Yeni Soğuk Savaş ve Türkiye’nin ‘değer’li yalnızlığı

Doç. Dr. Ertan Aydın / Siyaset Bilimci
24.08.2013

Türkiye’ye düşen görev, ilkeli tavrını dünya kamuoyuna sabır ve metanetle anlatıp bölgedeki yapıcı rolünü sürdürürken bir yandan da AB vizyonunu güçlendirmek ve Avrupa’nın Ortadoğu’da ilkeli bir dış siyaset izlemesini tavsiye etmek olmalıdır.


Yeni Soğuk Savaş ve Türkiye’nin ‘değer’li yalnızlığı

Temmuz ayı başındaki Mısır’da gerçekleşen askeri darbeyi ya zımni ve ya da açık olarak destekleyip, askeri rejimin demokrasi yanlısı göstericileri katletmesini seyreden Amerikan yönetiminin tavrı çok manidar bir şekilde 1953 yılında İran’da seçilmiş başbakan Musaddık’ı devirip, Şah’ın otoriter rejimini inşa eden darbenin altmışıncı yılında, bunu CIA’nın yaptığının resmi olarak tanımasına denk geldi.

Darbe itirafıyla eşzamanlı

1953 yılında İran’da yapılan darbe, ABD ve Sovyetler arasındaki Soğuk Savaş’ın bölgesel bir uygulaması olarak sunulurken, bugünkü Mısır darbesi bu kez Ortadoğu çapında bölgesel bir soğuk savaşın mantığı içerisinde meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Ancak, sürekli ihlal edilse bile önceki Soğuk Savaş döneminde ülkeler demokrasi veya sosyalizm gibi değerler üzerinden dış politika vizyonu geliştirmeye çalışıyordu. Aksine, bugünkü bölgesel soğuk savaşta, bu savaşın ABD, İran, İsrail, Suudi Arabistan gibi en şedit taraftarları hiç bir ilkesel gerekçe bile öne sürememekte, taraftar oldukları hak ve kural ihlallerini “teröre karşı savaş” veya mezhebi sadakat ve taassubun ötesinde herhangi bir değerler sistemine oturtamamaktadırlar. Türkiye dış politikası ise, Avrupa Birliği ile uyumlu pek çok normatif demokratik değerleri Müslüman modernizminden devralınan evrensel ilkelerle meczetmesinin neticesi olarak, Ortadoğu bölgesinde değerlere dayalı siyaset yapan tek taraf olarak öne çıkmaktadır.

Mezhepçi ve ilkesizler

Dahası, Türkiye, bu niteliğiyle, mezhepçi ve ilkesiz Soğuk Savaş yönetimleri arasında gittikçe yalnızlaşan bir ülke olurken, bölge kamuoyundaki saygınlığını güçlendirmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin “değerlere” dayalı yalnızlığı, Ortadoğu’daki bölgesel Soğuk Savaş’ın niteliği ve bu savaşın bölge halklarının lehine sonuçlanması için Türkiye’nin üzerine düşen misyonu anlamamıza yardımcı olacak bir çerçeve de çizmektedir.

Soğuk Savaş ve reel politik

Eski Soğuk Savaş’ta ABD ve Rusya, aslında birbirine benzeyen iki Avrupa Merkezli modernleşme projesi ile bir yandan silahlanma yarışı yaparken bir yandan da Üçüncü Dünya halklarının desteğini kazanmaya çalıştılar. ABD’de sistematik hale getirilen modernleşme teorisi, teknik ve ekonomik ilerleme ve demokrasi gibi değerlerin sadece beyaz ırka mahsus olmayıp, isteyen tüm toplumların ulaşabileceği idealler olduğunu müjdeliyordu. Bu modernleşme modelinde, 1950’de çok partili hayata geçen Türkiye önemli bir örnekti. Sovyetler Birliği ise, kalkınma, eşitlik ve adalet gibi evrensel değerlerin yine her toplum tarafından ulaşabileceğini vurgularken, buna giden yolun ancak sosyalizmle mümkün olacağını, ve kapitalizmin bizatihi bu değerlerle çeliştiğini iddia etmekteydi...

Her iki Süper Güç, Ortadoğu’da reel-politik uğruna değerlerine sıkça ihanet etti. İran’da Musaddık ve Mısır’da Nasır Amerikan modernleşme teorisinin öngördüğü milliyetçi, ilerici ve demokrat profile uymalarına rağmen sırf siyasi tavırları sebebiyle fanatik, radikal ve potansiyel komünist olarak karalanıp siyasi düşman haline getirildiler. Hatta ABD bir yandan siyasi sistemi her türlü modern değerlere zıt görünen Suudi Arabistan’ı Nasır’ın Mısır’ına karşı örnek gösterirken öte yandan milliyetçiliğin en güçlü olduğu dönemde İsrail’in Filistin topraklarını işgalini de destekleyerek, Orta Doğu bölgesinde demokrasi yerine bir diktatörlükler düzeninin teşekkülüne aktif katkıda bulunacaktı. SSCB’nin Afganistan işgali yine Soğuk Savaş’ın bölgesel izdüşümündeki hak ihlallerine örnek teşkil etmekteydi.

Oryantalizme meyil

Soğuk Savaş’ın siyasi ikiyüzlülüğü ve çifte standardına rağmen ortalıkta rekabet halinde olan evrensel ilkeler vardı. Bunlar iki süper güce eleştiri olarak da dönebiliyordu ve insan hakları hareketinin gelişmesi, kısmen bu ilkeler temelli fikir mücadelesinin olumlu neticelerinden olacaktı. Avrupa’nın 1980’lerden sonra evrensel ilkeleri sahiplenen demokratik bir birliğe doğru evrilmesi de yine Soğuk Savaş’ın değerler mücadelesinde Avrupalı entelektüellerin ve siyasetçilerin kendilerine yeni bir misyon biçmesiyle ilintiliydi. Ancak Soğuk Savaş’ın sonlarına doğru evrensel ideolojiler mücadelesi terk edilince Ortadoğu ile ilgili siyasi meselelerde ABD ve Avrupa kamuoyu ile liderleri, menfaatlerinin uyuşmadığı durumlarda kolaylıkla yüzlerce yıllık geçmişi olan Müslüman karşıtı oryantalizmi seferber etmeye başladılar. Edward Said’in, Filistin halkının Arap ve Müslüman olarak öcüleştirilerek İsrail tarafından haklarının ihlalini meşrulaştırmada kullanılan söylemlere dikkat çektiği “oryantalizm” olgusu, bu Soğuk Savaş dönemi ve sonrası ırkçılığının evrensel değerlere ihanetini resmetmekteydi.

Soğuk savaş sonlarına doğru çıkan siyasi İslam’ın bazı aşırı uçları, Avrupa ve ABD kamuoyunun muhafaza ettiği oryantalist önyargıların cilalanıp ilkesiz siyasetleri meşrulaştıran tezlere dönüştürmesine vesile oldu. 11 Eylül sonrasının küresel teröre karşı mücadele söylemi, İslamofobinin ırkçılığı ile birleşerek mesele Orta Doğu olduğunda Avrupa ve Amerika’nın evrensel değerlerden kolayca vazgeçip, “Müslümanlar demokrasi ve insan haklarından zaten anlamaz, bunlara ne yapsak hak ediyorlar” anlamına gelecek siyasetler geliştirmesini teşvik eder hale geldi.

Değer’siz benzeşme

Son on yılda Ortadoğu’nun çok kutuplu Soğuk Savaş’ının bölgesel ve küresel taraflarının ilkesiz siyasetini biraz da bu gözle okumak gerekir. ‘79 İran İslam Devrimi’nin evrensel ilkelerini otuz yıl sonrasında bir mezhepsel ittifak ve kimlik siyasetine çeviren İran’ın Suriye’deki Baas rejimini ayakta tutmak istemesi ve ülkenin menfaatlerini bir Şii mezhepçiliğine indirgemesi karşısında, Arabistan liderliğindeki petrol zengini monarşilerin herhangi bir evrensel ilke beyanına ihtiyaç duymadan sadece para ve Sünni mezhep ittifakı söylemiyle demokratik olmayan rejimleri ayakta tutmaya çalışmaktadır. 19. yy’dan kalma anakronistik bir sömürgeci metotla Filistinlilerden toprak çalıp milyonlarca Filistinliyi işgal altında tutan İsrail’in ise Ortadoğu için önerdiği hiç bir insani değer yok. Dünyanın süper gücü konumundaki ABD İsrail’e kayıtsız şartsız destek verirken İran’ın Hizbullah’a veya Suudi Arabistan’ın Bahreyn’de Sünni rejime verdiği destekte görülen, değersiz kimlik politikası ile hareket etmektedir.

Son beş yılda İran, Suudi Arabistan, İsrail eksenli bölgesel çatışmalar arasında Türkiye, eksikliklerine rağmen, bölgedeki halklara örnek olabilecek bir demokrasi ile ilkesel siyaset yapmaya çalışarak bu yeni Soğuk Savaş’ın bir tarafı haline geldi. AB’nin resmi aday üyesi tek Müslüman ülke olarak, demokrasisini güçlendirirken Müslüman kimliğini de vurgulayabilen Türkiye, farklı olarak çıkarlar ile değerler arasındaki dengede daha çok değerlerden yana siyaset izleyebildi. Ekonomik ve siyasi menfaatleri İsrail ile işbirliğinde yatsa da Filistinlilerin haklarını savunmayı tercih etti. İran’la iyi ilişkilerini zedelemek pahasına Suriye’de demokrasi isteyen muhalefeti destekledi. Türkiye’nin değer merkezli siyaseti Arap baharının başlangıcında güçlü bir bölgesel kamuoyu desteğini de arkasına alabildi. Arap baharının demokratikleşme talebi kısa sürede Türkiye modelini kendisi istemese de doğal olarak hem Suudi Arabistan hem İran’daki rejime muhalif bir model haline getirerek iki ülkenin liderlerini rahatsız eder oldu.

Arap baharı sonrası Türkiye dış politikası için en önemli sorun ise yakın ilişkide olduğu Obama yönetimine Ortadoğu’da değerler siyasetine dönmeyi telkin ederken Müslümanların demokrat olamayacağı ve evrensel değerleri paylaşamayacağı önyargıları olageldi. AB’nin normatif değerleriyle Müslüman geleneğini mezceden Türkiye 11 Eylül sonrası terörle mücadele döneminde ülkedeki kanunları daha fazla özgürleştirip, demokrasisini güçlendiren nadir ülkelerden biri olarak Avrupa ve ABD kamuoyundaki Müslümanların demokrat olamayacağı yolundaki söylemleri de ıslaha çabalamaktaydı. Zira Arap baharı sonrası dönemde Mısır, Tunus ve Libya gibi ülkelerde demokrasiye geçiş Müslüman kimlikli çok partili siyasetin önünü açmaktaydı ve Mısır’da Müslüman Kardeşler ile Tunus’ta Nahda’nın seçim zaferi, Türkiye’yi kaçınılmaz olarak İran, Suudi Arabistan ve İsrail karşısında bir taraf haline getirdi.

Türkiye’nin yapacakları

Mısır’da demokratik tecrübenin askeri darbeyle sona erdirilmesi, bölgesel soğuk savaşın mezhepçi ve değersiz taraflarının üçünü de yani Arabistan, İran ve İsrail’i memnun etmesi bakımından manidardır. Bu noktada, ABD’nin İsrail ve Arabistan bağları sebebiyle darbeye destek vermesi de önceki politikalarıyla uyumlu olup, Obama’nın başkan seçildikten sonra Kahire’de yaptığı konuşmasındaki ilkelerin hepsine ihanetin resmileşmesini teyit etmekteydi. Asıl endişe verici olan ise Türkiye’ye en yakın küresel aktör olan AB’nin sessizliği ve pasifliğidir ki İslamofobi ile oryantalizmden ilham alan İhvan’ın öcüleştirme hamlesinin başarısını göstermektedir. Dünyanın başka hangi bölgesinde olsa AB çapında infiale yol açacak askeri darbe ve katliam, Müslümanlar ve Araplar demokrasiden ancak bu kadar anlar anlayışıyla tuhaf bir tepkisizliğe yol açmaktadır. Bir müddet sonra AB ve ABD darbecileri de eleştirebilir ama maalesef bu mahalleyi kundaklayıp seyreden suçluların yangın biterken ateşi söndürüyor gibi yapmasından başka bir anlam taşımayacaktır.

Mısır’daki askeri darbe ile demokratikleşme sürecinin sekteye uğraması şimdilik Orta Doğu’daki bölgesel yeni Soğuk Savaşı’nın ilkesiz siyasetini daha da güçlü kılarak, Türkiye’yi bölgede hükümetler nezdinde yalnızlığa itmiş olsa da, halklar ve kamuoyu seviyesinde saygınlığını arttırmaktadır. Bu aşamada Türkiye’nin misyonu, bir yandan Mısır felaketi sonrasında tahribatı minimize edecek uzlaştırıcı adımlar atarak, Mısır’ın tekrar demokratik sürece dönmesini teşvik etmek, ve bu ‘değer’siz Soğuk Savaş’ın Tunus ve Libya’ya sıçramasını önlemeye çalışmak olurken öte yandan AB ile işbirliği halinde daha güçlü bir ilkeli küresel siyaset aktörü haline gelmek olmalıdır. AB’nin kamuoyu ABD kamuyu ile belli oranda bir İslamofobi unsuru taşısa da, Avrupa Ortadoğu’daki soğuk savaşta ABD’ye oranla daha tarafsız ve ilkeli siyaset yapabilme potansiyeli ve demokratik meşruiyeti taşımakta. Türkiye’ye düşen görev kendi ilkeli tavırlarını dünya kamuoyuna sabırla ve metanetle anlatmak ve bu ilkelerden taviz vermeden bölgede yapıcı rolüne devam ederken, Avrupa Birliği vizyonunu daha da güçlendirerek, Avrupa’nın Ortadoğu’da ilkeli bir dış siyaset izlemesini tavsiye etmek olmalıdır.