Bugünün gençleri evlilikten kaçmıyor; daha çok anlamını yitirmiş, duygusal ve ekonomik olarak sürdürülemez hale gelmiş ilişkilerden uzak duruyor. Çünkü artık evlilik, sadece sevgiyle değil; sosyal onay, ekonomik istikrar ve duygusal olgunlukla da sınanıyor.
Mehmet Kırtorun/ Yazar
Yalnızlık, çağın en yaygın ama en görünmeyen gerçeği. Kimisi bunu tercih ediyor, kimisi buna itiliyor; ama ortak zemin aynı: Güvensizlik, kırılganlık ve bağ kuramama. Çünkü bağ kurmak sorumluluk, sorumluluk ise fedakârlık gerektiriyor. Ve fedakârlık artık pek az kişinin ajandasında yer buluyor.
Zamanla birlikte insan ilişkileri de dönüştü. Bağ kurmak yerine bağlantı kurmak yaygınlaştı; ilişkiler yüzeyselleşti, arkadaşlıklar geçici hale geldi. Evlilik ise pek çok genç için artık bir yuva değil, kişisel alanı tehdit eden bir yapı gibi algılanıyor.
Aile, sadakat, evlilik gibi kavramlar bireysel özgürlükle çelişen eski kalıplar gibi görülürken, onların yerini geçici heyecanlar, sonsuz seçenekler ve dijital tatminler alıyor. Bu yazı, gençlerin evliliğe mesafeli duruşunu sadece "isteksizlik" olarak değil; kültürel dönüşüm, ekonomik baskılar, dijitalleşme ve duygusal yorgunluk gibi katmanlı dinamiklerle birlikte ele alacak.
Görüntüde aşk, gerçekte yorgunluk
Günümüz ilişkileri duygulara değil, görüntülere dayanıyor. Sosyal medya sayesinde aşk, hissetmekten çok sergilemek, paylaşmaktan çok "beğeni" toplamak üzerine kurulu. Kusursuz düğün kareleri, lüks tatiller, gülümseyen çiftler... Her şey mükemmel görünse de, bu sahneler çoğu zaman yaşanması istenen bir senaryoya ait.
Bağ kurmak yerini performansa bıraktı. Sevgi, içten bir duygu değil; iyi ışık alan bir kareye dönüştü. Tüketim kültürü bireye sürekli "daha iyisini hak ediyorsun" diyerek tatminsizlik aşılıyor. Artık iç huzur değil, sergilenebilirlik değerli. Bu da ilişkileri derinlikten uzaklaştırıyor.
"Neden onun sevgilisi daha ilgili?", "Neden onların düğünü böyleydi?" gibi sorular, ilişkilerin sinsi yıkıcısı olan kıyasın ifadesi. Kıyas önce şükrü, sonra sadakati siler. Artık insanlar partner değil, rakip oluyor. Aşk bir bağ değil; beğeniyle ölçülen bir performans halini alıyor.
Gerçek bağ kurmak neredeyse devrimsel bir eyleme dönüşüyor. Çünkü çağ, derinliği değil etkileyiciliği ödüllendiriyor. Oysa gerçek bir ilişki, gösterilmek için değil; birlikte yaşanmak için kurulmalı. Ve bu ancak sabır, emek ve samimiyetle mümkün.
Birçok genç için evlilik korkusunun kaynağı çocuklukta saklı. Sürekli tartışan ebeveynler, ilgisiz roller, sevgisiz ev ortamları... Aile artık güvenli bir liman değil, çoğu zaman kaçınılması gereken bir alan. "Çevremde örnek alabileceğim bir evlilik yok," diyen gençlerin sesi, bu güvensizliğin yansıması. İyi örnekler azaldıkça, kötü örnekler genelleştiriliyor.
Bizim toplumumuzda evlilik sadece iki kişiyi değil, iki aileyi de birleştiriyor. Bu kültürel yapı bazen destek, bazen de sınır ihlali yaratıyor. Gelin-kaynana çatışmaları, kıskanç kardeşler ya da gösterişli törenler, evliliği duygusal bir bağdan çok sosyal bir "sınav"a çeviriyor.
Tüketim kültüründe aşkın erozyonu
Artık ilişkiler de tıpkı bir ürün gibi hızla tüketiliyor. "Olmadıysa yenisi gelir" mantığı, sadakati ve sabrı değersizleştiriyor. Oysa gerçek bağlar zaman ve emek ister. Ama bu çağ hız istiyor — ve yüzeyde kalmayı tercih ediyor.
Sonuç olarak, gençler ne kendi ailelerine güvenebiliyor, ne de başkalarınınkine. Evlilik, özgürlük kaybı değil; insani bir bağ olmalıydı. Ancak günümüzde bu bağ, baskı gibi algılanıyor.
Evlilik artık yalnızca duygusal değil, doğrudan ekonomik bir yük anlamına geliyor. Beyaz eşyadan düğün masraflarına, ev kiralarından takıya kadar uzanan harcamalarla, ortalama bir evlilik 1 milyon TL'ye yaklaşan bir maliyetle karşımıza çıkıyor. Gençlerin "Neden evlenmiyoruz?" sorusuna verdikleri en net yanıt da bu: Çünkü maddi gücümüz yetmiyor.
Ekonomi sadece cebimizi değil, hayata bakışımızı da şekillendiriyor. Bugün evlilik kararı çoğu zaman aşkla değil, maddi hesaplarla alınıyor. "Alman usulü" gibi espriler, artık sadece mizah değil; ilişkilerde adalet ve yük paylaşımı arayışının da yansıması.
Erkekler için evlilik çoğu zaman maddi sorumluluk ve özgürlük kaybı anlamına gelirken, kadınlar açısından hâlâ bir güvence, sosyal statü ve çocuk sahibi olma zemini olarak görülüyor. Bu dengesizlik, tarafların birbirine duyduğu güveni zedeliyor. Ortada bir birliktelikten çok, geçici bir anlaşma hissi oluşuyor.
Üstelik ekonomik krizler, artan işsizlik ve kariyer belirsizliği, evliliği iyice riskli bir karar haline getiriyor. Gençlerin şu sorusu oldukça gerçekçi: "Yıllarca borca girip birkaç yıl içinde boşanma ihtimaliyle mi yaşayacağım?" Bu tablo, evliliği romantik bir hayalden çok lüks bir tüketim ürününe dönüştürüyor — ulaşılamaz, pahalı ve kırılgan.
Dönüşen roller, kırılan bağlar
Kadın ve erkek rolleri hızla değişiyor. Kadınlar artık daha eğitimli, ekonomik olarak daha bağımsız ve sosyal hayatta daha görünür. Evlilik dışı annelik giderek daha çok kabul görüyor. Bu bireysel özgürlüğü artırırken, geleneksel aile yapısında çözülmelere de yol açıyor. Kadın artık sadece bir eş değil; kimi zaman tek başına ebeveyn, kimi zaman yalnız bir hane kurucusu.
Ancak bu dönüşüm çift yönlü ve eşzamanlı işlemiyor. Kadınlar paylaşımı ve eşitliği önemserken, erkeklerin bir kısmı hâlâ geleneksel kontrol mekanizmalarıyla ilişki kuruyor. Bu uyumsuzluk, ilişkilerde güvenli bir ortak zemin kurmayı zorlaştırıyor. Üstelik ekonomik baskılar da evliliği yük gibi gösteriyor. Birçok erkek, sağlayıcı rolünü taşıyamayacak kadar maddi belirsizlik içinde. Bu da evlilik kararlarını erteleyen ya da tamamen gündemden çıkaran bir kırılma yaratıyor.
Modern ilişkilerde artık herkes "iyi bir eş" arıyor ama çok azı "iyi bir eş olma" sorumluluğunu üstleniyor. Evlilik bir emek ilişkisi olmaktan çıkıp, mutluluk vaat eden bir "ürün" gibi algılanıyor. Oysa uzun ömürlü ilişkiler, yalnızca sevgiyle değil, sabır, özveri ve kriz anlarında birlikte kalabilme gücüyle mümkün olur.
Toplumda bireycilik yüceltilirken, bağ kurma becerileri geriliyor. Bugünün bireyi, kendi alanını en yüksek değer olarak görüyor. Evlilik gibi sürekli paylaşım gerektiren bir yapı ise, bu bireysel sınırları tehdit eden bir unsur gibi algılanıyor.
"Annemin evinde daha rahattım" diyen yeni evli çiftler, aslında bireysellik ile birliktelik arasında sıkışmış yeni insan profilinin sesi oluyor.
Zygmunt Bauman'ın da vurguladığı gibi, bireyselleşme özgürleştirici görünse de, çoğu zaman yalnızlaştırıcı bir sürece dönüşüyor. Bağların çözülmesi, insanı görünürde bağımsız, içeride ise güvensiz bırakıyor. Aynı çatı altında yaşayan ama ayrı dünyalarda duran çiftler bu yalnızlaşmanın modern temsilcileri.
Bugünün gençleri evlilikten kaçmıyor; daha çok anlamını yitirmiş, duygusal ve ekonomik olarak sürdürülemez hale gelmiş ilişkilerden uzak duruyor. Çünkü artık evlilik, sadece sevgiyle değil; sosyal onay, ekonomik istikrar ve duygusal olgunlukla da sınanıyor.
Ve tüm bu karmaşanın ortasında asıl ihtiyacımız hâlâ aynı: Anlaşılmak, sevilmek, korunmak ve bir yere ait olmak. Geleneksel değerlerin söylediği gibi, huzur ne fazlada ne gösterişte. İnsan, eksik olmaya razı olduğunda tamamlanabilir. Çünkü evlilik, iki kusursuz insanın birleşmesi değil; eksikleri birlikte taşıyabilen iki yorgun ruhun yolculuğudur.
Peki ne yapmalı?
Evliliğin anlamını yeniden tarif etmemiz gerekiyor. Sorun yalnızca gençlerin evlenmek istememesi değil; evliliği tanımamaları ya da tanıdıkları şekliyle ona güvenememeleri. Önce güveni geri getirmeliyiz — sevginin emekle büyüdüğüne, sözün sadakatle değer kazandığına, birlikte yaşamanın mümkün olduğuna dair inancı tazelemeliyiz.
Bu da ancak eğitimle, kültürel dönüşümle ve görünür örneklerle olur. Aileyi kutsallaştırmak değil, yaşanabilir kılmak gerek. Mükemmel eş fikrinden çok, birlikte öğrenen, birlikte büyüyen yol arkadaşlığı fikri yaygınlaşmalı. İnsanlar birbirini değiştirmeye değil, anlamaya odaklandığında bağlar güçlenir.
Gençlere yük değil, umut vermeliyiz. Hayat kurmanın, gösterişli bir düğünden çok daha önemli olduğunu anlatmalıyız. Sosyal medyada pazarlanan aşkların değil, gerçek hayatta yaşanmış ilişkilerin daha fazla görünür olduğu bir anlatı inşa etmeliyiz.
Erkeklik yalnızca güçle; kadınlık yalnızca sabırla tanımlanmamalı. Her iki cinsiyetin de ilişkide üstlenebileceği ortak sorumluluklar, yeni bir denge zemini yaratmalı. Evlilik, korkulacak değil; üzerinde emek verilerek inşa edilecek bir süreç olarak görülmeli. Bu süreci destekleyecek ekonomik, psikolojik ve sosyal modeller de ihmal edilmemeli.
En çok da şunu unutmamalıyız: Evlilik bir hayal değil, bir hayat biçimidir. Ve birlikte kahvaltı etmeyi bile beceremeyenler, bir ömrü paylaşamazlar. Bu yüzden önce küçük olandan başlamalıyız — bir sofrayı, bir günü, bir duyguyu paylaşabilmekten.
Evet, zaman değişti. Ama sevgi hâlâ mümkün. Ve eğer gerçekten neyi kaybettiğimizi anlarsak, yeniden inşa etmek için hâlâ bir şansımız var.
Çünkü aile, sadece bireylerin tercihiyle oluşan bir yapı değil; toplumu ayakta tutan temel bir sistemdir. Bu yüzden korunması da, güçlendirilmesi de yalnızca kültürel değil; aynı zamanda sosyal, ekonomik ve politik bir sorumluluktur.