Yeni dünyaya, yeni insana, yeni devletlere doğru…

Ercan Yıldırım / Yazar
18.11.2017

Dünyada iktisadi ihtiyaçlar, kâr oranları, refahın dağıtımı sorun olmaya başladığında meseleyi bir büyük savaş çözüyor. Bu büyük savaş, hesaplaşma siyasal sistemleri, demografiyi, kültürü, gündelik hayatı da belirliyor.


Yeni dünyaya, yeni insana, yeni devletlere doğru…

Endüstri yoğun kapitalizm yerini finans kapitalizmine bırakırken 1. Dünya Savaşı gerçekleşti; finans kapitalizm daha az sorunlu, bol kârlı bir sistem için arayışlarını sürdürdü… 2. Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş’a bağlı bir refah devleti evresi olsa da neoliberalizme giden yolda “şirket kapitaliz-mi” ve buna bağlı küreselleşme evreleri yeni siyasi organizasyonlar ortaya çıkardı. Dünya sistemi kapitalist merkezi aşırı kazanç ve kâr ile beslemeye doyamadığı zamanlarda büyük siyasi organizasyonların fişini çekti. İmparatorluklar kesinlikle finans kapitalizmini kaldırabilecek yapıda değildi…

2. Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler’in üyesi sayısı 1. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Milletler Cemiyeti’nden fazlaydı fakat BM’nin 50 civarındaki üyesi “şirket kapitalizmi”ni işletecek sayıda olamazdı. Sömürge altındaki uluslar birer birer bağımsızlıklarını kazanmaya başladı. Soğuk Savaş şartları içinde çevredeki postkolonyal devletlerin hemen tamamında otoriter yönetimler hakimdi. 2. Dünya Savaşı sonrası ara formül uygulanan “gelişmekte olan ülkeler”e demokrasi gelirken diktatör yönetimleri merkeze hammadde taşımada sorun çıkarmıyorlardı. ABD, dünya sisteminin başına geçmesinden sonra malların serbest dolaşımını getirince uluslaşma arttı, şirketler ve “küresel köy” kavramı etrafında mekan farklılıkları yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladı. Zaten yeni dünya sisteminin anahtar kurumları savaş bitmeden inşa edilmişti; IMF ve Dünya Bankası Normandiya Çıkarma-sı’ndan bir ay, Hitlerin intiharından yaklaşık on, Almanya’nın tesliminden 11 ay “önce” kurulmuştu.

Önce ulus devletler çoğaltıldı, sonra şirketler ana aksa yerleşti akabinde merkez-çevre ilişkisi içinde çevredekiler merkeze doğru yavaş yavaş çekildi. Neoliberalizmle beraber ister azgın kapitalizm deyin ister dünya sisteminin kendi doğal akışı-tabiatı deyin kârı artırmak için her tür psikolojik, manevi yöntemler denendi. Merkez bir yönüyle Kıta Avrupası ve ABD idi ama yeni yeni bölgesel merkezler kuruldu, zamanla ulus devletlere ihtiyacı olmayan hatta yeri geldiğinde devletleri düşman gören bir şirket kapitalizmi oluştu.

Otoriterlik arayışındaki Batı

Şirketler karşısında komplekse giren, yönetimi tam manasında elinde tutamayan, zayıflığı gün geçtikçe göz önüne serilen devletler, yöneticiler, siya-sal yapı kendini korumaya alacak tedbirler geliştirmeye başladı. Şirketler karşısında güçsüz, ezik, zayıf, iktidarı sağlayamayan bir siyaset… Ulusu, toplu-mu, bireyi hatta şirketler, öteki devletler ve mülteciler, yabancılar, baldırı çıplaklar, kaçkınlar karşısında korumasız devletler. Zamanla tehlikeyi gündelik hayatında bizzat yaşayan, ekmeğini, suyunu, işini, refahını, gelirini mültecilere, şirketlere kaptıran toplumlar… Doğrudan doğruya cephe almaya, sınırlarını kapatmaya, duvarlarını çekmeye başladılar.

Sadece Trump özelinde başlamadı duvar tutkusu, mülteci akınında jiletli teller, Macaristan’daki gibi çelmeler, Bulgaristan’daki gönüllü “avcılar”, topraklarını, devletini korumaya aldı.  İlk dikkati Breivik çekmişti; meselenin yabancı düşmanlığıyla sınırlanmayacağı belki de en çok Trump’ın söylemlerinde, Brexit’te, Alman milletinin ekonomik isyanında, Katalan bağımsızlığında ortaya çıktı.

Muhtemelen Batı’da belirginleştiği ve rahatlıkla üstü de örtüldüğü için gözlerden kaçırılıyor ama dünyada yepyeni bir insan, toplum, devlet modeli ortaya çıkıyor. 
 
Devletten çok devletçi, otoriteden daha sert Tirancı, ahlaki ve iyi insan niteliklerinin pek çoğunu bastıran bir insan ve toplum modeliyle karşı karşıyayız.
 
Bölüşmekten, paylaşmaktan nefret eden kendinde olanın sadece kendisinde kalmasını amaçlayan, içe kapanmacı dışa karşı saldırgan yeni kapitalist bir tür. 
 
Elbette tarihin farklı dönemlerinde, kapitalizmin değişik aşamalarında bu toplum ve siyasal durum tekrarlandı fakat bu kapitalizmin kendi teorisinin de yine kendisi tarafından engelleyemediği bir tükenişle ilgili... 
 
Küreselleşme söylemlerindeki çoğulcu, sosyal devletçi, liberal, özgürlükçü bakış açılarının tamamı tersine gelişiyor; tekçi, milliyetçi, ulusçu, totaliter, güç arayışındaki toplum ve insan portresi kendi yokoluşunu görmektense dünyanın ateşe atılmasına ses etmeyecek “kıvama geldi”… 
 
İktisadi kanalları elinde tutamayan, ekonomiyi yönlendiremeyen devletler, kültür, medeniyet vurgularıyla güçlerini kanıtlamaya, uluslarını domine etmeye çalışıyor. Ortada bir gerçek var ki, güçlü devlet vurguları ve söylemleri, jiletli teller, inşa edilen duvarlar, ekmek kavgasının lümpenleşmesi korku-nun, kaygının yüksekliğini gösteriyor. 
2. Dünya Savaşı’ndan sonra faşizmlerden yılan insanlık bir şekilde demokrasilerde kendini ifade edebiliyordu, demokrasi yorgunluğu o derece ileri gidiyor ki, kendisi için düşünen, kendisi için üreten, dövüşen otoriteleri aramaya başladı. 
 
Fakirleri niye beslemeyelim ki?
 
Zayıflığa, çoksesliliğe, farklı kültürlerle eşit muamele görmeye tahammülü olmayan bir Batı insanı var artık. 
Almanlar… niçin biz geri kalmış ülkeleri besliyoruz, sorusunu daha yüksek sesle soruyor. İngilizler toplumlarının bu aşamaya gelmeden AB’den çıkmaya karar verdi. Refahı, kazanımları, birikimi elinde tutan, garanti eden her türlü siyasal yöntem geçerliliğini koruyacak. 
 
Dünya siyasi fay hatlarının teker teker kırılmaya başladığı bir evreye geçerken yeni klan-kabile devletlerden kendini korumaya çalışan toplumlar, devletler sert yöntemler uygulayacak. 
 
Kültürel hak kavramı coğrafyamızda değil Batı’da da “bölücülük”le eş değer sayılacak.
 
Zenginin daha zengin fakirin daha fakir olduğu neoliberalizm refah için sınırlarını kapatan, hatta kendi içinde bölünmeye giden siyasal yapıyı körükledi. 
 
“Milli servetimizi niçin bölüşelim?”, “fakirleri niye besleyelim”… Bu iki söylemden ilkini uluslar zikrederken ikincisini aynı toplumdaki farklı böl-gelerin insanları tekrar ediyor. 
 
Örnek mi, son ayların öznesi Katalanlar… 
 
Katalan bölgesi İspanya’nın en zengin yöresi, onlar artık fakir İspanya’yı beslemek istemiyor, öyle ki “biz kazanıyoruz gerisi israf ediyor” kanaati ba-ğımsızlık arayışına kadar gitti. 
 
Katolik Bavyera da benzer tezleri kullanıyor. Kendi zenginliklerini Protestan Almanya’nın geri kalanıyla bölüşmek istemiyor. “Bavyera Yalnız da Yapabilir”, kanaati yazılan bir kitabın ötesine geçmiş durumda. 
 
Benzer zenginliğini İtalya’nın geri kalanı için harcamak istemeyen Padanya’lılar, kazançlarının kendi ulusları tarafından savurulmasına tahammül edemiyor artık. 
 
İskoçyalılar, Grönland zengin enerji kaynakları bağımsızlık ateşini harlıyor. Belçika’da Flamanlar da kendilerinden başkasına bir kuruşunu kaptır-maktan yana değil. Kerkük de aynı kaygıyla yanıyor… Suudi Arabistan ve öteki petrol sahaları… 
 
Eskiden petrole sahip olana sahip olmak yeterliydi, şimdi kuyuların yoğunlaştığı yerleri devletleştirerek, “özgürleştirerek” yeni bir dünya, yeni sınırlar inşa edilmek isteniyor. 
 
İslam düşüncesini laikleştirme
 
Suudi Arabistan’daki kabile içi savaşlar, Lübnan’a müdahale ihtimalleri, İran ile büyük savaş, Irak’ta ve Suriye’de yaklaşan bir Kürt devleti ihtimali dünyadaki bu siyasi olaylardan bağımsız değil. Örgütlerle, iç savaşlarla yıpranan Ortadoğu havzasında İsrail’in topraklarını genişletme aşaması da yakın görünüyor. Suudilerin başlattığı “ılımlı İslam” projesi kendini kurtarmaya yönelik bir çaba…erken Cumhuriyet’te bizim yaptığımızı taklit ediyorlar, Tür-kiyelileşerek Arabistan’ın bölünmesini, iktidarlarının devam etmesini istiyorlar. 
 
Selefiliğin farklı bir versiyonunu doktrinleştirerek devleti ikili bir yapıya getirmişlerdi, Vehhabi inancı ve Suudi asabiyesi yeni dünya, yeni insan, yeni toplum sürecine uyum sağlamak için “kadın robot” formülünü bile devreye soktu. 
 
Tekfirci, şeklî, akla değil sadece nakle dayalı… insan iradesine en az yer veren mezheplerden birine tabi Suudilerin “kadın robota yurttaşlık” vermesi sadece iktisadi olarak değil zihniyet bakımından da dünya sistemine entegre olma beyatını ifade eder. 
 
Avrupa, şirket kapitalizmine, ABD dünya sistemine Soğuk Savaş’ın ortalarından itibaren teslim olmaya başladı. Prag Baharı sona ererken Jan Palach, Wenceslas Meydanı’nda kendini yaktı, şimdi orada heykeli duruyor, meydan ise yeni dünya sisteminin kültürüyle kafeler, restoranlar, mağazalarla do-nanmış durumda. Tunus’ta Muhammed Buazizi kendini yakarak İslam toplumlarının zihniyet dünyalarını tamamıyla laikleştireceklerinin işaret fişeğini yaktı. “Milli servetimizi niye bölüşüyoruz” kaygısı ve korkusu, İslam alemini daha da parçalayacak. Hatta yeni süreçte İsrail’in yayılması, Ortadoğu’da petrol, etnik, mezhep savaşları beraberinde İslam düşüncesinin de bütünüyle hırpalanacağı bir evreye giriyor.
 
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Japonların Şintoizmi devletin resmi dini olmaktan çıkarılmış, törenleri, ritüelleri yasaklanmış; milli kimlikle dini kimlik birbirinden ayrıştırılmıştı. Suudileri oluşturan Vehhabi-Suudi bağı, Acem-Şia inancı, Türklük-İslam bütünlüğü bu bakımdan çok ciddi saldırılara gebe.
 
Türkiye “sıcak çatışmalar”ın içine girmese de “şimdilik” çevreleme harekatına tabi tutuluyor. Bölgede İslam düşüncesinin radikal İslam’dan ılımlı İslam’a, kabile devletlerine geçerek bütünüyle laikleştirilmesini içeren kapsamlı bir proje aktif hale getirildi. 
 
Türkiye’nin etnik-mezhep çatışmalarından uzaklaşması, beka meselesini halletmesi bir yanıyla İslam düşüncesinin neo-con saldırısından kurtulmasıyla eş zamanlı yürütülecek mücadeleye bağlı. 
 
Bu da ancak milli ve dini kimliğin birbirine girdiği tarihi misyonumuzu hatırlamakla mümkün; İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgamızın yeniden üretilmesi, yepyeni versiyonla tarih sahnesine çıkmasıyla… 
 
@Ercnyldrm1