Yeni Türkiye’de sistem değişikliği kaçınılmaz

Şadi Çarsancaklı / Yazar
21.02.2015

Dünya sistemini oluşturan “Büyük Oyun”a dahil olabilmek, kendi iç insicamını tesis etmiş, karar alma süreçlerini en verimli, adil ve sonuç verici şekilde dizayn etmiş, tezi olan devletlerin harcı. Başkanlık sistemi taleplerinin rahmetli Turgut Özal’dan beri bu denli gündemde kalması ve özellikle devletin iktisaden toparlandığı, uluslararası sisteme müdahil olmaya başladığı zamanlara denk gelmesi bu nedenledir.


Yeni Türkiye’de sistem değişikliği kaçınılmaz
7 Haziran’da yapılacak olan seçimler daha önceki birçok seçim gibi yeni bir kırılma döneminin karar yeri olacak. Vesayetçi sisteme karşı duruş ve çevreden merkeze akın şeklindeki değişim eğilimi Ak Parti iktidarı ile bir yandan yeni duruma uygun nitelik değiştirirken bir yandan da adeta çığa dönüştü. 
 
Protest duruş git gide inşai karakter edindi ve asli muhatabı ülke içindeki vesayetçi sistem değil artık. “Değişim” ülkenin devleti ve milleti ile  asli kimliğine rücu, kendi kimliği ile yeniden doğma biçimine evrilmekte. 
 
Devlet evrensel değerler yönündeki prensiplerini muhafaza ederken bir yandan da geçmişteki öykünmeci, baskıcı, kendi halkını küçümseyip “adam etme” işlevini kendinde hak olarak gören tutumunu terk etmiş, kendi kültür köklerindeki evrenselliği keşfeder olmuştur. Öyle ki artık uçaklarımızda Itri, Dede Efendi çalmakta, kıyafet/üniforma seçimimizde yerel ögeler dikkate alınmakta, kendi lehçe, ağızlarımız, dillerimiz resmi TV yayınlarında yer bulmaktadır. Devlet kendi insanları/vatandaşları ile barış süreci sürdürmektedir. Bu yeni bir durumdur ve çok değil 10-15 yıl öncesinin neredeyse tüm parametreleri değişmiştir.
 
Taşlar yerinden oynadı
 
Bu sürecin görünen bir sonraki sonucunun uluslararası sistemin adaletsiz ve gayri insani yapısının sorgulanması ve daha insanca bir sistem önerisi olacağı açık. Devasa tarihsel derinliği ve medeniyet kökleri ile kendi değerleri üzerinde yükselen bir Türkiye’nin insanlığa daha adil daha yaşanabilir bir dünya önermesi, ezilen kendi kültür ve inanç haritasındaki milletleri himayeye yönelmesi elbette şaşırtıcı olmayacaktır. Bunun öncülleri şimdiden dillendirilmeye başlamış ve devlet tutumuna yansımıştır. “Dünya 5’ten büyüktür” sözü pek çok örnekten biridir. Burada önemli olan taşların yerinden oynadığı/oynayacağı mevcut süreçte yıkıcı misyonundan daha baskın bir “inşai” işlev üstlenecek vizyon/”dil”in üretilebilmesini becerebilmektir. 
 
Ak Parti’nin kısa süre içerisinde yarattığı değişiklik ve bu değişimin yönü uluslararası sistemin dominant unsurlarını ciddi şekilde etkilemiş görünüyor. Etrafımızdaki “bahar”ların kışa dönüştürülmesi, ülke içerisinde gezi olayları üzerinden geliştirilen “kadife darbe” teşebbüsleri, Paralel Yapı diye adlandırılan grup kullanılmak suretiyle ülke içerisinde yaratılmaya çalışılan kaotik ortam tesadüf olmadığı gibi bu olgu bir yandan da uluslararası hâkim sistemin inşai olmaktan çok “bozucu” karakterine işaret etmektedir. 
 
Anayasal tıkanmışlık 
 
Dünya sistemini oluşturan “Büyük Oyun”a dahil olabilmek, kendi iç insicamını tesis etmiş, karar alma süreçlerini en verimli, adil ve sonuç verici şekilde dizayn etmiş, tezi olan devletlerin harcı. Aksi takdirde devlet gelişen zamana, değişen şartlara uyum sağlayamayacak, zamanın gerisinde kalacak, oyunun dışına atılacaktır.
 
Başkanlık sistemi taleplerinin rahmetli Turgut Özal’dan beri bu denli gündemde kalması ve özellikle devletin iktisaden toparlandığı, uluslararası sisteme müdahil olmaya başladığı zamanlara denk gelmesi bu nedenledir. Mevcut sistemimizin ihtilaller sonrasında ve asker tensibi ile yazılmış anayasalarla oluşturulduğu malumdur. 1961 Anayasası Demokrat Parti iktidarına tepki niteliğindeki bir metindir. Gerek 1961 gerekse 1982 Anayasası ihtilalci askeri bürokrasinin “ayak takımı”nın iktidar mekanizmasına hakim olmasını önlemek için tedbir sadedinde “Kuvvetler Ayrılığı” prensibini kitabi/abartılı olarak uygulamaya koyduğu anayasalar olarak vücut buldular. 
 
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin “babası” Montesquieu “asker anayasacıları” için harika reçete oldu. Montesquieu’ya göre egemenlik üç kuvvet arasında bölünmüştür: Yasama, Yürütme, Yargı. Bu kuvvetler mutlaka başka kişilerin ellerinde olmalıdır. Çünkü “Kuvvetin suiistimal edilmemesi için tek çare bir kuvvetin diğerini durdurabilmesidir.” Aksi halde kanunun ya da anayasanın sınırları mutlaka çiğnenecektir.
 
Nitekim halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasasının başlangıç kısmında “Kuvvetler ayrımının, devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak anayasa ve kanunlarda bulunduğu”ndan söz edilmektedir.
 
Montesquieu’nun ayak izleri takip edilmiş, egemenlik üç parçaya ayrılmış, hiçbir parçanın diğerine üstün olmamasına ziyadesi ile özen gösterilmiş ve üstünlük “bulutların üzerinde”ki anayasa ve kanunlara tevdi edilmiştir. Hâlbuki Montesquieu Avrupa’da kısa süre içerisinde yerden yere vurulmuş, alaylara konu olmuş, aşılmış, fikirleri metruk bir izbede kadrine terk edilmiştir. 
 
Rousseau’ya göre egemenlik sınırlandırılamaz; ya vardır, ya yoktur. Egemenlik yasama kuvvetinde toplanır. Gerek yürütme, gerek yargı organları otoritelerini yasama kuvvetine borçludurlar, ona tabidirler. Rousseau haklıdır. Teorik açıdan “Kuvvetler ayrılığı” prensibinin “Egemenliğin bütünlüğü ve bölünmezliği” prensibi ile çelişiyor olması bir yana pratikte hiçbir kuvvet tek başına pasta dilimi gibi tanımlanabilir değildir. Her kuvvet bir diğeri ile geçişkendir ve zamana, zemine, toplumun yapısına, tarihsel tecrübesine vs. göre farklı şekil/biçimlerde ortaya çıkabilir. 
 
Toplumsal şizofreni
 
Egemenlik kuvvetler arasında parçalandığında ya da her kuvvete egemenliğin bir kısmı verildiğinde olacak olan kuvvetlerin uyumlu bir şekilde işbirliği yapması değil, her kuvvetin diğerini tahakküm altına alarak egemenliği tek başına temsile yönelik mücadele içerisine girmesidir.  Toplum adeta kişilik bölünmesine uğramış, kendisiyle çatışır, dışarıyla uyumsuz, müdahaleye açık hale gelmiştir. Bizim tarihimiz de bu didişmelerin tarihi olmuştur. Bizdeki her yargı yılı açılışındaki yüksek mahkeme başkanlarının konuşmalarını, geçmiş yıllardaki yasayı iptal etmemesine rağmen yasamanın iradesini yok sayan, kendini kanun koyucu yerine koyarak yorum vaz eden, yerli-yersiz gerekçelerle partileri kapatan Anayasa Mahkemesi kararlarını, yürütmenin yargıdan, özellikle idari yargıdan kaynaklanan yakınmalarını, yasamanın yönetmeliklere konu olması gereken hususları kanun, hatta anayasa hükmü haline getirme eğilimini vs. hatırlamak gerekir. 
Meşruiyetin kaynağı
 
Ancak elbette hepsinden önemlisi kuvvetler arasındaki bu çekişmenın doğurduğu sistem kilitlenmesinin her defasında “zinde güçler” tarafından çözüldüğü, darbe gerekçesi yapıldığı vakıasıdır. Bu sistem zaten tam da bunun için oluşturulmuştur. Fransa’da 1791Aanayasası Montesquieu’nun fikirleri üzerinden tesis olunmuş iken doğan kargaşa/kaos sonrasında yapılan 1793 Anayasası Rousseau’nun izini taşır. Mutlak kuvvetler ayrılığı prensibi üzerine bina edilmiş tüm anayasaları (1791, 1848 anayasaları, bizde 1960, 1982) karışıklıklar, hükümet darbeleri, kaos takip etmiştir.
 
Bu nedenledir ki dünya sisteminin dominant devletleri gerek nazari gerek fiili anlamda egemenliği bölüp parçalamayan, karar alabilen, çözüm üretebilen, ancak devlet oluşun en temel meşruiyet sebebi olan adaleti tevzi edecek yargı sistemine sahip olma çabasına/farkındalığına sahip devletlerdir. Hukukun üstünlüğü yahut hukuk devleti kavramları bu bütünlük içerisinde erdem, itidal ve ölçülülük kavramları ışığında tanımlanır olmalıdır. Hukukun üstünlüğü kavramının çıktıları normun suiistimali ya da hukukçunun üstünlüğü şeklinde tezahür etmeye başladığında sapma da başlamış demektir.
 
Egemenlik millete aittir ve milletin iradesinin tecessüm ettiği yer meclistir/yasama organıdır. Devlete ait tüm unsurlar meşruiyetlerini buradan alırlar ve elbette mahiyeti icabı buraya tabidirler. Devletin temel parametrelerini belirleyecek olan, anayasayı yapacak ve değiştirilmesinin de kurallarını koyacak olan, yasaları vaz eden, yürütmeyi denetleyen, bütçesini tasdik eden vs. meclistir ve kaçınılmaz olarak egemenliği meclis temsil eder. Hukuk insan fıtratından, vicdanından neşet eden ulvi ilkelerin toplumsallaşması ile ortaya çıkan ve devlet gücüyle desteklenen kurallar manzumesidir. O meclis imbiğinden geçmekle ete kemiğe bürünür ve yasa halini alır. Kendini sınırlayacak kuralı vaz edecek olan da yine meclistir. O zaman hukukun üstünlüğünden söz ediyor isek bir yandan da meclisin kutsallığından, şahs-ı manevisinden söz ediyoruz demektir.
 
Öyle ise “Yeni Türkiye” de devletin en temel parametresi bu olmalı, devletin tüm unsurları meşruiyetlerini meclisten almalı, sistemin kilit taşı meclis olmalıdır. Devlet yapısı tümüyle ele alınmalı, tıkayan değil çözüm üreten, katılımcı, interaktif, yönetişim ilkeleri çerçevesinde karar süreçlerini oluşturmuş, karar alabilen, şeffaf, denetlenebilir olan bir devlet geleceği omuzlayabilir ancak.
 
Meclis tarafından vaz edilecek yasalar uyarınca adaleti tevzi edecek olan yargının hem meşruiyet hem de tabiiyet yönü ile yasamaya bağlı olması mahiyetine uygun olandır. Elbette yargı bağımsız olacak ve yargılamasında kimseden emir ya da direktif almayacaktır. Ancak yargı devleti var eden esas amacın da bir parçası olarak var oluşuna uygun şekilde sistem içerisinde yer alacak ve işlev üstlenecektir. Bu prensip doğrultusunda Yargıdaki HSYK seçim rezaletine derhal son verilmeli, HSYK üyeleri, belirlenecek performans kriterleri doğrultusunda ülkenin “en iyi 100 yargıcı” arasından meclis tarafından seçilmelidir. 
 
İşlemezliği tecrübe edilmiş ve tarihe terk edilmiş bir teorik diskur olan mutlak anlamda Kuvvetler ayrılığı prensibinin bizdeki uygulaması hiç şüphesiz ki tesadüfi/masum değildir. Böylelikle 60-70 yılımız iç didişmeler ve kavgalarla geçti. 
Yeni Türkiye değerler ve normlar hiyerarşisini kendi köklerinden neşet eden evrensel değerler ve uyum üzerine yeniden inşa etmelidir. Felsefesi olan, tutarlı, çalışan, çözüm üreten bir devlet yapısı ile “kendimiz” olabiliriz.
 
Önümüzdeki seçimler deli gömleğini milletin sırtından çıkarmak için en büyük imkânı tanımaktadır. Tutarlı, özgürlükçü ve çalışan bir devletin paradigmasını oluşturacak “yeni anayasa” seçimlerin “ana tema”sı olacaktır.