Yeni müçtehid-önder modeli nasıl olmalı?

Mehmet Akif Çeç / Yazar
11.12.2020

Bugünün müçtehidinin, usûl-i fıkıhtan da önce sahip olması gereken şey; modern illetlerden arınmış, bütüncül/tevhidî sahih İslami paradigmal bir zihne/akla sahip olmasıdır. Bu sahih akla ulaşılmadan sahih içtihad ortaya konulamaz.


Yeni müçtehid-önder modeli nasıl olmalı?

Tarihin herhangi bir döneminde, müçtehitsiz kalınması durumunda, İslam ümmeti, ortaya çıkan yeni sorunlarına nasıl çözüm üretecek ya da bu yeni sorunları çözme konusunda nasıl bir çözüm yolu bulacak? Bundan on asır önce bu soruyu soran İmam Cüveyni, Ğiyâsî adıyla şöhret bulan önemli eserinde, ortaya koyduğu çeşitli olasılıklar/senaryolar (faraziyeler) üzerinden ümmetin gelecekte karşılaşması muhtemel bazı sorunları/krizleri aşma noktasında nasıl bir yol izlemesi gerektiğine dair metodolojik çözümler ortaya koyar. Müçtehitlerin, fakihlerin/müftülerin, hatta mezhep nakilcilerinin bile kalmadığı farklı durum ve olasılıkları ayrı ayrı ele aldığı bu senaryoda, İslam ümmetinin, karşılarına çıkan/çıkacak olan meseleleri nasıl çözmeleri gerektiği hususunda, onlara yol gösterecek temel prensipleri ve yöntemleri önlerine koyarken gayesi entelektüel fantazyalar üretmek değil, İslam ümmetine bir gelecek projeksiyonu tutmaktır. Senaryosunun, şeriat usulünün tamamen ortadan kalktığı varsayımına ilişkin en dramatik bölümünü bir kenara koyarsak; diğer durumlara dair Cüveyni’nin ortaya koyduğu sahih çözüm yöntemlerinin, ancak bir gelenek aurasının paradigmal bütünlük ve sürekliliği içinde ele alındığında tutarlı bir anlam kazandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Zira, aynı aura ve paradigma alanı içinde farklı zamanlar ve durumlarda ortaya çıkan/çıkacak olan sorunların cinsi ve nev’i arasında ciddi mahiyet farkları söz konusu olmayacağından, müçtehidin olmadığı zamanlarda dahi herhangi bir mezhep nakilcisi, yeni çıkan sorunlara, kendisine kadar tevatüren tevarüs eden geleneğin epistemolojik ve paradigmal bütünlük ve sürekliliği içinde, en uygun şer’î usüllerle asgari ihtiyacı karşılayacak tutarlı ve sahih çözümleri/cevapları üretmenin bir yolunu bulacaktır.

Senaryonun bir sonraki aşaması olan mezhep nakilcisinin dahi olmadığı bir durumda da Cüveyni’nin, ümmetin, elindeki Kur’an ve sünnet gibi iki temel/aslî referanstan hareketle, kıyas ve maslahat gibi çeşitli usulleri/yöntemleri de kullanarak karşılarına çıkacak tüm sorunlara, yine en uygun çözümleri üretebileceğine olan inancı tamdır. Senaryonun bu zor kısmında bile, Cüveyni’yi bu denli rahat ve serinkanlı kılan şeyin ne olduğunu, bize göre, bir gelenek aurası içinde yaşıyor ve düşünüyor olmanın verdiği özgüvende aramak gerektir.

Bugünün sorunu

Esasen bugünün sorunu, İmam Cüveyni’nin senaryosunda ele aldığı sorunlardan mahiyet bakımından tamamen farklıdır. Dolayısıyla bugün, içinde bulunduğumuz durum, Cüveyni’nin aşama aşama ortaya koymaya çalıştığı gelecek projeksiyonlarını da aşan ve devre dışı bırakan daha vahim bir durumdur. Bugünün sorusu şu olmalıdır: Peki ya, Hz. Peygamberden beri tevatüren tevarüsle gelen ve Cüveyni’ye kendini özgüvende hissettiren bu “gelenek”, harici bir müdahale ile inkıtaya uğratılmış ve ümmete her zaman güvenli bir yol haritası sunan bu büyük paradigma, harici/yabancı bir paradigma ile yer değiştirmişse ve ümmete yol gösterme/çözüm üretme pozisyonunda olan kişiler başka bir paradigmaya intisap etmişlerse ne olacak? Ya da şöyle sorulabilir: Cüveyni’nin metodolojik çözümle halletmeye çalıştığı meselelerden tamamen farklı olarak, metodoloji ile çözümü mümkün ve yeterli olmayan, köklü bir epistemolojik/zihinsel/paradigmal değişim ve ona bağlı nev-zuhur meseleler ortaya çıkmışsa yani öncü pozisyonunda olan zevat, ümmetin içine düştüğü bu olağandışı durumu tarihsel-olağan bir sürecin sonuçları olarak kabullenip, bu harici şartların ürettiği meseleleri veri kabul edip, dini anlayışı bu yeni-harici meselelere uygun hale getirmeyi içtihat olarak telakki eder hale gelmişse; içine düşülen bu derin sarmaldan nasıl çıkılabilecek ve Müslümanlar yeniden nasıl kendi medeniyetleriyle tarih sahnesinin temel aktörü haline gelebilecektir?

Yeni model ihtiyacı

Bugünkü durumda “asıl mesele” köklü bir paradigma ve zihniyet değişimi olduğundan, “asıl çözüm” de doğal olarak sahih paradigmanın yeniden inşası olacaktır, ki bu paradigma İslam geleneğidir. Zira fâsid ve batıl bir paradigma (modernite) ile sahih çözümler ortaya koyabilme imkanı yoktur. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemi tasvir ettiğimiz bu tablo karşısında yapılması gereken; bu olağandışı, harici durumun yani verili paradigmanın nasıl aşılabileceği ve İslam geleneğine yeniden nasıl eklemlenileceği konusunda üst düzey çözümler üretecek bir entelektüel cehd ortaya koymak olmalıdır. O halde, verili paradigmanın bir parçası durumunda olan halihazırdaki “çözüm üretenler” ile “asıl çözüm”ün üretilebilme imkanının olamayacağı da ortadadır. Bu durumda “asıl çözüm”ü üretecek yeni bir “alim/entellektüel /mütefekkir/müçtehid-önder” modeline ihtiyaç olduğu gayet açıktır.

Mevcut intelijansiya ile bu işin niçin olamayacağının ortaya konulması, bu iddianın haklılığını savunabilmenin de bir ön şartıdır. Yaklaşık iki asırdır İslam aleminde Müslümanlar adına bilgi, düşünce ve çözüm üretme iddiasıyla ortaya çıkan intelijansiyayı iki ana kategoride ele almak gerekirse; birinci grubu, dinî ve amelî/yaşamsal bilgiyi modern akademik sistem içinde üreten/ürettiğini düşünen ve bu bilgi alanını tekeline alarak, kendi kurumsal hinterlandı dışında üretilen bilgiyi illegal/gayr-ı meşru sayan “ilahiyat akademyası”; ikinci grubu ise, yazarlar, düşünce adamları, edebiyatçılar ve ilahiyat dışındaki akademisyenleri içine alacak şekilde “aydınlar” başlığı altında toplamak mümkün olabilir. Esasen, ilahiyatçılar da aynı zamanda aydınlar zümresinin/intelijansiyanın bir parçası olmakla birlikte, ilahiyat camiasının müstakil bir epistemik cemaat olarak yapılanması ve özellikle içtihad ve dini bilgi üretimi noktasında diğerlerine göre daha ön planda olması sebebiyle her iki grubu ayrı birer alt başlık halinde incelemenin metodolojik olarak daha elverişli olacağı kanaatindeyiz. Öte yandan, dini bilgiyi yalnızca klasik usulü taklit ve tekrardan ibaret gören; moderniteyi anlamaya, aşmaya ve İslami bir paradigmanın inşasına yönelik yeterli epistemolojik ve entelektüel donanımdan uzak olmaları sebebiyle yeni bilgi ve içtihad üretebilme vasfını yeterince haiz olmayan akademya dışındaki lokal-geleneksel ilim çevrelerini, düşünce hayatımız üzerindeki cüz’i ve sınırlı etkileri dolayısıyla, eleştiri ve değerlendirmelerin dışında tutuyoruz.

İlahiyattan çıkar mı?

Modern bilimsel sistemin ve modern akademik düzenin bir parçası olan “teoloji akademyası”nın bizdeki muadili olarak teşekkül ettirilen “ilahiyat akademyası”nın; kurumsal/disipliner yapısı, epistemolojisi, metodolojisi ve mantalitesi bakımından modern paradigma içinde “bilimsel” faaliyetler yürüten bir kurum olarak, sahih İslami bir paradigmanın/İslam geleneğinin yeniden inşası noktasında Müslümanların önünü açacak bilgi ve içtihatları üretebilecek öncü ve önder müçtehid-mütefekkirleri yetiştirmeye elverişli bir sisteme sahip olduğunu söyleyebilmek oldukça zordur. Modern Newton paradigmasının egemen olduğu bir zihinsel/bilimsel/akademik sistem içinde faaliyet gösteren teolojiyi, pozitif bir bilim olarak nitelendiren Heidegger’e bu noktada hak vermemek mümkün değildir. Modern akademik sistemin bir parçası olan ilahiyat/teoloji, aynı zamanda akademya bünyesindeki tüm dini ilimleri içine alan bir üst başlık ve kurumsal bir kimlik olarak kullanılmakta, dolayısıyla dini ilimlerin tüm dallarında çalışan herkes ilahiyatçı olarak vasıflandırılmaktadır. Teolojinin tıpkı matematik, fizik ya da modern sosyal bilimler gibi bir pozitif bilim olarak konumlandırılması, onun, dine ve dini metinlere, bilimselliğin gereklerine uygun biçimde, içerden değil dışarıdan bakılması gereken bir nesne (obje), bir çalışma alanı (study) ya da bir araştırma konusu/olgusu olarak yaklaşmasını zorunlu hale getirmektedir. Bu durumda, bilimselliğin gereği kendini bir pozitif bilim adamı olarak görmek durumunda olan ilahiyatçının din ile olan ilişkisi, laboratuardaki pozitif bilim adamının incelediği nesne ile olan ilişkisi gibi özne-nesne ilişkisi ekseninde tezahür etmekte; kendini laboratuardaki bilim adamı/özne (res cogitans) olarak konumlandıran ilahiyatçı, dinin asli kaynağı olan Kur’an’ı da bir laboratuar nesnesi/”text” (res extensa) gibi ele almakta; dolayısıyla Kur’an’ı anlama konusunda başta peygamber sünneti olmak üzere bin 400 yıllık birikimi ve geleneği devre dışı bırakarak, “özne”ye özgü rasyonalite ile Kur’an üzerinde kendi başına, doğrudan arkeolojik kazılar (esasen ameliyatlar) yaparak, adeta Hz. peygamber dahil 14 asırdır hiç kimselerin bir türlü bulamadığı, ilk defa yepyeni (esasen dinin ruhuyla uyuşmayan tamamen nev-zuhur, türedi) nesnel bilgiler ve ona dayalı yeni önermeler ve yorumlar keşfetmekte (keşfettiğini zannetmekte) ve bir Arşimed edasıyla “buldum” diye sokağa (günümüzde medyaya) fırlamaktadır. İlahiyat akademyası içinde yer alan ve modern ilahiyat zihniyetini temsil eden modernist akımların dine yaklaşımının bu resme uygun/yakın biçimde tezahür ettiğini ifade etmek yanlış bir tespit olmayacaktır.

Uzman değil alim

İlahiyat akademyasının, modern akademik düzene entegre biçimde birçok disipline ve alt disiplinlere ayrılması, uzmanlaşmanın bu disiplinlerin kendi içinde de oldukça atomize edilmiş spesifik alanlara bölünmüş olması ve bu disiplinler arası sınırların hayli keskin olması sebebiyle, bir an için burada tedris edilen tüm bilgilerin/bilimlerin sahih olduğunu varsaysak bile, bu şartlar altında akademyadan ilim adamı/alim yetişmeyeceği açıktır, ancak profesyonel meslek uzmanı yetişebilmektedir. Hem branşı dışındaki diğer ilahiyat bilimlerinden hem de diğer bilimlerden kopuk, sadece bir tek disiplinin içinde, seçtiği bir ya da birkaç spesifik konuda uzmanlaşmış olan ilahiyatçının; bu bölünmüş, parçalı, dar ve kopuk zihin ve bilgi anlayışı ile hayata, varlığa, aleme dair bütüncül yeni tasavvurlar, içtihatlar ortaya koyabilmesi; daracık bir uzmanlık alanı çerçevesinden her biri çok boyutlu, birbiriyle bağlantılı ve derinlikli meselelere total, sistemsel çözümler üretebilmesi imkanı olamayacaktır. Merkezî/üst bir paradigmadan yoksun bu bilgi anlayışı ile bir ilahiyat uzmanının, parçalar arasındaki koordinasyon ve korelasyonu sağlayarak bütünü okuyabilmesi, mikrokozmozdan makrokozmoza kadar varlığa ve aleme bir bütünlük içinde bakabilmesi, dolayısıyla bilgide tevhide ulaşabilmesi söz konusu olamayacaktır. Sonuç itibarıyla, verili zihin ve epistemolojiyle sahih yaklaşımlar ve çözümler ortaya konulma olasılığı da yoktur. İlahiyatçının (ya da herhangi bir bilim adamının) bağlı olduğu uzmanlık alanı dışında başka bir ilahiyat alanına dair ortaya koyduğu görüşlerin bile diğer alanlardaki uzmanlar tarafından sınır ihlali ya da illegal bilgi- yorum olarak değerlendirildiği bir bilimsel zeminde, iddia edildiği ve zannedildiği gibi, yeni moda “disiplinler arası koordinasyon” ya da “multi-disipliner yaklaşım” söylemlerinin de bütüncül bir bakış ortaya koyabilmesi olası gözükmemektedir. Disiplinler arası koordinasyon, netice itibarıyla parçaların bütün içindeki yerini tayin eden tevhidi bir yaklaşım değil, en iyimser haliyle disiplinler arası bilgi alışverişinden öte gidemeyecek bir formülasyondur; zira modern paradigma içinde bundan ötesi olası değildir. Ayrıca bu koordinasyon ve multi-disiplin, sadece birbiriyle doğrudan ilintili sınırlı sayıda disiplini ya da bilim dalını kapsayabilecek, neticede yine bilgide bütüncül bakış yakalanmamış olacaktır. Birçok parçalı zihnin ya da disiplinin aynı masa etrafında bir araya gelmesi ile bütüncül bir zihne ve yaklaşıma ulaşılmış olunmamaktadır; bütüncül bakış bir meta-paradigmanın/geleneğin zaviyesinden merkezî bakışla sağlanabilir ancak.

Modernist çizgi

İlahiyat akademyasının modern akademya ve paradigmanın bir parçası olarak tezahür etmesi, doğal olarak burada modernist bir çizginin hakim yaklaşım olarak tebarüz etmesine sebebiyet vermiştir. Akademya içinde kendini modernist olarak tanımlayanların da, gelenekçi olarak tanımlayanların da, en temel ayrışma noktaları olarak görülen modernite, aynı zamanda en temel ortak noktalarını oluşturmaktadır. Zira; her iki grubun da moderniteye yaklaşımı sentezci ve eklektik çizgide olup, aralarındaki ayrışmanın, bu sentezci ve eklektik yaklaşımdaki ton ve dozaj farkından öte geçebildiğini söyleyebilmek oldukça zor görünmektedir. Bu noktada, istisnaları tenzih ederek, ilahiyat camiasını kendi içinde şu şekilde iki ana gruba ayırabilmek mümkün; biri modernistler, diğeri de modernist olmadığını zanneden modernistler. “İlahiyatçıların din söylemi”ndeki yanlışları düzeltme iddiasıyla yola çıkan ilahiyatçının bile, doğru dini söylem olarak modernist yaklaşımları önermesi yani düzeltme adına daha da bozması, ilahiyat akademyasının modernite ile ilişki noktasında içinde bulunduğu zihinsel durumu göstermesi bakımından bir ibret vesikası gibidir. Moderniteden ve onun ürettiği sosyolojiden bağımsız bilgi ve düşünce üretmeyi hayattan ve gerçeklerden kopmak olarak anlayan ve verili durumu tarihsel bir zorunluluk olarak okuyan bu zihnin, özgün bir İslam medeniyet tasavvurunun yeniden inşasına öncülük etmesi düşünülemez bile. Gerçek hayat denilen bugünkü hayatın, gerçekte, dinin olmasını istediği bir hayat olup olmadığını sorgulamaksızın, apolojetik bir şartlanmışlıkla, bize ait olmayan bir “gerçek hayat”ın, dini bilgi ve söylemin inşasında temel veri olarak ele alınması kafa karışıklığını göstermesi bakımından dikkate değerdir. Yani din, gerçek hayata uyarlanmaya çalışılırken, aslında, hayat denilen gerçek, değişmez gerçekten/hakikatten koparılmaktadır.

İlahiyat akademyasına yönelik bu eleştiriler, modern akademyanın verili koşulları altında yetişen ve onun dışına çıkamayan standart ilahiyatçı/teolog tipolojisini kapsamaktadır; kişisel, özel çabalarıyla modern bilimsel zihniyetin ve modern akademyanın kalıplarını aşmayı ve sahih bir zihne ulaşabilmeyi başarabilen az sayıdaki ilahiyat mensubu bu eleştirilerden elbette varestedir; ayrıca eleştirilerimiz kişilerden ziyade verili sisteme/paradigmaya ve zihniyete yöneliktir.

Aydınlar öncülük yapabilir mi?

Müslüman intelijansiyayı oluşturan ikinci grup olarak aydınların da, içinde bulundukları ontolojik ve paradigmal durum itibarıyla öncülük ve önderlik vasfını haiz olamayacakları aşikardır. Aydın kavramı her ne kadar entelektüel kavramının Türkçedeki karşılığı olarak kullanılıyor olsa da, biz “aydın” ve “entelektüel” kavramlarını ayrıştırıyor, aydını olumsuz, entelektüeli ise gelenekselci ekolden ve Üstad el-Attas’tan ilhamla olumlu anlamda ele alıyoruz. Kısaca, sayısal, nicel, araçsal, modern-seküler bir düşünme biçimi olan rasyonalizm’den farklı olarak, irfani bir düşünme biçimini ifade eden ”intellect” sözcüğünden türeyen “entelektüel” kavramını, geleneğimizdeki hakîm/bilge, arif ve mütefekkir sözcüklerinin karşılığı ve toplamına yakın bir anlamda kullanmaktayız. Entelektüelin, ilimle birlikte hikmeti, irfanı, tefekkürü, basireti, firaseti, sezgisi, kalp gözü vardır. Adı üstünde “aydınlanma” zihniyetinin ürünü olan aydın ise, Müslüman bile olsa; modern, rasyonel, okur-yazar “birey”e tekabül etmektedir ve aradığımız müçtehid-önderin vasıflarını taşımaktan oldukça uzaktır.

Müçtehid modeli nasıl olmalı?

O halde bugün, yeni bir müçtehid-önder modeline ihtiyaç olduğu gayet açıktır. Bugünün müçtehidinin, usûl-i fıkıh’tan da önce sahip olması gereken şey; modern illetlerden arınmış, bütüncül/tevhidî sahih İslami paradigmal bir zihne/akla sahip olmasıdır. Bu sahih akla ulaşılmadan sahih içtihad ortaya konulamaz. Bugünün içtihadı, zannedildiği gibi modernitenin ürettiği parça bölük meselelere pragmatik argümanlarla din içinde yer ve meşruiyet bulmaya yönelik apolojist bir teknisyenlik değil; ilimden sanata, epistemolojiden ontolojiye, inkıtaya uğratılmış bir paradigmanın/geleneğin yeniden inşasını ve meseleleri o paradigma içinden bütüncül çözüme kavuşturmayı esas alan “asıl mesele” üzerinde cehd etmeyi gerektiren üst düzey entelektüel bir faaliyettir. Dolayısıyla bu müçtehid-önder model şahsiyetin, bu ilimlerle mücehhez olmanın yanı sıra iki asırdır zihinsel olarak bize meydan okuyan modern/postmodern Batı paradigmasına da üst düzeyde hakim olması zorunludur. Gazali’nin, el-Munkız’da anlattığı gibi; meşşaî filozofları eleştirmezden önce yoğun ve derin bir felsefe çalışması yapması ve en üst düzey vukufiyete ulaştıktan sonra eleştirilerini ortaya koyması buna iyi bir örnek olarak değerlendirilebilir. Bu müçtehid-önder şahsiyet; alim, entelektüel ve mütefekkir vasıflarını bir arada taşımak zorundadır. Geleneksel sınırları aşarak fıkhın ve içtihadın alanını genişleten modernist bir açılım gibi görünebilecek bu yaklaşımımız, aksine, modern dönemde bir disiplinin/ihtisas alanın içine hapsedilerek ve bir hukuk metodolojisine indirgenerek iyice daraltılmış, sınırlandırılmış olan fıkhın/usûl-i fıkhın ve onun bir enstrümanı olan içtihadın kapsam alanının kendi asli misyonuna döndürülmesi teklifini içermektedir ve esasen Ebu Hanife’nin fıkıh ve dolayısıyla içtihad/müçtehid tanımından farklı bir yaklaşım da değildir. İçtihad teknik bir meseleden ibaret olmadığı gibi; müçtehid de bir uzman ya da ilahiyat teknisyeni değildir. Bugün yapılacak olan içtihad; disipliner, lokal, tikel, parçalı, teknik, uzmansal yaklaşımı aşan; bütüncül, sistemsel, paradigmal, tevhidî bir bakış gerektiren çok yönlü, çok boyutlu bir olaydır. Bir paradigmadan/merkez fikrinden yoksun, postmodern dönemin rölativizm, sübjektivizm, perspektivizm gibi moda kavramlarının etkisi altındaki muallel zihinlerin ortaya koydukları “yorum/yorumsama/hermenötik” gibi söylem ve yöntemlerin içtihadla da, içtihad/tefsir metodolojisi ile de alakası yoktur. Çeşitli meselelere dair modernist fikir ve iddialar adeta içtihad muamelesine tabi tutularak, dini yorum zenginliğinin, dini çoğulculuğun bir yansıması olarak takdim edilmekte, içtihad, indî, öznel “yorum” keyfiliğine indirgenmektedir. O halde, gelenek çizgisinden ve paradigmal çerçeveden bağımsız (çizgi dışı-marjinal) ve bağlamsız (nev-zuhur) üretilen iddialar içtihad olarak değil, olsa olsa kişisel şaz görüş olarak değerlendirilebilir ancak.

Yeni müçtehid modeli nasıl yetişecek?

Peki modern şartlar, modern paradigma ve aura içerisinde böyle bir müçtehid modeli nasıl ortaya çıkabilecek ya da “verili akıl” kendi sınırlarını aşıp böyle bir ihtiyacın gerekliliğini hangi öncüllerle tespit edebilecek ve böylece ilk adım nasıl atılmış olacak? Bu gerçekten zor ve sancılı bir durumdur. İki asırdır modern paradigmanın esareti altındaki intelijansiyamızın düçar olduğu rasyonel aklın, kendini yanlışlayacak öncüller üreterek bir sonuca ulaşması normal şartlarda imkan dışı görünmektedir. Fakat kabul etmek gerekir ki; İslam’ın inşaî yapısının, tarihin her döneminde sahih zihinler inşa edecek potansiyeli vardır. Bugün de, İslam ümmeti içinde, modern paradigmanın yanlışlığı ve aşılmasının ve sahih bir İslami paradigmanın yeniden inşasının gerekliliği noktasında uyanmış ve etrafındakileri de uyandırmaya çalışan, sayıları parmakla gösterilecek kadar az da olsa küçük bir entelektüel grup var ki, onlar bu işin ilk nüvesini oluşturacak ve bu müçtehid modelin yetiştirilmesinin temellerini atacaktır.

Bilginin bu denli genişlediği, her bir uzmanın kendi alanına bile vukufiyet sağlamakta zorlandığı bu enformasyon çağında, bu kadar geniş bilgi ve donanıma sahip şahsiyetlerin/müçtehidlerin yetiştirilebilmesinin fiziksel/nicel şartlar bakımından imkan dışı olduğu şeklinde itirazların gelmesi, verili modern zihniyet ve paradigma dünyası içinden bakıldığında gayet doğal sayılabilir ve esasen başka türlü düşünülebilme ihtimali de yoktur onlar için. Oysa biz başka bir düşünce sistemi ve paradigma içinden bakmaktan söz ediyoruz ve bahsettiğimiz müçtehid modeli de zannedileceği gibi bir “uzmanlıklar toplamı” değil elbette; zira onu yapmak için bir yazılım programı bile yeterli olacaktır. Böyle bir modelin nasıl yetiştirilebileceğinin basit bir misali olması bakımından, iki eğitim yaklaşımını küçük bir mukayeseye tabi tutmak bile bize yeterince ipuçları verecektir; bugünkü örgün eğitim sisteminde heba edilen 12 yıl ve sonraki lisans döneminde harcanan 4-6 yıllık en verimli çağların ilim/fikir adamı yetiştirecek sürece eklendiği ve o sürecin de yoğun bir tahsil/ta’lim ile geçirildiği ve sonrasında da bir ömür öyle devam ettiği bir eğitim modelini düşünün; bir de, lisans üstü dönemle birlikte bilim adamı olmaya karar veren ve belki hayatında ilk defa o dönemde okumak için eline ciddi bir kitap alan yani zamansal olarak 16-18 yıl geriden başlayan ve çok daha az yoğunluklu bir eğitim sürecinden geçen bugünkü uzmanın yetiştiği sistemi düşünün, aradaki farkın kıyasını da buyrun siz yapın?

[email protected]