‘Yeni Suriye’ye doğru...

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney
18.05.2013

Arap Baharı jeopolitik duyarsızlık ve rehin alınma arasına sıkışmış durumda. Cenevre görüşmesinden nasıl bir sonuç çıkacağı yalnızca Türkiye’nin güvenliğini yakından ilgilendirmiyor, tüm Ortadoğu’nun geleceğini de ilgilendiriyor.


‘Yeni Suriye’ye doğru...

Hatay, Reyhanlı olayının hemen sonrasında, Türk dış politikasını sorgulayan kesimler analizlerini yaparken bazı önemli hususları gözden kaçırmaktadır. Yaklaşık elli kişinin hayatını kaybetmesi ve çok sayıda kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan bu elim terörist saldırı sonunda,  akademisyen, uzman ve gazeteciler şu soru üzerinde odaklandı;  Türkiye nerede hata yaptı? Bu soruya yanıt verilirken yapılan genel hata ise, son üç sene içerisinde Suriye krizinin hangi etkenlerin yardımıyla ulusal ve yerel bir güvenlik sorunuyken bölgesel ve küresel nitelikte bir güvenlik sorununa dönüştüğünün gözden kaçırılmış olmasıdır. 

Güvenlik sorunu

Bugün Türk dış politikasını eleştirenlerin çoğunun hemfikir olduğu husus, Ankara’nın Ortadoğu’nun problemlerine özellikle de Suriye’ye gereğinden fazla angaje olduğu ve böylece çözümün değil de çatışmanın bir parçası haline geldiği kanaatidir. Bu yargıya varılırken şu nokta gözden kaçırılıyor; Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni uluslararası düzende bölgelerin önemi arttı ve bölgesel politikada dış güçlerin etkisi dışında devlet ve devlet dışı aktörler etkili olmaya başladı. Bu değişim Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu’nun gerçekliği olmuştur. Bu yeni dönemin en önemli özelliklerinden birisi, geleneksel ve geleneksel olmayan yeni güvenlik sorunlarının devlet sınırlarını aşabilir hale gelmesidir. Ulusal nitelikte başlayan herhangi bir yerel güvenlik sorunu uluslararası toplumun bu konuyu göz ardı etmesi sonucunda mevcut devletin sınırlarını aşıp kolaylıkla, önce komşuların sonra 

tüm uluslararası toplumun yani herkesin ortak sorunu haline gelebilmektedir. Üstelik artık herkesin meselesi halini almış bu riskler kimi zaman yumuşak kimi zaman da sert bir güvenlik sorunu olarak tüm bölge devletlerini tehdit edebilmektedir. Bölgeye yönelik Türk dış politikası ancak bu gerçeklik bağlamında değerlendirilebilir.

Yeni aktörler...

2011 senesinde Ortadoğu’da beklemedik bir şekilde sokaklardan siyasi otoritenin tepesine doğru (İngilizce de bottom up denilen bir doğrultuda) gerçekleşen demokrasi ve reform talepleri yeni bir devrim dalgasına yol açtı. Samuel Huntington’ın Üçüncü Dalga devrim hareketi olarak tanımladığı Ortadoğu bölgesindeki bu yeni dönüşüm sonucunda insan faktörü etkili bir stratejik oyuncu olarak bölge politikasının bir parçası haline geldi. Bu yüzden de denilebilir ki, Arap Baharı bölgede mevcut olan tüm dengeleri ve ittifakları değiştirebilecek nitelikteydi. Devrim dalgası ilk kez Tunus’u vurup Mısır’a ulaştığında nispeten sorunsuzca devam eden değişimi gözlemleyen uluslararası toplum bölgenin geleceğiyle ilgili olarak olumlu bir beklentiye kapıldı. Ancak, Libya’da yaşananlardan sonra Suriye’deki rejimin kendi güvenliğini garantilemek adına halkına karşı acımasız bir savaş başlatmış olması genelde Arap Baharı özelde de Suriye ile ilgili değişim beklentilerini oldukça olumsuz etkilemiş ve yeni endişelere neden olmuştur. Nitekim başlangıçta sadece Suriye’nin geleceğini ilgilendiren rejim güvenliği problemi Şam yönetimi ve Suriye muhalefeti arasındaki sınırlı bir konu olmaktan çıkmış, Devlet Başkanı Esed’in bilinçli çabaları ve uluslararası toplumun duyarsızlığı sonucunda bugün Lübnan, İsrail ve Türkiye’yi de kapsayan ciddi bir bölgesel güvenlik sorununa dönüşmüştür...

Sonuç, Suriye halkının reform isteklerinin bugün için çeşitli etnik ve mezhepsel fay hatları tarafından rehin alınması ve uluslararası ilişkilerle ilgilenenleri reform isteklerinden ziyade bu fay hatları üzerine konuşmaya zorlamasıdır.  

Ortadoğu’nun bu yeni gerçeği (devrimler ve bölgesel güvenlik sorununun ciddiyeti) karşısında bölge ülkeleri de bölge dışı güçler de önemli bir karar vermek zorunda kalmışlardır.  Bu devletler, ya yeni oluşan Ortadoğu’da Arap sokaklarının reform isteklerinin yanında olup demokrasi yönündeki halk hareketlerini destekleyeceklerdi ya da otoriter rejimlerin halklarına karşı sürdürdükleri devrim karşıtı mücadelelerin yanında yer alacaklardı. Bu bağlamda, seksen yıllık demokrasi tecrübesiyle, Türkiye doğru olanı yaptı ve Suriye’de olup bitenler karşısında sessiz kalmama tercihini kullanarak Suriye halkının yanında duracağını ilan etti. Bu Esed diktatörlüğü karşısında ilkesel bir tavırdı. Bir süre önce Batı tarafından eksen değiştirmekle suçlanan Türkiye, bu duruşuyla uluslararası güvenlik, uluslararası hukuk ve insan hakları söz konusu olunca nerede durduğunu ABD’nin oluşturmuş olduğu, Arap sokaklarının taleplerini destekleyen geniş tabanlı koalisyonda (Transatlantik Dünya ve Arap Birliği’yle birlikte) yer almak suretiyle bir kez daha kanıtlamış oldu. Bu bağlamda, Ankara Hükümeti esas sorunun Esed rejimi olduğu teşhisi üstünden uygulamaya başladığı politika gereğince bir yandan Suriye muhalefetini destekledi diğer yandan da Suriye’den kaçan sığınmacılara insani ve ahlaki davranış geleneği çerçevesinde kapılarını açtı. İşte, Ankara hükümeti tam da bu noktadan sonra, yapmış olduğu politik tercih doğrultusunda Esed rejiminin, müttefiklerinin ve hatta uzantılarının doğrudan ya da örtülü hedefi haline geldi. Bugüne kadar Ankara’nın dört defa maruz kalmış olduğu Suriye ve müttefikleri kaynaklı yumuşak ve sert güvenlik sorunları maalesef Türkiye’nin tarihin doğru yerinde yer alma kararlılığının bir sonucudur. 

Jeopolitik duyarsızlık

Bugünkü Ortadoğu denkleminde bölgede etkili olabilecek güçler arasında güç ve liderlik zaafına uğrayanlar arasında Arap Baharı yorgunu Mısır ve İsrail’in yanı sıra devlet dışı aktör olarak Al-Kaide ve İran gibi ağır toplar bulunmaktadır. Bu bağlamda hâlihazırda Ortadoğu’da sürdürülen geniş tabanlı mücadele aslında Suriye üstünden örtülü olarak İran’a yönelik bir harekât niteliğindedir. Bu açıdan Suriye’deki mücadelede kimin kazançlı çıkacağı aslında Türkiye’yi olduğu kadar tüm Magrep’i (yani İran, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Mısırı içine alan bölgeyi) ve ötesini etkileyecek önemdedir. 2003 Irak Müdahalesi sonrası İran’ın bölgede kazandığı zemin ve etki alanı gerek yaptırımlar ve uygulanan uluslararası izolasyon gerekse de Arap Baharı’nın İran İslam Devrimini örnek almamış olması sebebiyle erozyona uğramıştır, bugün Ortadoğu’da Tahran aleyhine bir zemin kaybı gerçekleşmektedir. Tahran yönetimi ise bu kaybı hafifletmek amacıyla Suriye’deki mevcut rejimi tüm imkânlarıyla destekleme kararı almıştır. Örtülü ve açık her türlü yöntemi amacına ulaşmak için kullanmaktadır. Kısaca, Arap Baharı sonrası Ortadoğu’da ortaya bir cazibe gücü olarak çıkan Türkiye ister istemez İran ve Suriye’deki Esed rejiminin dâhil olduğu direniş ekseninin hedefi haline gelmiştir.

Bugün Türkiye’nin Suriye nedeniyle muhatap olduğu yumuşak ve sert güvenlik sorunlarının Ankara için doğrudan tehdit haline gelmesinin bir nedenini de, BM Güvenlik Konsey’inde Rusya ve Çin vetosu yüzünden yaşanan tıkanıklıktır. Gerçekten de, uluslararası toplum Suriye krizi üzerinden küresel barışın korunması ve güvence altına alınması konusunda sınıfta kalmıştır. Aslında Suriye özelinde bölge olarak Ortadoğu iki karşıt ittifaka bölünmüşken, ABD karşısında Rusya ve Çin muhalefeti nedeniyle uluslararası toplum da küresel düzeyde ikiye bölünmüştür. Burada şu tespitin yapılması önemlidir, gerek Rusya Federasyonu gerekse de ABD kendi güvenlik stratejileri gereği yaptıkları tercihler sonucu Suriye’de gelinen noktada yaşanan tıkanıklığın başlıca sorumlularıdır. 

Rusya Federasyonu’nun iç işlerine karışmama prensibi, insani müdahalenin sınırları ve Suriye’deki çıkarları konusunda ne kadar hassas olduğu uzun süredir biliniyor.  Bu bağlamda, Moskova devletlerin sınırlarının dokunulmazlığı prensibi konusuna dikkat çekmek suretiyle tercihini Esed’den yana kullanmış ve böylece ABD’nin savunuculuğunu yaptığı insani gerekçelerle yapılacak olası müdahalelere de (Responsibilitiy to Protect) şiddetle karşı çıkmıştır. Rusya’nın ABD öncülüğündeki Esed karşıtı geniş tabanlı cepheye karşı çıkmasının gerisinde, Moskova’nın yeni şekillenmekte olan Ortadoğu’yla ilgili istek listesinin en azından bazılarının kabul görmesi şartı da rol oynamaktadır.

ABD’nin Suriye konusundaki etkinsizliği ise tamamen farklı bir hikâye. ABD Başkanı Barack Obama’nın Suriye konusunda bugüne kadar sergilemiş olduğu hareketsizliği açıklamak için pek çok stratejik kavram uluslararası literatürde kullanılıyor; leading behind (arkadan idare), over the horizon (uzaktan idare), off-shore balancing (uzaktan dengeleme). Bense, bu siyaseti açıklamak için ‘jeopolitik duyarsızlık’ tanımını kullanmak istiyorum. Uygulanan strateji jeopolitik, çünkü eylemsizlik biçiminde ortaya çıkan duyarsızlık ve ya stratejik körlük sadece belirli bölgelere özgü politikaları belirliyor ve ABD çıkarlarını merkeze alan bir rasyonaliteye dayanıyor. Kanaatimce Amerikan yönetimi Ortadoğu’da bu tür bir siyaset uygulamak suretiyle, bir yandan Bush yönetimi sırasında oluşmuş negatif algılamaları bertaraf etmek istemiş diğer yandan da sınırlarının ötesindeki denizaşırı üslerde asker bulundurmayarak ve kuvvet kullanmaktan vazgeçerek ülkesinin iktisadi gerçekleriyle uyumlu hareket etmeyi amaçlamıştır. Sorun, Arap Baharı’nda halkların yanında yer alma kararı vermiş olan Washington yönetiminin bu tür bir stratejik duyarsızlığın ABD’nin çıkarlarını maksimize edeceğine inanmasıdır. En son Libya askeri müdahalesinde görüldüğü gibi Washington, Ortadoğu’da artık çatışmalarda önde duran bir lider ülke olmaktan tamamıyla vazgeçmiştir. Amerika’nın bu stratejik tercihiyle ilintili olarak, Irak’tan ve Afganistan’dan askerlerini çekme kararı almış olması bu konuda ne kadar kararlı olduğunun da açık bir göstergesidir. Ortadoğu coğrafyasında uygulanan ve Obama Doktrini olarak anılan bu yeni strateji, bugüne kadar Washington’a bazı temel fırsatlar sağlayacağı için uygulanmışsa da, Arap Baharı gerçeğinde düşünüldüğünde bazı önemli riskleri de içinde barındırmaktadır. Nitekim ABD Başkanı Obama’nın 2009 Kahire konuşmasından itibaren Arap sokaklarına verilmiş vaatler bir türlü gerçekleşmemiş; Ortadoğu sokaklarına Washington’la ilgili hayal kırıklığı hâkim olmuştur. Arap sokaklarının içine düştüğü sükûtu hayali ve sıkıntıyı fırsat bilen bazı devlet ve devlet-dışı radikal unsurlar ise Arap Baharını rehin almıştır. Bölgesel politikadaki zemin kayıplarını telafi etmek amacıyla başlattıkları devrim karşıtı uygulamalarla bizzat Suriye’de de görüldüğü gibi Arap sokaklarının demokrasi ve reform yönündeki taleplerini esir alan bu unsurlar bölgede etnik ve mezhepsel fay hatlarının kışkırtılması tehlikesini de doğurmaktadırlar. Dolayısıyla bugün Suriye’de yaşanan tıkanıklığın en önemli sebeplerinden biri bölgesel ve küresel bölünme, bölgesel hassasiyet ve küresel duyarsızlığın çakışmasıdır: Amerikan jeopolitik duyarsızlığı sonucu bölgede ve Suriye’de ortaya çıkan güç boşluğu direniş cephesi -İran, Suriye Esed yönetimi, Maliki yönetimi, Hizbullah ve düne kadar da Hamas- vb. unsurlar tarafından doldurulmuştur.   

Sonuç, Suriye halkının reform isteklerinin bugün için çeşitli etnik ve mezhepsel fay hatları tarafından rehin alınması ve uluslararası ilişkilerle ilgilenenleri reform isteklerinden ziyade bu fay hatları üzerine konuşmaya zorlamasıdır.  Esed rejiminin bu tehlikeli gidişatı desteklemiş olması ise tamamen onun kişisel çıkar hesaplarıyla ilgilidir. Tabii, Şam Yönetimi’nin söz konusu stratejisini uygularken direniş cephesindeki diğer devlet ve devlet dışı aktörlerden destek bulduğu bir sır değildir. Günümüzde, Esed rejimi yeni oluşan Ortadoğu koşullarında, bu uzantıları vasıtasıyla Türkiye ve Lübnan gibi çevre ülkelere terör ihraç etmek suretiyle örtülü bir caydırıcılık stratejisi sürdürerek aslında bir var olma savaşı vermektedir. 

Çözüm mümkün mü?

ABD ve Rusya Federasyonu’nun Suriye’de bugüne kadar izlemiş oldukları yanlış politikalar onları şimdi Suriye’de hiç de görmek istemedikleri bir manzara ile karşı karşıya bırakmıştır. Bir defa, Suriye’deki çatışmalar bugün Ortadoğu’da ciddi bir bölgesel savaş tehlikesinin yaşanmasını olasılık haline getirmiştir. Nitekim Suriye’de hâlihazırda Esed rejimi ile muhalif güçler arasında süregelen çatışmalar bölgesel bazı güçlerin himayesinde mezhep mücadelesi haline dönüşmek tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ancak Suriye özelindeki tek tehlike bu değil: Çöken bir devlet görüntüsündeki bugünkü Suriye’de, çok sayıdaki devlet dışı radikal grupların var olan otorite boşluğunu fırsat bilerek ülkede hareket alanı edinmeye başlamış olması gerçeği ile yüz yüze geldik. Esed rejimi ile muhalifler arasındaki çatışmaların bu kadar uzamış olması günümüz Suriye’sinde radikalleşmeyi hızla arttırmıştır. İşin en kötüsü, bu radikal gruplar bir zamanlar Bosna’da olduğu gibi Suriye halkının nezdinde de itibar kazanmaya başlamıştır. Bu şartlar altında, iki sene önce Suriye sokaklarında halkın başlatmış olduğu demokrasi yönündeki reform istekleri de kaçınılmaz olarak önemsizleşmeye başlamıştır. Suriye’deki bu manzara aslında ne ABD’nin ne de Rusya Federasyonu’nun görmek istediği bir tablodur. Ancak, ne yazık ki, bugüne kadar büyük güçlerin BM nezdinde sergilemiş oldukları uzlaşmazlık işlerin bu noktaya gelmesine neden olmuştur.

Bugün Suriye’de olayların trajik ve tehlikeli boyutlarının artık göz ardı edilemeyecek bir noktaya varmış olması kuşkusuz ABD ve Rusya Federasyonu’nu diplomasiye bir kez daha şans vermeye zorlamaktadır. Türkiye’de Reyhanlı olayından sonra hâkim olan kanı Suriye’nin yaptığının karşılıksız bırakılmaması yönündedir. Ankara bu bağlamda, müttefiklerinden ve özellikle de ABD’den destek beklemektedir. Suriye’de sahada askeri alanda varılan tıkanıklığın aşılması için gereken iki alternatif seçenek vardır; ya Suriye’deki muhalif güçlere gereken silah yardımı yapılacak ya da Esed rejiminin hava kuvvetlerindeki üstünlüğünü bertaraf edecek uçuşa yasak bölge oluşturulacaktır. Ancak, ABD’nin Suriye’de kuvvet kullanmama yönündeki ısrarı Suriyeli muhalefetin silahlanması konusundaki şüpheleriyle birleşince, buna bir de Rusya Federasyonu ve müttefiklerinin Suriye’de olası Libya türü bir müdahaleye izin vermeme karalılığı eklenince, geriye tek bir seçenek olarak ülkedeki mevcut krizin görüşmeler yoluyla aşılması kalmıştır. Bu yüzden de, son Kerry-Lavrov görüşmesi uluslararası camiada olumlu bir beklenti yaratmıştır. Yakında yapılması beklenen Cenevre görüşmelerinde, Moskova ve Washington’un ortak girişimiyle Haziran 2012’de Suriye’de bir geçiş hükümeti kurulması kararını esas alan ve Türkiye’nin de bir parçası olduğu Cenevre mutabakatının yeniden canlandırılması suretiyle Şam yönetimi ile muhalefet arasında bir uzlaşma sağlanmaya çalışılacaktır.  

ABD ve Rusya’nın tavrı

Bugün, Suriye’de gelinen noktada, Türkiye ve bölge istikrarı açısından Esed rejiminin sebep olduğu problemin bir an evvel çözülmesi bir zorunluluk haline gelmiştir. ABD’nin Suriye’de uçuşa yasak bölge fikriyle birlikte Esed karşıtı muhalefetin silahlandırılmasına karşı çıkıyor olması nedeniyle Suriye’deki tıkanıklığın aşılabilmesi için elde kalan tek seçenek, diplomasi kanallarının biran evvel harekete geçirilmesidir. Burada kritik önemde olan konu, ABD ve Rusya’nın Suriye’de kurulacak geçiş hükümetinin Esed’li mi Esed’siz mi olacağı konusunda bir anlaşmaya varmalarıdır.  Zira Cenevre mutabakatında bu konuda bir netlik yoktur. Oysa Türkiye’nin bu konudaki tercihi bellidir. Reyhanlı’daki terör saldırısı Ankara’nın Esed’siz bir Suriye ısrarında ne kadar haklı olduğunun somut bir kanıtıdır. ABD’de gerçekleşen Obama-Erdogan görüşmesinde ortaya çıkan sonuçta da geçişin Esed’sız olacağı yönündedir. Umalım ki, ABD ve Rusya Federasyonu ortaya çıkan bu fırsat penceresini değerlendirebilsinler ve Esed’siz bir formül üzerinde anlaşarak Suriye’de yaşanabilecek olası bir ‘Lübnanlaşma’ sürecini engelleyebilsinler. Ortadoğu’nun Suriye üzerinde daha da fazla istikrarsızlaşmaması için bu şarttır.

Bugün söz konusu Cenevre görüşmelerinden nasıl bir sonuç çıkacağı yalnızca Türkiye’nin güvenliğini yakından ilgilendirmiyor, tüm Ortadoğu’nun geleceğini de ilgilendiriyor. Arap Baharı jeopolitik duyarsızlık ve rehin alınma arasına sıkışmış durumda. Umalım ki, ABD ve Rusya Federasyonu Suriye’de süregelen insanlık dramını sonlandırmak için gerekli sorumluluğu üstlensinler ve ‘büyük güç’ olarak uluslararası barış ve istikrarın temininde üzerlerine düşen mükellefiyetlerini yerine getirsinler. 

[email protected]



Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney /YTÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı