Yeni Türkiye Sözleşmesi: Tarihdaşlık, yerlilik, adalet, onur

Hasan Hüseyin Öz - Yazar
25.04.2015

Yeni Türkiye sözleşmesi bir uzlaşma çağrısı. İstiklal Savaşı vurgusu ile birlikte, 1921 Anayasası’nın öngördüğü eşit vatandaşlık ilkesinin aynı metin içinde sunulması, bize bugün içinde olduğumuz etno-sosyoloji dayatmasının nasıl aşılacağını gösterirken, aynı zamanda Çözüm Süreci’nin maksadını da ortaya koyuyor. “Tarihdaşlık”, yurttaşlıkla bütünleşip, anokranizmi ortadan kaldırıyor.


Yeni Türkiye Sözleşmesi: Tarihdaşlık, yerlilik, adalet, onur
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun geçen Çarşamba günü kamuoyuna deklare ettiği “Yeni Türkiye Sözleşmesi”, 2023’e giden yolda Yeni Türkiye’nin ruhunun ipuçlarını veriyordu. Bu durum güncel içinde debelenip duran muhalefet siyasetinin ve basının oluşturacağı anafordan dolayı arada kaybolma ‘riski’ne rağmen sözleşmenin ufuk çizgisi gönlü açık ülke insanına büyük bir imkân sunuyor. 
 
Malum metin çok uzun... Bir yazı değil belki de madde madde alınıp nehir yazı şeklinde değerlendirilecek bir metinden bahsediyoruz. Çünkü “Yeni Türkiye Sözleşmesine” baktığınız zaman yazının ilerleyen bölümünde belirtileceği üzere güncelden başlayıp tarihin derinliklerine yolculuk, oradan tekrar her biri uzmanlık gerektiren güncel meselelere dönüş söz konusu. Bu bakımdan da bizim tarihimizde varolan ‘döngüsel’ metod kullanılmış. Yani metnin vazettikleriyle şekil uyumu sağlanmış. Onun içindir ki, metnin aynı zamanda felsefi bir incelemeye de tâbî tutulması gerekiyor. Bu sebepten biz kuşbakışı bir yöntemle, ilk bakışta gözümüze takılanları analiz edelim bu yazımızda. Bunu yapmadan önce de ülkemizdeki iktidar ve muhalefet denklemiyle kısa bir analiz yapalım.
 
İktidar muhalefet çelişkisi 
 
Türkiye’de çok garip bir şekilde özellikle iktidar ve muhalefet kavramlarının anlam bakımından yer değiştirdiğine şahit oluyoruz. İdris Küçükömer’den ödünç alarak söyleyelim ki, kendi üzerimize yakıştırdığımız kavramlar, bizim yapıp ettiklerimizi gizleyecek kabiliyete sahip değildir. Yani ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Türk siyasi hayatının son on üç yılına bakıldığı zaman ne demek istediğimiz daha net anlaşılacaktır. AK Parti’nin on üç yıllık iktidarında hep kendini yenilemesi ve buna göre her daim oyunu artırması geleneksel siyaset teorileriyle çelişmektedir. Buna mukabil ülkemizdeki muhalefetin bu süre içinde hiçbir şekilde başarılı olamamış olması da, bu teorinin çöpe atılmasını sağlayacak deliller içermektedir. Fakat iş bu kadar kolay değildir. Çünkü teoriye göre iktidar doğası gereği yozlaşır. Ve fakat bu düz bir mantıktır. Zira iktidar salt iç siyaset içine hapsolmuş değildir. Ülkenizi hangi varoluşsal zeminde ele aldığınız önemlidir burada. Yani ülkenizin kendine haslığını hedefliyorsanız, ülke içindeki iktidarınız, ülke dışına doğru gelişen muhalefet tepkisiyle birleşir. Eğer bu çelişki doğru yönetilirse siyaseten yenilenmeye açık olursunuz. AK Parti iktidarının dinamik bir içeriğe sahip olmasının en önemli sebeplerinden biri, işte bu iç ve dıştaki çelişkinin birlikte kavranıp bir imkân olarak sunulmasında yatmaktadır. Burada risk kavramı imkâna dönüşmüştür işte. 
 
İkinci hususu muhalefetin bağlı bulunduğu rıza kültürü üzerinden açıklayalım. Türkiye’de muhalefet, AK Parti’nin bu dinamik siyasetine ayak uyduracak ne entelektüel müktesebata sahiptir ne de iyi niyete. İkinciden başlayarak bu konuyu biraz açalım. Türkiye’de siyaset özellikle 27 Mayıs darbesinden sonra bir belirlenim altındadır ve uluslararası sistemin oluşturduğu rıza/biat kültürüne bağımlıdır. Merkez partilerde bulunan siyasetçi de bu belirlenimin oluşturduğu sığ sularda yüzmeyi kendine iş edinmiştir. Dolayısıyla derinliklerden haberi olmamıştır. Fakat uzun yıllar süren bu durum, siyaseten bir sınıf oluşmasına sebep olmuştur. Vesayet sistemine eklemlenmiş, hazırdan yiyen bir sınıf. Tabiî burada iç içe geçmiş bir ilişkiler ağı söz konusudur. Vesayet sisteminden beslenen siyasetçiler olduğu gibi, işadamlarının, bürokratların, gazetecilerin ve daha birçok meslek erbabının içinde bulunduğu geniş bir ağ söz konusudur. Bunların ortak özelliği dediğimiz gibi uluslararası sisteme entegre olmaları ve kendilerine dağıtılan ulufeye rıza göstermeleridir. Nitekim Gezi kalkışması bu ağı deşifre etmiştir. 
 
Fakat birilerinin hâlâ hatırlamak istemediği bir şey daha vardır ki, sığ sularda yüzen muhalefet siyasetinin, hep derinlere açılmaya alışmış milletin gerisinde kalması da kaçınılmazdır. Milletimiz uluslararası sistemin ulufesini hiçbir zaman kabul etmemiştir. Dolayısıyla kendi değerleriyle üretmeye devam etmiştir. Bu yüzdendir ki, hazırcı “muhalefetin” siyasetine değil, dinamik düşünceyi kendine şiar edinmiş AK Parti siyasetine teveccüh göstermektedir.
 
Yeni Türkiye-yeni siyaset 
 
7 Haziran arifesinde muhalefet siyasetinin, CHP özelinde “alkışlıyoruz” rizom reklamı, MHP özelinde Ankara’nın bağlarından mülhem seçim şarkısı ve nihayet HDP’nin tekrar silaha sarılan söyleminin toplamından ibaret olduğunu görünce, Yeni Türkiye Sözleşmesi ile devrim değilse bile büyük bir değişim vaadinin söz konusu olduğunu teslim etmemiz gerekir. Belki de on üç yıllık iktidarın gerçek maksadını toplu bir şekilde ortaya koyan bir metin Yeni Türkiye Sözleşmesi. Metinde geçen ifadeyle söyleyecek olursak “kesret içinde vahdet” ilkesi, küresel siyasette varolma önerisi ve söylem itibariyle “diklenmeyeceğiz, dik duracağız”ın müşahhaslaş hali... 
 
Şunu da unutmayalım ki, 2002’de başlayan ve milletin sahiplendiği değişim süreci, bu metnin vaat ettikleriyle yeni bir evreye girmiş bulunuyor. Kimileri salt başkanlık sistemi üzerinden okumaya çalışsa da, bence metnin asıl önemi buradan kaynaklanıyor. Siyaseten söyleyecek olursak, yeni Türkiye’nin yeni siyasetine muhatabız artık. Geri dönüşü olmayan bir yol sizin anlayacağınız...
 
Özgürlük ve onur vurgusu ilk dikkat çeken hususlardan. Bu ikili bile gelecekteki politikaların “yerlilik” düzleminde gelişeceğini gösteriyor. Aslına bakılırsa bugünkü siyaset küresel zemini ıskalayarak bir yere varamaz. Özgürlüğün ve onurun, yerlilikle yakından ilişkisi olduğunu muhakkak. Yerlilik kendi tarihi derinliğini kavramakla mümkündür. Metnin bütününe baktığınız zaman da bu derinliğin yansıtıldığı görülmektedir. İçinde bulunduğumuz coğrafyayla ve tarihle barışarak, “kendiliğimizin” nasıl serimleneceğinin dilinin de ipuçlarını yakaladığınızda, yerliliğin ve özgürlüğün küresel zeminde yerli yerine oturduğunu görüyorsunuz. 
 
Tarih ve güncelin bağı 
 
Yeni Türkiye Sözleşmesi’nin, ötekileştirmeyen bir içeriğe sahip olduğu görülecektir. Biat kültürünün oluşturduğu “ayrıştırıcı siyasi kampların” ortak bir dil havzasında eritilerek tarihi bir bütünlük içinde kaynaştırıldığı görülüyor. Mesela Osmanlı ve daha öncesine atıf yapıldığı gibi, İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet birikimine de vurgu yapılıyor. Bu durum hem tarihle barışma imkânı sunuyor, hem de günceli kavramamızı sağlıyor. Bu yönüyle de metin, herkesi masaya çağırıyor. 
 
Evet, metin uzlaşma çağrısı aynı zamanda. İstiklal Savaşı vurgusu ile birlikte, 1921 Anayasası’nın öngördüğü eşit vatandaşlık ilkesinin aynı metin içinde sunulması, bize aynı zamanda kırılma anlarının da ipuçlarını veriyor. Bu da bir yanıyla bugün etno-sosyoloji dayatmasının nasıl aşılacağını gösterirken, diğer yanıyla da Çözüm Süreci’nin maksadını ortaya koyuyor. “Tarihdaşlık”, yurttaşlıkla bütünleşip, anokranizmi ortadan kaldırıyor. Kaldı ki uzlaşma kültürü, işte bu anokranizmin oluşturduğu “yönlendirilmiş hafızayı” aşmakla mümkündür. Metin bu yönüyle de kendi tarihimizle ve bugünkü halimizle yüzleşerek İngiliz siyasasının bölgesel yansıması olan “yönlendirilmiş hafızayı” aşma çağrısı yapıyor. Burada metin tekrar “özgürleşme” kavramıyla bütünleşiyor. 
 
Aydınlanma değil merhamet 
 
Yeni Türkiye Sözleşmesi’nin diğer bir yönü de merhamet ilkesi. Aslına bakılırsa, burada paradigmatik siyasetin veciz ifadeleriyle karşılaşıyoruz. Alev Alatlı’dan ödünç alarak söyleyecek olursak, bu paradigma “Aydınlanma değil merhamettir!” Yine bütüncüllük ilkesini ortaya koyarak ilerlersek, yerlilik bilinciyle kendi irfanımızla buluşup, dünyanın son üç yüz yıllık belası olan Aydınlanmayı ve dahi onun uzantısı pozitivizmi ret çağrısı söz konusu metinde. Her ne kadar insanlık birikimleri araya serpiştirilse de, bu birikimler edilgen bir zihniyetle değil, tamamen inanç ve onun oluşturduğu irfan geleneğimizin bize verdiği akıl yapısıyla hâkim olma önerisi bütün metne yayılmış durumda. Nitekim “küresel güç” söylemi bunu daha açık bir şekilde ifade ediyor. 
 
Bugün dünya ölçeğinde yaşanan krizler, bölgemizde yaşanan çatışmalar bu noktada ister istemez belki de paradigmatik bir kopuşu bize dayatmaktadır. Bize zorla giydirilen elbiseyi çıkarıp bu ülkenin derinliklerine sinmiş “merhamet” ve “adalet” anlayışına muhatap olursak, bu imkânı da küresel ölçekte ortaya koyabiliriz. O zaman Sayın Davutoğlu’nun dediği gibi “tarihi yürüyüşümüze” devam edebiliriz. Dün olduğu gibi bugün de bu yürüyüşün nirengi noktası ‘onur’ olacaktır.