Yeni kurumları keşfetmek zorundayız 

Murat Güzel - Açık Görüş Kitaplığı
14.04.2019

‘Kişi ve Kutsal’da, Simone Weil, hem ‘kişi’ kavramına kapsamlı bir eleştiri getirir, hem de kurumlar ve hukuk ile birlikte kendi anlamını taşıyan ilkeyi soruşturur: “Yaşadığımız bu ‘çağdaş’ hayatın içinde ruhlarımızı adaletsizlik, yalan ve habaset ile bozguna uğratan hataları ortadan kaldırmak üzere yeni kurumları keşfetmek zorundayız.” 


Yeni kurumları keşfetmek zorundayız 

20.yüzyıl düşüncesinin belki de en sıra dışı isimler inden biridir Simone Weil. 1909’da Paris’te zengin bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Weil’in çocukluk dönemlerinden itibaren siyasi faaliyetlerle yakından ilgilendiği biliniyor. Altı yaşındayken Racine’in şiirlerini okuyabiliyordu, 12 yaşındayken ise eski Yunancayı söktü. Lise yıllarında Alain’in öğrencisi oldu ve 1931’de felsefe bölümünü bitirip çeşitli okullarda felsefe öğretmeni olarak görev yapmaya baladı. Rus devrimine gösterdiği ilgiyle sol eğilimli yayın organlarında yazılar yazdı, okul dışı etkinliklere katılıp grev sözcülüğü vb. yakın çevresinden tepki toplayacak faaliyetlerde bulundu. 

1933’te ailesini ikna ederek Rusya’daki Stalinist rejimden kaçan Troçki’nin evlerinde barınmasına olanak sağladı. 1934’te öğretmenlikten istifa ederek işçilerin hayat koşullarını daha yakından gözlemek için madenlerde çalışmaya başladı. Ardından Renault fabrikalarında çalışarak bu gözlemlerine devam etti. 1936’da İspanya İç Savaşı esnasında anarko-sendikalistelere katılarak onların kamp aşçısı oldu. Yaşadığı manevi dönüşümle Katolikliğe geçti. Kendi deyişiyle uzun yıllar yaşadığı fiziksel sıkıntılar, metafizik bir tecrübe yaşamasına ve Tanrı’nın varlığını anlamasına vesile olmuştu. İkinci Büyük Savaş esnasında Alman işgali altındaki Fransa’dan ailesiyle birlikte ayrıldı, Londra’daki Özgür Fransa Grubu’na katıldı, direnişçilerin seslerini duyurma noktasında çeşitli faaliyetlerde bulundu ve en önemli eserlerinden biri sayılan Köksüzleşme’yi yazarken kalp krizi geçirerek vefat etti. 

Weil, özellikle Batı’daki düşünme tarzlarına köklü eleştiriler yöneltmesiyle tanınır. Bir yorumcu onun eserlerinin tamamında, metafiziği ve teolojisindeki arzu bir içsel arınma arzusudur.1930’lar Avrupa’sında bir yanda faşizm ve komünizm ile temsil edilen totaliter rejimler, diğer yanda sözümona özgürlükçülüğü temsil eden, ama üstü örtük bir cehaletten başka bir anlama gelmeyen liberalizmler arasında sıkışıp kalan, ezilen insanlığı o durumdan kurtarmanın yollarını arayan fikri bir çabayı simgelediği söylenebilir Weil’in eserlerinin. 

Ahlak ve siyaset ilişkisi

Türkçeye Orkun Elmacıgil’in çevirdiği Kişi ve Kutsal’da, Simone Weil, hem “kişi” kavramına kapsamlı bir eleştiri getirir, hem de kurumlar, hukuk ve demokratik özgürlüklerle birlikte ve onların ötesinde kendi anlamını, işlevini ve yararını taşıyan ilkeyi soruşturur: “... yaşadığımız bu ‘çağdaş’ hayatın içinde ruhlarımızı adaletsizlik, yalan ve habaset ile bozguna uğratan hataları ortadan kaldırmak üzere yeni kurumları keşfetmek zorundayız.” 1930’lu yılların Avrupa’sındaki habis siyasi gidişatı gören Weil’ın bu teknolojik ve bürokratik mekanikliğe yazdığı eleştiriyi günümüz dünyasında da hâlâ dikkat çekici ve önemli. 

Kişi ve Kutsal, Giorgio Agamben’in deyişiyle “hukuk ve kişi kavramlarının ve insan hakları teorisinde bu iki kavramın birbiriyle ilişkisinin yetersizliğinin” altını çizer. Yine de Agamben’e göre bu kavramları dönüştürmek üzere yazdığı diğer metinlerde kullandığı başka bazı kavramlar, hukuki düzenin içine düşerler. Yine de Agamben için Simone Weil’in düşüncelerinin en ilginç yanı ahlak ve siyaset ilişkisini hâlâ sorgulanabilir kılan bir tecrübi düzeye erişmesidir. 

Ahlak Tanrı’dan mı doğadan mı? 

Platon’un Sokrates ile Euthyphron arasında kurguladığı ünlü diyaloğun en kritik sorusu şu dilemmadır: Bir eylem, ahlaki bir değer taşıdığı için mi Tanrı tarafından emredilmiştir, yoksa Tanrı tarafından emredildiği için mi ahlaki bir değer taşır? Sorunun ilk kısmı doğal yasaya dayalı doğal bir ahlaki yüceliğe imkan tanıyıp ona öncelik tanırken ikinci kısmı ahlakta ilk ve başat rolü ilahi emirlere atfeder. Ortaçağ’da İbrahimi dinlerin etkisi altında bu sorunun önemli bir dönüşüm yaşadığını belirten Mustafa Çakmak onun, modern dönemdeki ahlâk felsefesi tartışmalarının da önemli bir parçası olduğuna dikkat çekiyor. Çakmak, bu tartışmalar bağlamında ahlakın Tanrı ile ilişkisini ve insan doğasında nasıl yerleşik hale gelebildiği sorularını tartışıyor. 

Ahlâk, Tanrı ve Yasa, Mustafa Çakmak, İz, 2019 

Sosyolojinin öncüsü: Montesquieu

Sosyolojinin kurucu babalarından addedilen Emilie Durkheim, 1893’te Latince bir tez olarak hazırlanıp yayınlanan eserinde siyaset ve hukuk kuramcısı olarak “kuvvetler ayrılığı” ilkesiyle tanıdığımız Montesquieu’yü modern sosyolojinin de bir öncüsü-habercisi olarak tanıtıyor. Durkheim’a göre Montesquieu sosyal olgular ile diğer bilimlerin incelediği olgular arasındaki ayrımı fark edenlerin ilkidir. Emile Durkheim, onun henüz 18. yüzyılda belki de sezgisel olarak ulaştığı bu sonuç, sosyal bilimler açısından kuvvetler ayrılığı tezi kadar müstesna kabul edilmesini savlıyor. Kendi sosyolojisi bakımından Montesquieu’nun tuttuğu yeri belirlemeye gayret eden Durkheim’ın eseri, sosyal bilimlerin gelişim tarihine dair yorumu bakımından da ilgi çekici. 

Montesquieu ve Sosyal Bilimin Gelişimi, E. Durkheim, Pinhan, 2019 

@uzakkoku