektedir. Bu senaryo elbette daha gerçekçi olmakla birlikte, onun da bünyesinde ciddî güçlükler barındırdığı açıktır. Bir AK Parti-MHP işbirliği, Kürt sorununun çözümünde, anayasal düzeyde hiçbir ciddî adım atılamayacağı anlamına gelir. AK Parti-BDP işbirliği (ki, Sayın Başbakan söz konusu konuşmasında bu alternatife değinmemiştir) AK Parti açısından siyaseten kabul edilemeyecek kadar riskli olabilir. Geriye, muhtemel bir B planı olarak AK Parti-CHP işbirliği kalmaktadır. Böyle bir işbirliği, gerçekleştiği takdirde, TBMM’nin ve seçmen kütlesinin yaklaşık dörtte üçlük bir çoğunluğunu temsil etmesi itibariyle, yeterince güçlü bir demokratik meşruluğa sahip olacaktır. Bu iki partinin önümüzdeki en âcil sorun olan Kürt sorunu üzerindeki tutumlarının nispeten birbirine yakın olması da, böyle bir işbirliğini hiç değilse teorik olarak mümkün kılan bir unsurdur. Ne var ki, şu anda bu iki parti arasındaki diyalogun aşırı sert ve kutuplaşmış niteliği, bu konuda fazla iyimser olmaya imkân vermemektedir. Başka bir senaryo da, bazı ülkelerin anayasa yapımı süreçlerinde gözlemlenen “değişken ya da alternatif ittifaklar” stratejisi, yani farklı sorunlar üzerinde farklı partilerin işbirliğinde bulunmalarıdır. Ancak, bir parti bütün istekleri kabul edilmediği takdirde, aslında mutabık olduğu diğer sorunlarda da işbirliğini reddederse, bu stratejinin de işlemesi imkânsızlaşacaktır. Türkiye siyasetinin bugünkü manzarasında, bunun da ciddî bir ihtimal olarak hesaba katılması gerekir.
Anayasa yapımı sürecine ilişkin milletlerarası literatürde sık sık vurgulanan bir husus, en gerçekçi uzlaşma senaryosunun, taraflardan hiçbirinin bütün isteklerinin kabulü konusunda ısrarcı olmadığı, her birinin “ikinci derecede en iyi” (second best) ya da “yaşanabilir” çözümlere razı olduğu bir ortamdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalya ve Franco-sonrası İspanya gibi en başarılı anayasa yapımı örneklerine bu ruh hâkim olmuştur. Önümüzdeki dönemde bir mucize ile böyle bir ruh oluşturulamadığı takdirde, vuslat yine başka bir bahara kalacak gibi görünmektedir.