Yeni dünya için ne söylüyoruz?

Ali K. Metin / Şair, Yazar
24.04.2020

Dünya şiirden, edebiyattan, düşünceden büyüktür! Bir yanıyla doğru. Ama burada sadece bu değil de edebiyata ve düşünceye dair bir inançsızlık dile gelmekteyse o zaman kötü. O zaman dünya sermayenin, teknolojinin, güç sahiplerinin çekip çevirmesinden yakayı kurtaramayacak. Hepsinden kötüsü de sanıyorum, dünyanın değişmesi gerektiğine yeterince, içsel anlamda ikna olmamaktır. Buysa aslında konformist bir çekince ve isteksizliğin dışavurumu olarak karşımıza çıkıyor.


Yeni dünya için ne söylüyoruz?

Korona pandemisi karşısında şairin, edebiyatçının ne söylediği önemli. Dünya açısından da halkımız açısından da önemli. Söylediğinin bilim adamı, siyasetçi veya bir gazetecinin söylediklerinden farkı, kolay görünmeyen, görünse de dile getirilemeyen bir inceliği ve derinliği taşıması anlamında ayrı bir değeri olmalı. “Şairin neyi değil nasıl söylediği önemlidir” gibi klişelerin en azından bazı bağlamlarda bir geçerliliği yok. Ama neyi söyleyip neyi söylemediğimizin bir başka açıdan daha önemi var: Şair, söyledikleriyle bütün bu yaşananların neresinde, neyin derdini taşıyor? Önemsediği can alıcı detaylar, denebilirse ki büyük gerçekler nedir? Dolayısıyla aslında bir imtihanın içinden geçiyoruz. Korona pandemisi hayat karşısındaki duruşumuzu bir turnusol kağıdı gibi ortaya döküyor, netleştiriyor. Şairin neyi konuştuğu, onun belki de neden ibaret olduğunu, en iyi ifadeyle “meselesi”ni ele vermeye başlıyor.

Mesele sahibi olmak

Korona pandemisi karşısında şairin, edebiyatçının ne söylediği önemli. Dünya açısından da halkımız açısından da önemli. Söylediğinin bilim adamı, siyasetçi veya bir gazetecinin söylediklerinden farkı, kolay görünmeyen, görünse de dile getirilemeyen bir inceliği ve derinliği taşıması anlamında ayrı bir değeri olmalı. “Şairin neyi değil nasıl söylediği önemlidir” gibi klişelerin en azından bazı bağlamlarda bir geçerliliği yok. Ama neyi söyleyip neyi söylemediğimizin bir başka açıdan daha önemi var: Şair, söyledikleriyle bütün bu yaşananların neresinde, neyin derdini taşıyor? Önemsediği can alıcı detaylar, denebilirse ki büyük gerçekler nedir? Dolayısıyla aslında bir imtihanın içinden geçiyoruz. Korona pandemisi hayat karşısındaki duruşumuzu bir turnusol kağıdı gibi ortaya döküyor, netleştiriyor. Şairin neyi konuştuğu, onun belki de neden ibaret olduğunu, en iyi ifadeyle “meselesi”ni ele vermeye başlıyor.

Edebiyat bu tuzağa düştüyse, günlük hayatın ve gerçeklerin dünyası içinde artık evcil bir nitelik de kazanmış olmaktadır. Edebiyatın evcilleşmesinden memnun sınıflar onu böylece her türlü lütfa mazhar görebilir, büyük sitayişlerle topluma lanse edebilirler. Kendisinden beklenen de muhtemelen budur; görevli, hizmetkar edebiyat, yazar budur. Suyun akışına uygun pozisyon alıyor, gerçek meseleler yerine büyük (!) hakikatlerle dikkatleri çekmeyi başarıyor, bir de ‘dışarı’yla değil ‘içeri’yle meşgul ediyorsa tamamdır. Yaşasın edebiyat!

Budalalık dayanışması

Fakat burada dur bakalım dememiz gerekiyor: O kadar ucuz değil. Yaşanan insanlık gerçeği karşısında gevezelikten başka anlam taşımayan cafcaflı cümlelerin, içsel, hikmet dolu (!) cızırtıların ne gerçek edebiyat ne de gerçek hayat açısından bir kıymet-i harbiyesinden söz edebiliriz. Bu konformizmin farkında olmamak ne kadar safdillikse, bunu kabullenmek, dahası buna bile bile alkış tutmak da o kadar aşağılıkça bir tutum olacaktır. En çok belki görmemiz gereken de budur. İyi edebiyat, iyi şiir bir tarafıyla onu zorlayacak iyi okuyucuya muhtaç. Okuyucu dediğimiz, şiirin-edebiyatın haz düşkünü bir budalası değil ama eleştirmeni olmak zorundadır. Bunu becerdiği takdirde edebiyatın refleksleri üzerinde yavaş yavaş bile olsa etkili olması mümkün. Ne var ki, (okuyucularımız beni hoş görsün, söz meclisten dışarı) bazen al birini vur ötekine dememek elde değil. Şairin, yazarın konformizmi neyse okuyucununki de hemen hemen öyle. Okuyucu-yazar beraberliğini sağlayan ruh hali açısından burada hiçbir fark yok. Hatta farkına bile varılmayan bir nevi budalalık lüksü ve dayanışması geçerliliğini sürdürüyor.

Şair veya edebiyatçı, şayet kendisini köşe yazarından ayrıştıracak bir duruş geliştiremediyse durum biraz daha vahimleşiyor. Köşe yazarı genel haliyle (istisnalar kaideyi bozmaz) siyasetin adamıdır; siyasetle bütünleşmekten sarf-ı nazar etmez, bu da ona tutarlı ve dürüst olduğu nisbette bir halel getirmez. Ancak şair, edebiyatçı köşe yazarıyken bile ‘kendi kalma’ çabasıyla ayrışır. Buradan Novalis’in dediğine geliyoruz: “Hangi büyük savaş, hangi büyük felaket, hangi büyük devrim, aynı zamanda benim kişisel meselem değil ki.” Savaşın, felaketin, devrimin neyi getirdiğine ve neyi götürdüğüne dair bakış açısıyla, buradaki o derin duygu ve arzuyla kendimiz oluyoruz. Bu minval üzere her zeminde kendi siyasetini yapmaya devam etmek şairin farkıdır. “Mesele” dediğimiz şey işte bu noktada örtülü veya açık zuhur eder, ettirilir. Bunun için tabii ki bağırmak gerekmez, fakat etrafında dolanarak bile olsa meseleyi tebarüz ettirme gayreti aşikar hale gelecektir. Zira yaşadığımız olağandışı durum herkes için olduğu gibi şair, edebiyatçı için de büyük bir imkanı barındırmakta. Zamanın halet-i ruhiyesine etki etmek, onu dönüştürmek için tam da belki değerlendirilmesi gereken bir zeminden söz ediyoruz. Yeni bir dünya düzeninin temellerini atmak üzere bugün bazı güçler, bazı kesimler için bulunmaz fırsatların ortaya çıktığı anlaşılıyor. Amerika, Çin’e karşı aradığı rekabet avantajını gökte ararken yerde buldu. Toplumu zapturapt altına almaktan medet uman iktidar odakları için fırsat ayağa geldi. Tekelleşmiş ve tekelleşme yolundaki büyük sermaye grupları açısından zemin daha stabilize bir şekil alabilecek. Peki ya şair, edebiyatçı bu işin neresinde durmakta, nasıl bir duruş vermektedir? Yaşanan insanlık dramı/durumu karşısında ne söylüyor, neye dokunuyor, nasıl bir çağrının peşindedir? En azından meselesi olduğunu varsaydığımız yazarlar için bugün büyük bir ses vermenin zamanı değil midir? Fakat verdiğimiz, vereceğimiz sese biz acaba inanıyor muyuz? Zamanın ruhuna işleyecek bir şiire, hikayeye, yazıya, söze imza atacak donanım ve takatimiz var mı?

Konformizmin kıskacında

Evet, biz işin neresindeyiz ve şimdi neyin sesini veriyoruz? Ne yazsak, ne söylesek hükmümüzün zaten geçmeyeceğinden dem vurmak sadece bir kaçış kurnazlığı değil, aynı zamanda edebiyata inanmamakla eşdeğerdir sanıyorum. Dünyanın yeniden dizayn edilmeye başlandığı bir süreçte şairler, yazarlar olanları seyretmekle kalacak ve karın ağrılarından, hikmet hazinelerinden söz etmeye devam edeceklerse, bu öncelikle onlar adına bir şanssızlık demek. Onlar adına diyorum, çünkü edebiyat bu anlamda bir yerlerden mutlaka ses verecektir. Tarihteki her büyük olay, biliyoruz ki insanlık aklında yankısını bir şekilde bulur. Bizim burada dert ettiğimiz şey, edebiyatı gerçek hayatla daha fazla buluşturmak, zamanın halet-i ruhiyesine daha fazla nüfuz edecek bir sahiciliğe ve hassasiyete muvafık kılmak.

Hemen herkesin siyasal-teknolojik-ekonomik fütürizmin bir sözcüsü olduğu, komplo teorilerinin havalarda uçuştuğu bir sırada, işaret ettiğimiz hakikatlerle sisteme karşı bir meydan okumaya çağırabileceğimiz gibi, aksine sistemin genel geçer ideolojisine uygun sesler de pekala verebiliriz. Sisteme karşı tepkimizi romantik tahayyüllerle zıvanadan çıkarabilir veya gerçekçilik adına reel-politiğin kıskacında mırıldanmaya devam edebiliriz de. Önümüzdeki süreçte bunların her bir örneğini ziyadesiyle göreceğimize şüphe yok. Fakat bir gerçeği de muhtemelen daha iyi görür hale geleceğiz: Dünyanın yeni dizaynında rol almaya çalışan güçler, edebiyatın ve genel anlamda düşünce dünyasının silik, ruhsuz, apolitik bir duruş vermesinden olabildiğince istifade edecek, istedikleri şekilde at oynatacaklar.

[email protected]