Yeni emperyalizm

Bülent Güven / Yazar
4.12.2021

Biden ABD'nin geleneksel müttefikleri ile Çin'i dengelemeye çalışmak için Tek Kuşak Tek Yol projesine karşı Build Back Better World isimli yeni bir emperyal proje ortaya koydu. AB Komisyonu'nun yeni açıkladığı Global Gateway isimli yeni ulaşım projesi de benzer bir amaca hizmet etmektedir. Üç farklı projeden anlaşılan dünyada artık üç farklı blokun olduğudur.


Yeni emperyalizm

Bundan tam 20 yıl önce İngiliz iktisatçı Jim O'Neill o zaman Goldmann Sachs'ın baş ekonomisti sıfatı ile BRIC kavramını geliştirerek Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin'in gelişmiş sanayi ülkeleri konumunda olan G7 ülkelerini ekonomik olarak geçeceği öngörüsünde bulunmuştu. O'Neill BRIC ülkelerine farklı misyonlar yükleyerek Rusya'yı dünyanın enerji deposu, Brezilya'yı dünyanın gıda tedarikçisi, Hindistan'ı yazılım merkezi ve Çin'in ise dünyanın atölyesi olarak tasvir etmişti. O'Neill bu öngörüde bulunduğunda gelişmiş sanayi ülkelerinin toplam milli geliri dünyadaki toplam GSMH'lerinin yüzde 65'ine denk gelirken BRIC ülkelerinin o dönemki GSMH dünya GSMH sinin yüzde 7,7'sine tekabül ediyordu.

Batı dışı blok

O halde sormamız gereken soru aradan 20 yıl geçtikten sonra dünyada gelinen noktanın şu an ne olduğudur? Acaba O'Neill'in öngörüsü gerçekleşmiş midir? Ya da önümüzdeki yıllarda gerçekleşme ihtimali var mıdır? Ama asıl soru şu ki, Batı dışı başka bir güç bloğunun oluşması ile dünya dengelerinde nasıl bir değişim olacaktır?

Konuya temel bir istatistik ile giriş yapabiliriz. 2020 yılı itibari ile G7 ülkelerinin dünya GSMH içindeki oranı 20 yıl öncesine göre gerileyerek yüzde 65'ten yüzde 45'e düşerken, BRIC ülkelerinin oranı yüzde 7,7'den yüzde 30'lara çıkmış durumdadır. Bu verilerden yola çıkarak O'Neill'in yirmi yıl öncesinden Batı merkezli gelişmiş sanayi ülkelerinin ekonomik gerilemesi ve BRIC ülkelerinin ise ekonomik yükselişi konusunda doğru öngörüde bulunduğunu varsayabiliriz. Fakat BRIC ülkeleri bağlamında konuya daha yakından bakarsak, bu ülkelerin içinde Çin ve Hindistan O'Neill'in öngördüğü gibi gelişme eğilimini sürdürürken Rusya ve Brezilya'nın beklentinin altında bir performans gösterdiği tespitini de yapabiliriz.

Öte yandan dört ülkenin içinde özellikle Çin olağanüstü bir performans göstererek 20 yıl önce dünya ekonomisi içinde yüzde 3,5 olan payını 2020 yılı itibari ile yüzde 18'lere çıkarmış durumdadır. ABD'nin dünya ekonomisindeki payı son 20 yılda yüzde 30'lardan yüzde 25'e düşerek dünya ekonomisi içinde payı küçülme eğilimi içindedir. Çin artık O'Neill'in öngördüğü gibi sadece dünyaya ucuz ürün üreten bir atölye olmanın ötesindedir. Aksine Çin, ABD gibi gelişmiş ülkelerde bulunan teknolojik şirketlerin muadillerini bünyesinden çıkarmış bir ülkedir. Zira Amazon, Apple, Facebook, Google gibi Amerikan şirketlerinin karşısında Baidu, Ali Baba, Huwai gibi Çin şirketleri temayüz etmiş durumdadır. Ayrıca yapay zekâ ve askeri teknoloji de ABD ile aynı seviyede seyretmektedir. Bu ekonomik kalkınma performansı doğal olarak Çin'in askeri harcamalarına da yansımış, kesin olmayan rakamlara göre Çin'in askeri harcamaları 300 milyar dolara çıkmış durumdadır. Aynı şekilde ABD'nin askeri harcamaları da 800 milyar dolara doğru yükselmektedir.

Hindistan Çin'e kıyasla gerek kişi başına düşen GSMH itibari ile gerekse genel kalkınma alanında nispeten geride kalsa da yazılım sektörün dışında ilaç sanayinde de önemli gelişmeler göstermiş bir konumdadır. Hindistan 1,4 milyar genç nüfusu ile orta ve uzun vadede dünya ekonomisi ve dünya siyasetinde önemli bir aktör olmaya namzet olsa da kısa vadede Çin'e benzer bir performans göstermesi pek de mümkün gözükmemektedir.

Yapısal reform gerekliliği

Rusya ve Brezilya ise O'Neill'in öngördüğü gibi enerji ve gıda alanında önemli bir konumda olmalarına rağmen, doğal kaynaklardan elde ettikleri gelirleri teknolojik evrime dönüştürememiştir. Ayrıca iç politikada Çin'in benzeri yapısal reformları gerçekleştiremedikleri için, en azından ekonomik olarak kısa ve orta vadede dünya ekonomisinde önemli bir rol oynayacaklar gibi gözükmemektedirler. Tasvir edilen BRIC ülkelerinin içinde başat konumda olan Çin, elde ettiği bu ekonomik gücün farkında olarak 2049 yılında, komünist rejimin kuruluşunun 100. yıldönümünde kendine dünyanın süper gücü olmayı hedef koymuş durumdadır. Bu hedefe ulaşmak için geliştirdiği kalkınma planını gerek iç gerekse dış politikada sistemli bir şekilde uygulanmaktadır.

Tarihi tecrübenin gösterdiği

Batılı emperyal devletlerin dünya ekonomisinde yükselişleri ile ilk yaptıkları iş, üretimlerine ham madde sağlamak ve ürettiği ürünleri de başka pazarlara satmak için o ülkelerin konumuna göre, deniz veya kara yollarında kendilerinin kontrol ettikleri güzergahlar oluşturmaktı. Portekiz, Hollanda, İngiltere gibi ülkeler özellikle kendi ülkelerinden başlayarak hammadde temin ettikleri ve ürün sattıkları ülke ve bölgelerin limanlarını kontrol ederek sevkiyatları kontrol altında tutabiliyorlardı. Osmanlı ve Türkiye örneğinde de Almanlarla yapılan Bağdat demiryolu hattı bunun en somut örneklerinden birisiydi. Avrupa devletleri içinde ulus devlet olması sürecini 1871 gibi geç bir tarihte tamamlayan Almanya bir kara devleti olduğu için sanayisine hammadde teminini ve burada ürettiği ürünlerini satmak için Almanya'dan Hindistan'a gitmeyi hedefleyen ve Türkiye'de Bağdat Demiryolu olarak bilinen hattı inşa ederek bu emperyal amacını gerçekleştirmeye çalışmıştı. Kısacası tarihi tecrübe gösteriyor ki, geçmişte kara ve deniz yollarını ve bugün ise havacılık alt yapısı olmayan bir ülkenin emperyal manada güçlü bir devlet olması mümkün değildir.

Çin son yıllarda gösterdiği ekonomik yükselişini devam ettirebilmesi için hem kendine hammadde sağlamak hem de mallarını dünyaya satmak adına Asya'yı Avrupa'ya bağlayan "yeni" bir Tek Kuşak Tek Yol (Belt and Road) geliştirdi. Nitekim bu projesini 2013 yılından itibaren de sıkı bir şekilde uygulamaya başladı. Bugün Çin bu proje kapsamında yüzden fazla ülkede otoyol, tren, liman ve havalimanı projesi geliştirerek finanse etmektedir. Özellikle Asya ve Afrika ülkelerinde yürüttüğü bu projeler ile bu ülkelerdeki hammaddeye ulaşmak ve bu ülkelere ürünlerini satmak için sistemli bir çalışmayla ülkelerin kendisine olan bağımlılıklarını artırarak kontrol etmeye çalışmaktadır. Çin'in şimdiye kadar bu kapsamda harcadığı para 3,4 trilyon dolar civarındadır. Ayrıca Çin; Asya ve Afrika'nın dışında AB üyesi zayıf ülkeler ile de benzer projeler içindedir. Özellikle İtalya, Yunanistan, Macaristan ve Romanya bu AB ülkelerinden bazılarıdır. Dahası Çin projelerini finanse ederken Batılı devletlerin yaptığı gibi çevre ve insan hakları gibi kriterlerden ziyade tümü ile çıkar eksenli davranarak bu projelerin yapım işlerini de Çin şirketlerine yönlendirmektedir.

Stratejik satın alımlar

Çin "yeni İpek Yolu" projesinin dışında ABD'de ve AB ülkelerinde doğrudan stratejik alımlar ve yatırımlara da girmiştir. Örneğin ABD'de liman satın alma girişimlerinde bulunmuş, benzer şekilde Avrupa'da özellikle lojistik amaçlı havalimanları satın almıştır. Ayrıca teknolojik değeri olan şirketleri satın alıp bu şirketlerin teknolojilerini Çin'e aktarmıştır. Başta Almanya olmak üzere bazı gelişmiş ülkeler Çin'in bu stratejik satın almalarını engellemek için yasal düzenlemeye gitmiştir. Örneğin Almanya'da belli bir büyüklükte veya stratejik konumda bulunan bir şirketin hisselerinin yüzde 10'dan fazlasının satışı artık devletin onayına bağlanmıştır.

Çin'in bu agresif emperyal tutumu özellikle Tek Kuşak Tek Yol Projesi'nin uygulandığı günden itibaren ABD ve Almanya, Fransa gibi AB ülkelerinin gündemindedir. Bu ülkeler Çin'in bu tutumuna karşı ilk başta eleştirilerini dile getirmekle birlikte Çin ile ortak ticaretlerinden dolayı eleştirilerini daha alt perdeden dile getiriyorlardı. Fakat zaman içinde gerek ABD gerekse AB Çin'in bu agresif emperyal politikasına ilk baştaki eleştirisel tutumlarını somut politikalara dönüştürmüş ve neticede Çin'e karşı alternatif emperyal projeler geliştirmeye ve uygulamaya başlamışlardır. Sonuçta Georg W. Bush dönemine kadar dış politikadaki yönelimi Avrupa ve Ortadoğu'ya yönelik olan ABD, Rusya'nın Avrupa'ya kısa vadeli yakın tehdit olmaktan çıkmasından sonra ve Yakın Doğu'da Saddam ve o zamanki Taliban rejiminin devirmesinden sonra Barak Obama döneminde askeri yığınağını Avrupa ve Ortadoğu'dan Çin'i abluka altına alabilmek için Pasifik'e kaydırmıştır. Obama sonrası Trump Çin'i doğrudan hedef alan konuşmaların dışında ithalat vergilerini yükselterek Çin'in ABD'ye olan ithalatını minimize etmeye çalışarak, Çin'e de ABD'den ithalat yapması gerektiği yönünde Çin devleti ile anlaşmalar yapmıştır. Fakat Trump'ın "Önce Amerika" (America First) politikasından dolayı yer yer Avrupalı müttefiklerini dışlayan tavırlarından sonra Çin'e karşı toplu bir cephe oluşmamıştır.

Trump'ın Avrupa'yı dışlayan bu politikasının Çin'i ABD'nin en büyük rakibi olarak algılayan yeni ABD Başkanı Biden açısından doğru bulunmamıştır. Nitekim Biden Çin'e karşı bir cephe oluşturmak için tekrar hem AB hem de NATO içindeki geleneksel müttefikleri ile bir dayanışma içine girmiştir. Keza Biden'ın başkan olduğu günden itibaren verdiği tüm mesajlar bu yönde olmuştur. Biden ABD'nin geleneksel müttefikleri ile Çin'i dengelemeye çalışmak için 2021'in haziran ayında yapılan G7 zirvesinde Çin'in İpek Yolu projesine karşı Build Back Better World isimli yeni bir emperyal proje ortaya koymuştur. Bu projenin amacı Çin'in Tek Kuşak Tek Yol ile aynı şekilde emperyal amaçlara dayanmaktadır: Asya ve Afrika ülkelerinde ulaşım/lojistik projelerini finanse etmek ve bu projelerin öncelik olarak Batılı devletlerin şirketleri tarafından yapılmasını sağlamak. Proje'nin detayları henüz tam netleşmemiş olmakla birlikte diplomatlar bu yeni projenin 40 trilyon dolarlık bir bütçesi olacağını öngörmektedir.

Global Gateway

Fakat bu projenin gerçekleşmesi konusunda bazı engeller mevcuttur. Örneğin AB ülkeleri Biden'ın projesini resmi olarak desteklemekle birlikte Trump döneminde yaşadıkları tecrübelerden sonra ABD'ye karşı çekimser bir tavra bürünmüştür. Zira Biden sonrası Trump çizgisinde bir kişinin ABD Başkanı olmayacağının garantisi AB için yoktur. Bundan dolayı Trump dönemine kadar hem güvenliğini hem de diğer emperyal emellerini ABD ile ortak ittifaklar halinden yürüten AB Trump döneminden sonra gerek askeri gerekse diğer alanlarda artık ABD'den daha bağımsız hareket etmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda Almanya Şansölyesi Angela Merkel'in Trump'ın da bulunduğu ilk NATO toplantısından sonra "AB artık kendi kaderini kendi eline almalıdır" beyanında bulunmuştur. Aynı şekilde AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen'in benzer demeçleri AB'nin artık kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için daha bağımsız hareket etmeyi arzuladığının işaretlerinden sadece bazılarıdır. Bu anlamda son işaret AB komisyonun yeni açıkladığı AB tarafından gerçekleştirilmesi öngörülen Global Gateway isimli yeni ulaşım projesidir. Global Gateway ile AB'nin hedeflediği şey, Çin'in İpek Yolu Projesi ile yaptığının aynısını yapmaktır: Başka ülkelerde liman/havalimanı projeleri yapmak ve pazarlar elde etmek. Nitekim bu amaçla AB'nin ilk aşamada 350 milyar Euro bütçesi topladığı görülmekte ve bu bütçenin süreç içinde artırılacağı beyan edilmektedir.

Üç farklı projeden anlaşılan dünyada artık üç farklı blokun olduğudur: Çin, ABD ve AB. Her üç blok da kendi emperyal çıkarlarını gerçekleştirmek için üç farklı proje geliştirmiş bulunuyor. Bu üç blok arasındaki çekişmenin 21. yüzyıl yeni dünya düzeninin iskeletini oluşturacağı açıktır. Diğer taraftan bu çekişme İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan Soğuk Savaş döneminde benzer bir yapıyı muhtemelen oluşturmayacaktır. Zira globalleşmenin gelişmiş olduğu ve ekonomilerin iç içe geçtiği bir dönemde muhtemelen kendi içine kapalı blokların ortay çıkması çok da mümkün gözükmemektedir. Fakat çekişme daha çok ekonomi alanında ve tasvir edilen projelerin de işaret ettiği gibi ham madde sağlanması ve yeni pazarların "ele geçirilmesi" üzerine olacaktır.

Sıcak savaş çıkar mı?

Aynı şekilde bu çekişmelerden bir sıcak savaş çıkıp çıkmayacağı konusunda bir öngörüde bulunmak da zordur. Fakat Joe Biden'ın bir gazetecinin sorduğu "Çin Tayvan'a müdahale ederse ne yaparsınız?" soruya "Tayvan'ı koruruz" cevabı sıcak bir savaşın çok da ihtimal dışı olmadığını göstermektedir. Nitekim Harvard Üniversitesi siyaset bilimi profesörlerinden Graham Allioson Destined for War: Can America and China Escape Thucydides's Trap? (Kaçınılmaz Savaş: Amerika ve Çin Tukudides Tuzağından Kurtulabilirler mi?) adlı kitabında da belirttiği gibi dünyada belli bir süper güç varken, yeni bir süper gücün yükselmesi durumunda iki güç arasında savaş ihtimali tarihin bize öğrettiği üzere bir hayli yüksektir. Zira Allioson incelediği on altı örneğin on ikisinde savaş olmuştur. Umalım 21. yüzyılda özellikle de Çin ve ABD arasında bir savaş çıkmasın.

[email protected]