Yeni Türkiye: Zamirlerin özneleşme savaşı

M. Mücahit Küçükyılmaz / Yazar
19.12.2015

‘Şeyh’ ne mürşit, ne münzevi, ne de bir dini önder olarak makbul bir anlam taşıyor. O, küresel güç dengeleri tarafından ayartılmış, az bir menfaat karşılığı dinini ve Türkiye’yi dünyaya değişen, postu olmadığı halde tahta talip, fakat ne şeyh kalabilmiş, ne de hükümdar olabilmiş bir figürü temsil ediyor.


Yeni Türkiye: Zamirlerin   özneleşme savaşı

Bir zamanlar “biz” zannettiklerimizin “siz”leşmesi ve artık “onlar” oluşunu ibretle takip ediyoruz. Türkiye’nin sorun yaşadığı her ülkeye koşarak gidip içini döken, Tayyip Erdoğan karşıtlığından Türkiye düşmanlığına savrulan, debelendikçe trajik konumunu pekiştiren karanlık bir dönüşümün aktörlerinden söz ediyorum.

Yabancı diyarların özneleri

Türkiye’nin dönüşüm sancıları yaşamaktayken uğradığı iç ve dış saldırılar, aydın zannedilen karanlık dünyaları da ifşa eden bir mahiyet arz ediyor. Oğuz Atay’ın harika ironisiyle disconnectuserectus (Tutunamayan) olarak tanımladığı ucube tipoloji bile, bir aydın eleştirisi ortaya koyması itibariyle, mevcut köksüzlüğün temsilcileri yanında bir gömlek üstün durur. Zira bu tipler, fikir çilesi ya da derin ideolojik karmaşalar sonucu psikoza düşmüş değiller; daha çok basit çıkar ilişkileri, istihbarat örgütleri arasında dans etme merakı veya iktidar oyununda düzenli biçimde mağlup olmaları nedeniyle başka bir ülkenin safında yer alabiliyorlar. Yani Türkiye’ye karşı pozisyon alan ülkeler için ucuza mal edilmiş rollerde boy gösteriyorlar.

Bir kısmı eski Türkiye günlerinden maruf ve benim “onlar” diye nitelediğim, Yeni Türkiye’nin düzenli kaybedenleri bir bakıma anlaşılabilir bir trajedi yaşıyor. Asırlık imtiyazlar, millet iradesinin hakiki anlamda tecellisiyle normalleşmiş; emanet ehline tevdi edilmeye başlanmış... Kısaca su görünmüş, teyemmüm bozulmuş. Bu imtiyazlı azınlık için kolayca hazmedilecek bir durum değil. Bizim meselemiz ise, daha çok yerli ve millî olan “Biz” ile birlikte yola çıkmış görünüp aslında içten içe “onlar” ile beraber olmak için can atanlarla...

O yüzden, musalli mü’min Tayyip Erdoğan’a sövüp Türkiye’yi tehdit eden Putin’den”mü’min kokusu alan” panteist din adamı çok can acıtmıyor mesela; sadece acı bir tebessüme yol açıyor ve kendisi için “Allah akıl şifası versin” demekten başka yapacak bir şey kalmıyor. Ya da “Eğer İran-Türkiye karşı karşıya gelirse, Türkiye’ye karşı İran safında olurum! İran düşerse, bütün doğu düşer!” diye yazan hamakat ve ihanet timsali “millet” vekili Rus Televizyonuna çıkıp “DAEŞ’in sarin gazı yapmak için kullandığı her türlü kimyasal madde Türkiye tarafından gönderildi” dediğinde “onlar”ın ve “onlar”laşmış olanların neler yapabileceğini daha iyi anlıyoruz.

‘Mü’min kokulu Putin!’

Kendilerine vatandaşı oldukları ülkeden çok başka başkentlerde değer verildiğini görüp şimdilik tatmin olan bu kişi zamirleri, Türkiye’de vatana ihanet suçunun yasalarca tanımlanmamış olmasından doğan boşlukta, sözde özneler olarak cirit atıyor. İstiklali kuracak ve istikbalde söz sahibi olacak sahici özneler ise, toprağına daha sağlam adımlarla basıp yoluna devam ediyor.

Hayatı imtihan, siyaseti dava, ümmeti kardeş, Türkiye’yi vatan, ahireti ebedi yurt bilenler; kendisini yeryüzünde küçük de olsa bir “şeyi” hayra tebdil etmeye vazifeli sayanlar, tarihin öznesi olmaya namzettir. İşte Türkiye, 2009 Davos krizi sonrası, halk irfanına yaslanan sahici siyasal aktörler eliyle bu yola çıkmış bulunuyor. Sadece uluslararası reelpolitik anlamda değil, aynı zamanda içeride de sosyopolitik bir kırılma noktası olan Davos, bizden zannedilen bir kitlenin kopuşunu da hızlandırdı. Bugüne kadar kendisini siyasal iradenin üstünde gören ve iktidarlarla karşılıklı çıkar ilişkileri geliştirerek, Müslümanların çektiği acılardan bağımsız olarak, her dönemde büyümeyi hedef edinen Gülen grubu, küresel sistem tarafından Tayyip Erdoğan’ın defterinin dürüleceği vehmine kapılarak arka arkaya huruç hareketleri başlattı. Devlet içinde fütursuz kadrolaşma, Oslo ve Uludere süreçlerinde grup adına sergilenen ikiyüzlü tavırlar 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tutuklama girişimiyle bir bakıma darbe yolunda erken doğuma dönüştü. Sonrasını biliyorsunuz; Haziran 2013’teki Gezi kalkışması sırasında eski Türkiye’yi temsil eden geleneksel vesayet temsilcilerine yaklaşan “siz”lerin “onlar”laşma süreci de hızlanmış oldu.

Her şeyden önce “biz”in iddiası ve imtihanı olan Yeni Türkiye, 17-25 Aralık darbe girişimlerinin ardından zamirlerin özneleşme kavgasına sahne oluyor. Ben, sen, o tekilliğini aşıp örgütlü gruplara dönüşmüş olan eski vesayetçiler (Onlar) ile yeni vesayetçiler (Siz) vesayet ortak paydasında birleşirken, seçkinliğe karşı seçilmişliği öne çıkaran Yeni Türkiyeciler (Biz) her zamanki gibi millî iradeye, yani halk irfanına müracaat ettiler. Serencam, halen içinde yüzdüğümüz bir nehir halinde akmaya devam ediyor.

Şeyh ile hükümdar

Daha önce Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin ile Osmanlı Sultanı Çelebi Mehmed arasındaki mücadeleyi değerlendirirken, bugün kimin şeyh, kimin hükümdar olduğu sorusu sorulmuştu. Tarihî olayları bire bir günümüze taşımak matematiksel kesinlikte sonuçlar doğurmayacağı ve anakronizm eleştirilerine uğrayacağı için belirli bir riski her zaman taşır. Bu nedenle, genel tipolojiyi işaret eden tasvirlerle yetinmek ve asıl olarak kıssadan hisse çıkarmak esastır.

Burada kavramsal bir parantez açarsak, “hükümdar” gerçekte çok karmaşık değil; ülke ve ümmet coğrafyasına mazlumların sesi olarak sirayet etmiş, idare-i maslahatçı değil, esaslı devrimci karakteri malum Yeni Türkiye’nin lideri... Asıl muğlaklık denklemin diğer ucunda; “şeyh” ne bir tarikat lideri olarak mürşit, ne bir hakikat yolcusu olarak münzevi, ne de bir dini önder olarak makbul bir anlam taşımıyor. O, küresel güç dengeleri tarafından ayartılmış, az bir menfaat karşılığı dinini ve Türkiye’yi dünyaya değişen, postu olmadığı halde tahta talip, fakat ne şeyh kalabilmiş, ne de hükümdar olabilmiş bir figürü temsil ediyor. Onu, Çelebi Mehmed’in 15. yüzyıl başında Yeni Türkiye’yi kurarken yerli yerine oturttuğu ve Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra sağlamlaştırdığı ulema-umera dengesini bozmaya yeltenen kişi olarak tanımlamak bile hem -Allah’tan hakkıyla korkan- âlimlere, hem de hakikat yolunun ışığı mürşitlere haksızlık olacaktır. O halde bu parantezi kapatmayı, hakiki mürşitlerin duasına mazhar olma umuduyla, daha evvel olduğu gibi yinehalk irfanına bırakalım.

Biz buradayız, ya siz?

2011 yılında Yeni Türkiye’yi ifade ederken, bu ülkenin Oğuz Atay gibi bir başka değeri olan İdris Küçükömer’e atıfla kullandığım “düzenin normalleşmesi” tabiri elbette hâlâ geçerliliğini koruyor. Sınırlarımızın hemen dışında ya da içeride gerçekleşen pozisyonel değişiklikleri mutlak kabul eden ve arızi müdahaleleri kalıcı zanneden kısa vadeli medyatik aklın yapacağı Türkiye okuması, normalleşmenin sancısına bakarak hastalığı öne çıkarır. Oysa bazı hastalıklar bünyenin bağışıklığını kuvvetlendirmek ya da yeni bir doğuma zemin hazırlamak içindir.

“Biz” buradayız, bu ülkede; “onlar” da zaten her zaman oldukları yerde, yani bu ülkenin karşısında. Ya gidenler, yani “siz” neredesiniz?

[email protected]