Yeni Türkiye Yeni AK Parti

Doç. Dr. ERTAN AYDIN/Siyaset Bilimci
30.09.2012

Son on yılda, Türk siyasi tarihinin sessiz demoktratik devrim sürecini yürüten AK Parti için önümüzdeki on yılın en önemli misyonu, bu demokratik normalleşme kültürünü kurumsallaştırıp meşruiyetini güçlendirmek olacaktır.


Yeni Türkiye Yeni AK Parti

Parti’nin büyük kongresi, iktidara gelişinin onuncu yılını kutlayacak bir partinin hem geçmiş politikalarının muhasebesi ve hem de gelecekteki siyasi vizyonun ana hatları hakkında değerlendirme yapma imkânı sunmaktadır.  AK Parti’nin geçen on yıllık iktidar tecrübesi hakkında medyada yazılan en yaygın kanaat, AK Parti’nin sessiz bir devrim sayılabilecek reformlar dizisiyle, devlete kendi rengini vermek suretiyle giderek devletle özdeşleştiği tezidir. Zira on yıl öncesiyle kıyaslandığında, bugün çok daha farklı bir siyasi kültüre ve devlet zihniyetine şahit olabilmekteyiz.

AK Parti’de ikinci on yıl

Önceden askeri vesayet ve generallerin siyasete müdahalesi Türk demokrasisine has normal bir özellik olarak görülebilirken, bugün darbe yapmaya teşebbüs eden askerler yargılanabilmekte, yine eskiden imkânsız gibi görülebilen Kürtçe yayın ve basın hakkı veya dini inançların uygulanabilmesi gibi demokratik istekler çok tabii haklar olarak görülüp, daha fazlası istenebilmektedir. Ancak, bu sessiz devrim teziyle beraber anılan devletin AK Partileşmesi ve AK Parti’nin devletleşmesi tezlerinin her ikisi de, AK Parti iktidarının on yıl boyunca değiştirmeye çalıştığı demokratik olmayan bir siyaset kültürünün izlerini taşımaktadır. Bu tez, ne siyasi gerçekliğe ne de AK Parti kadrosunun gelecek vizyonuna uymaktadır. Bugün geldiğimiz noktada, ortaya çıkan sonuçlara bakıldığında, son on yıllık siyasi reformların ana hedefi, Türk devlet kurumlarını daha özgürlükçü ve demokratik siyasi hayata uyumlu hale getirip, devleti herhangi bir parti, hizip veya ideolojinin ele geçirmesi gibi fantezi ve korkuların olmayacağı, şeffaf ve tarafsız bir demokratik rejim kurmak olduğu görülmektedir.

Siyasi parti ve ideolojilerin ele geçirmesi veya tahakküm altına alması mümkün olmayan demokratik bir devlet yapısının oluşup, siyasi kültüre yerleşmesi AK Parti’nin bundan sonraki hayatında da önemli hedeflerinden biri olmaya devam edecektir.

Zira bir demokratik siyasi kültürde esas olan, kişi hak ve özgürlüğüne dahil olan temel meselelerin parti siyasetinin sahası dışında anayasal güvenceler altına alınarak, meşruiyeti yüksek ve siyasi katılımın herkese açık olduğu bir rejim kurabilmektir. Aksi halde, bir siyasi iktidarın yaptığı reformların diğer bir iktidarın hükmü altında iptal edilmesi riski olacağı gibi, toplumsal istikrar ve barışı sağlamak da mümkün olamayacaktır. Bu çerçeveden bakıldığında, AK Parti iktidarının yaptığı reformların ana hedefi, devlete veya rejime kendi rengini ve ideolojisi enjekte etmek değil, bu kurumları kendi geleneği ve haysiyeti içinde ıslah edip, daha demokratik bir yapıya kavuşturmak olarak görülmelidir.

Tedrici reform süreci

Zaten AK Parti’nin kendini destekleyen bazı çevrelerce yeterince devrimci olmadığı, MİT veya ordu gibi kurumlarda köklü bir değişikliğe gitmediği eleştirisi alması, AK Parti’nin bilinçli bir tedrici reform politikasının yansımasıdır. Bu prensip çerçevesinde, AK Parti liderliği kendisine oy veren Türkiye mozaiği içindeki çok değişik cemaat, etnik grup ve fikri eğilim arasında herhangi birinin bakış açışının iktidara taşınmasına karşı çıkıp, tüm siyasi taleplerin demokratik süreç içinde eşit olarak yansıtılmasına dikkat etmiştir. AK Parti yönetim kadrosu içinde ve ona oy veren seçmen kitlesi arasındaki çeşitlilik Türk siyasi hayatını gözlemleyen herkesin çok rahat fark edebileceği bir gerçektir. Bu çeşitliliği parti içi demokrasi kapsamında rekabet ettirerek ve kavga ettirmeden bir arada tutabilen AK Parti, bu gruplardan herhangi birinin bir bakanlık veya devlet kurumuna rengini vermesine de engel olabilmiştir.

Kişi kültü değil icraat kültü

AK Parti mozaiği içerisinde değişik eğilim ve fikirlerin verimli bir şekilde ve parti içi demokrasi ve rekabet kültürüyle partinin vizyonuna katkıda bulunabilmesini sağlamada parti lideri olan Başbakan Erdoğan’ın uzlaştırıcı liderlik tarzının büyük bir rolü olmuştur. AK Parti’nin liderlik kültürü, ne MHP’deki gibi tek sesli homojen bir ideolojik anlayıştan sapan fikir ayrılıklarını hemen parti dışına iten modele ne de CHP içindeki gibi farklı hiziplerin kavgası sonucu baskın grubun diğerlerini susturup, dışlaması modeline benzemektedir. AK Parti’nin dengeli ve uzlaştırıcı mozaiğinin orkestra şefi konumundaki liderinin, muhalif medya ve partiler tarafından hem parti ve hem de devlet ile özdeşleştirilip eleştirilerek, bu sayede AK Parti’nin seçmen desteğinin zayıflatılmaya çalışılması da büyük bir çelişki arz etmektedir. Zira AK Parti seçmeninin kafasında, partiye bağlılık ve destek konusunda etkili olan sebeplerin başında, gerek hükümet icraatları ve gerekse de yerel yönetimler seviyesindeki başarılı çalışmalar olup, tek bir kişiye ve ideolojiye bağlılık söz konusu değildir.

Tayyip Erdoğan bu geniş başarılı kadroyu seçip, bir arada tutarak, verimli bir şekilde çalıştıran lider olduğu için destek görmektedir. Tayyip Erdoğan’ın bu liderlik modelini, bilinçsiz kitleleri kandırıp büyülen karizmatik bir siyasetçinin başarısı olarak yorumlamak, muhalefet partilerinin ve medya yorumcularının içine düştükleri analiz zaaflarının başında gelmektedir.

Muhalefet partilerinin AK Parti eleştirileri sırasında sık sık kullandıkları “devletin elden gittiği” “ülkenin satıldığı” veya Türkiye’nin Tayyip Erdoğan’ın kişisel yönetimi altına girdiği şeklindeki komplocu ve karamsar tezler de, son on yılda gelişmekte olan demokratik kurumsallaşma ve normalleşme ile siyasal kültürün dili arasında hala kapanmamış bir uçurumu ve çelişkiyi yansıtmaktadır. CHP’nin Türkiye’deki askeri vesayetin kalkması ve hukuk alanındaki demokratikleşmeyi devlet kurumlarının kendi kontrollerinden çıkması şeklinde yorumlaması, tersten okunduğunda bu söylemin sahipleri arasında aynı kurumların demokrasi dışındaki bir mekanizma ile kendi zihniyetindeki insanlar tarafından kontrol edilmesi gerektiği şeklindeki bir hastalıklı zihniyete işaret etmektedir.

Kim bu devleti ele geçiren!

Yine bu “devleti kim ele geçirmeli” sorusu, ironik bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik rejimini adeta sultanın otoritesine tabi kötü bir imparatorluk gibi okumakta ve yine bu popüler basit Osmanlı tarihi okumasındaki büyük hakan Kanuni Sultan Süleyman veya Kızıl Sultan Abdulhamid Han imgelemesi ışığında Başbakan Erdoğan’ın övülmesi veya yerilmesi ikilemine düşülmektedir. Oysa ideal bir Türk demokrasisi içinde iktidara gelen bir Başbakan, ne Sultan Süleyman ne de Abdulhamid Han olabilecektir. Kafası karışık ve apokaliptik ruh haliyle yapılan ve Tayyip Erdoğan’a hakaret ederek başarılı muhalefet yapılacağını düşünen zihniyet, muhalefeti aşırı komplocu, makyavelist ve mesihçi bir bakış açısına indirgemektedir. Türk dış politikasını Amerikan hegemonyasının uşağı olarak görmek, her an çıkabilecek bir ekonomik krizden medet ummak, PKK’nın silahlı terör eylemlerini hükümeti köşeye sıkıştırmak için fırsata çevirmek, askeri kazaları sabotajla açıklamak, yapıcı olmayan ve alternatif sunmayan bir muhalefet kültürünün ruh halini resmetmektedir. Bu açılardan bakıldığında, BDP de CHP ve MHP çizgisindeki polemiksel ve alternatifsiz muhalefet söylemine kendini entegre ederek, her şeyin çözümü olarak AK Parti’nin iktidardan uzaklaşmasından başka bir şey önermemektedir. Hâlbuki sağlıklı demokratik sistemlerde görüldüğü üzere, iktidar ve muhalefet arasındaki tartışma ve fikir ayrılığı karanlık ve komplocu ruh halinden arındırılıp, çözüm getirilmesi gereken konulardaki alternatif projelere dönüştürülebilir.

Muhalefetin, AK Parti’deki siyasi vizyon ve projelerden çok üst liderlik kadrosunun kişiliğine yönelik karalama kampanyası yaparak seçim kazanma stratejisi, AK Parti tüzüğüne binaen üç dönem sonrasında parti liderliğinde Başbakan dahil pek çok ismin yeniden seçilmeyecek olması gerçeği karşısında temel argümanlarını da yitirecek duruma gelecektir. Zira kişiler değiştiğinde, muhalefet tezlerinin pek çoğu da temelini yitirmiş olacaktır. Bundan daha da önemlisi, üç seçim sonrasında AK Parti’nin kendi liderlik kadrosunda yenilemeye gidecek olması, AK Parti liderliğinin devletleştiği ve muhafazakarlaştığı tezlerini de boşa çıkaracaktır. Parti içindeki zaten uzun zamandır değişik tecrübelerle yetişen yeni bir kadronun, eski ustalardan görevi devralması, parti içi demokrasiyi daha anlamlı kılacağı gibi, kişilere değil kurumlara ve vizyona bağlı bir süreklilik yaratacaktır. AK Parti’nin son zamanlarda HAS Parti lideri Numan Kurtulmuş ve DP lideri Süleyman Soylu gibi isimleri parti bünyesine alması da bu açıdan manidardır. Türkiye’nin ihtiyacını duyduğu proje üretebilen ve yeni fikirler geliştirebilen muhalefet eksikliğini, AK Parti’nin parti içindeki demokratik mekanizmalarla sağlamaya çalışacağı anlaşılmaktadır. AK Parti ikinci on yılında da pek çok yenilikçi ve ıslah edici projeyi geliştirebilecek kadroları bünyesinde toplamaktadır.

Türkiye’nin müreffeh yüzüncü yılı

Böylece, AK Parti devlete kendi rengini vermeden, onu normalleştiren bir vizyona ek olarak, kendi parti kadrolarının devletleşmesini de engellemektedir. Zira artık efsane haline gelmiş Bülent Arınç, Beşir Atalay, Ali Babacan, Binali Yıldırım ve Recep Akdağ gibi başarılı bakanlarını bile bir müddet sonra parti liderliğinden uzaklaştırma iradesi, parti içi dinamizme, üretkenliğe ve yeniliğe güvenin en güzel göstergesi olacaktır.

Son on yılda, Türk siyasi tarihinin en önemli sessiz demokratik devrim sürecini başlatıp, başarıyla yöneterek bugünlere gelen AK Parti için önümüzdeki on yılın en önemli misyonu, bu demokratik normalleşme kültürünü kurumsallaştırıp, meşruiyetini güçlendirmek olacaktır. Bunun da ötesinde, bir sonraki seçimlere daha yeni ve genç bir kadroyla girecek AK Parti için en önemli hedef, bir önceki on yılın başarılarının da ötesine geçerek Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına dünyanın en müreffeh ve demokratik ülkelerinden biri olarak girmesine katkıda bulunmak olacaktır.

[email protected]