Yeni bir binyılın arefesinde Kürt meselesi

Abdurrahman Kurt / Eski milletvekili, Akiller Heyet Ü. / [email protected]
24.08.2013

Kürt meselesi ile ilgili güncel bir yazı yazarken ister istemez, meselenin dünden bu güne yaşadığı evrime de kısa bir değinide bulunmak zorunluluktur.


Yeni bir binyılın arefesinde Kürt meselesi

19. yy. ulus devlet oluşumlarının boy verdiği sosyolojik evreden bugün arayışı içine girilen çok kültürlü, katılımcı yaşam biçimi, tecrübe ve arayışları arasında şüphesiz “Kürt sorunu” da eski pozisyonunda değildir. Yani daha nerdeyse düne kadar, bir varlık mücadelesi olan Kürt sorunu bugün Kürtler için bir eşitlik mücadelesine dönüşmüştür. Doğası gereği varlık mücadelesi ve ilgili devletler (Irak-İran-Suriye-Türkiye) açısından inkar, imha ve asimilasyon politikaları çoğunlukla çatışmaları-faili meçhul cinayetleri, işkenceyi ve bu minvalde politikaları beraberinde getirirken gelinen nokta itibari ile bugün taraflar açısından ortaya çıkan sonuç çatışma, inkar, asimilasyon, işkence, sürgün gibi politikaların bir sonuç getirmediği gibi aksine daha başka ve çözümü zorlaştıran problemleri de ürettiğidir. Örneğin koruculuk-boşaltılan köyler, zorunlu göçün ürettiği çarpık kentleşme ve sosyolojik sonuçlar. Ya da silahlı örgüte katılıp akıbeti belli olmayan çocuklar, silahsızlanma sonrası örgüt elemanlarının geleceği gibi pek çok problem.

Birlikte yaşam arzusu

Bugün gelinen aşamaya yani eşitlik mücadelesi evresine etki eden faktörlerden biri küreselleşme ve küresel iletişim ve etkileşimin hızı, araçları, bilginin, sermayenin ve insanın daha hızlı ve etkili dolaşımı iken yerelde ise Irak Kürdistan bölgesel yönetiminin oluşumu ile birlikte Kürtlerin uluslar arası alanda gizlenemez ve “meşru” varlığının etkileri yanında silahlı mücadele gruplarının ilgili devletlerce askeri açıdan ortadan kaldırılamayışıdır. Ayrıca bununla beraber gelişen siyasal örgütlenmelerinde önlenemeyişi sayılabilir belki. Silahlı mücadeleyi esas alan örgütlerin özellikle PKK’nın da Türkiye gibi birlikte yaşam arzusunun bu kadar güçlü olduğu bir coğrafyada siyasetini uzun zamandan beri silahla sonuç alma yerine silahla yok edilememe üzerine kurgulayarak muhatap pozisyonuna gelme olarak belirlediği de ifade edilebilir. Her ne kadar “Arap Baharı” olarak ifade edilen süreçte İmralı’dan bağımsız olarak Kandil ve Avrupa bir “Devrimci Halk“ savaşı üretebilir miyiz’i denemişse de sonucu değişmemiş ve ancak bunun bu coğrafyada üretilemeyeceği tekrar teyit edilmiştir.

Son süreçte Silvan saldırıları olarak ifade edilen dönemde kesilen diyalog ortamı, yerini çatışma ve restleşmeye bırakmışken cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri ile İmralı tekrar devreye girmek istemiş ve hükümetin onayıyla da yaşadığımız diyalog ve şiddetsizlik evresine geçilebilmiştir...

Şüphesiz bu evreler kolay geçmeyecektir. Ancak gerek devletin gerekse örgütün halkta oluşmuş köklü toplumsal barış arzusuna karşın kullandıkları dilin sahiplenici olması önemlidir.

Taraflar ve algıları

Kürt meselesinde tarafları ifade ederken genel yanılgının ötesine geçerek çatışmama taraftarı olanları da ifade etmek pek de yapılmayan bir zorunluluktur aslında. Örneğin liberal Kürtler, İslamcı Kürtler, Hak-Par, Hüda-Par, TKDP gibi yapılar çatışmaya taraf olmazken meselenin çözümünde şiddetsizlik alanı içersinde taraftırlar ama totalde büyük bir yekûn tutmalarına karşın görmezden gelinme eğilimi ile karşı karşıyadırlar. Geçmişte yaşanan bazı kötü tecrübelerde çatışma bitmeden siyasal mücadelede varlık kavgasının aynı sonuçları doğurabileceği endişesi de bu yapıları doğal olarak daha pasif ve daha dağınık kalmaya itmiştir.

Bugün gelinen şiddetsizlik ortamı ise özellikle geniş bir tabana sahip İslamcı Kürt çevrelerinde de parti, platform, dernek gibi oluşumlarla daha aktif ve görünür olma çabasını tetiklemiştir.

Şiddeti sonlandırma amaçlı görüşmelerde ise PKK sorunu bir şekilde “Kürt sorununun” tamamının muhatabı olmaya evirme eğiliminde, Devlet ise sorunu şiddeti sonlandırma sınırları içersinde ve “bireysel haklar” çerçevesinde çözme çabasındadır. Şüphesiz bu bile ilk evre için çok olumlu ve ön açıcı olarak algılanmalıdır. Neticede 30 yıla varan ve pek çok bedeller ödenerek sürdürülen çatışmalarda PKK hayatını kaybeden ailelere ve taraftarlarına karşı Devlette yanlış politikalar sonucu hayatını kaybeden asker ailelerine karşı bir dil ve üslup geliştirme zorunluluğu hissetmektedir.

Süreç ilerledikçe ve insanlar silah seslerinin gürültüsünden kurtulup birbirlerinin sesini duymaya başladıkça ki özellikle “Akil insanlar Heyeti” bu anlamda çok değerli bir çaba olarak yansımıştır, sorunu manipüle eden, gizleyen buradan üretilmiş fobilerle toplum ve siyaset üzerindeki vesayetlerini güçlendiren kesimlerin de Ak Parti iktidarında büyük ölçüde etkisizleştirilmesi ile toplumsal vicdan açığa çıkarılarak çözümün ilerlemesi hızlandırılacaktır

4. Türk-Kürt ittifakı

Meseleye örgütsel ve partisel hesapların ötesinde bakanlar içinse bugün yaşanan fırsat adeta 4. Tarihi evre olarak görülmektedir. Malazgirt’ ten başlayıp Osmanlı-Safevi savaşlarına oradan 1. Dünya savaşı ve yüzyıllık inkar ve imha politikaları sonrası Ortadoğu yeniden şekillenirken yeni ve yeniden bir Kürt-Türk ittifakına.

İşte tamda burada bu ittifakın sıhhati için bazı algıları karşılıklı olarak gözden geçirmek faydalı olacaktır sanırım. Varlık mücadelesinden eşitlik mücadelesine evrilmiş Kürt sorunu, Kürtler açısından diğer uluslarla eşit olmayı ifade ederken beraber yaşadıkları devletlerde ise şimdiye kadar en az yönetebilecek özgürlük sınırlarını yakalayarak birlikte olma politikası olarak ortaya konmuştur. Oysa durum “ Eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal” noktasındadır. Örneğin Kürtlerin durumu Osmanlı dönemine göre uluslaşma açısından çok daha ilerdeyken bile Irak Kürdistan’ı hariç henüz o seviye bile yakalanamamıştır. Naci Kutluay’dan bir alıntı ile konuyu açacak olursak:

“İdris-i Bitlis, Kürt emirlikleri’nin Osmanlı Devletine bağlı yarı bağımsız bir konum almalarında nemli bir oynadı. Bazı Kürt aydınları, “Bağımsız” devlet ya da devletler oluşturulmamasında genellikle İdris-i Bitlisi’yi suçladılar. Bu beyliklerin milli duyguları besleyen yazılı bir edebiyatlarının olmadığı o tarihlerde, insanlar kendilerine yeten bir ekonomik yaşam içindeydiler. Yolların yetersiz ve beylik coğrafyalarının dağlık oluşu, iletişimi zorlaştırıp aza indiriyordu. Ticaretten çok gelişik olmayan tarım ve hayvancılık egemendi. Ulus niteliğine sahip olmayan “aşiret”lerden ancak bu aşiret reislerinin kendi başlarına olma duygusu karşılanabilirdi. İdris-i Bitlisi yine de bu” bey”lerden bir birlik çıkarmaya çalışmış diyen araştırmacıların sayısı az değil. İleri ve modern anlamda “devlet”ler dönemi yaşanmıyordu. Son iki yüzyıldan beri yaşanan ve tartışılan, günümüz “milliyet” ve “devlet” i ile o tarihlerdeki devlet ve milliyet, anlam ve içerik olarak farklıydı. Bu nedenle, Osmanlı Sultanı ile Kürt Beyleri’nin anlaşmaları o döneme denk düşüyordu. Tartışmaya açıktır, bu Beylikler’in statüsü neydi? Sıradan beylikler mi? Feodal devletcikler mi? Aşiret yapısını aşan örgütler mi? Aşiret konfederasyonları mı söz konusuydu? Tartışmayı sosyolog ve tarihçiler sürdürmeli diyorum. Ancak, adı ne olursa olsun, bu “yapı”lar, döneme denk düşüyordu ve bu nedenle birkaç yüzyıl bu şekliyle devam etti. Sorun olmadı.“

Görüldüğü üzere 16.yy. uluslaşmasının olmadığı Osmanlı döneminde bile Kürtler özerk yönetimlere sahipken, bugün özellikle Arap ve Türk milliyetçiliğinin tahriki ile gelişen Kürt Ulus bilincinin eşitlik sağlanmadan karşılıklı sorunlar üretmemesi artık zordur.

Hangi zeminde eşitlik?

Peki, sorunun mutlak çözümü olan, hani bazı çevrelerce Kürtler nereye kadar isteyecekler diye ifade edilen sorunun cevabı olan eşitlik pratik anlamda ne demektir? Hangi zeminde eşitlik? Örneğin Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesi itibarı ile yapısal vurguları “Türk”lüğü aşırı bir şekilde taşırken Kürtleri de bu aşırı milliyetçi vurgularda eşitlemeyi ifade etmiyoruz elbette. Aksine mevcut devlet yapısındaki Türklük vurgusunu biraz indirip etnik vurgulu devlet görüntüsünden kurtarmak ve böylece Kürt milliyetçiliğinin de muharriki olan Türk milliyetçiliğini normalleştirerek ortak ve ötekileştirmeyen bir seviyede buluşturmaktan bahsediyoruz. Bu söylediğimizi de açmak gerekirse örneğin anayasada geçen “Türk devletine” gibi devletin ortak değil belirleyici bir etnisiteye ait (burada “Türk” kavramının bir etnisiteyi ifade etmediği gibi argümanları tartışmıyorum bile) vurgularının Türkiyelileştirilerek “Türkiye Cumhuriyeti’ne” şeklinde ifade edilmesi Türk Kızılay’ı, Türk savaş uçakları gibi her tarafa nüfus etmiş tüm anayasa, yasa, kurum ve kuruluşlardaki benzer ifadelerin Türkiyelileştirilmesi bu anlamda Tek devlet, Tek bayrak, Tek vatan cümlelerinin ortak devlet, ortak vatan, ortak bayrak gibi algılara evrilmesini kolaylaştıracağı düşüncesindeyim.