Bu gece kandil... “Duran adamla” “yola devam eden adam” simitlerini paylaşmayı deneyebilirler. Fırtınayı atlatabilirsek, belki herkese eşit umut dağıtacak “yep-yeni bir Türkiye” için kulaç atmayı da sürdürebiliriz.
Doç. Dr. M. Akif Okur - Ankara Strateji Enstitüsü
Tüm işaretler, yakın tarihimizdeki en büyük kutuplaşma süreçlerinden birine adım attığımızı gösteriyor. Tartışmalar ısınırken kelimeler yumruk kıvamı kazanmaya başladı bile. Makul seslerin duyulabileceği zamanlar daralıyor. Saflaşma biraz daha keskinleştiğinde ne söylendiğine kulak kabartanların sayısı iyice azalacak. Siperlerden başların yalnızca “konuşan bizden mi, değil mi” diye bakmak için çıkacağı bir atmosfere doğru hızla ilerliyoruz. Mahallelerimiz akşamları kap kacak seslerinin desibeline göre taksim olmuş vaziyette. Balkonunuzdan salınan bayrakta kalpaklı siluet var mı, yok mu? “Biz”den misiniz, “onlar”dan mı? Manzara kimilerimiz için hiç sürpriz değil. Oysa bazılarımız kutuplaşmalarla dolu geçmişimizin artık “tarih” olduğuna nasıl da inanmıştı...
Tesellimiz iç sesimiz
Şükür ki bu ürkütücü tablo karşısında teselli cümleleri fısıldayan iç seslerimiz var! Gezi Parkı’nda başlayıp “duran adamlar”la devam eden “sürece” son noktanın konulmadığını hatırlatıyorlar. Kabus senaryoları hakikat olmak zorunda mı? Esen en hafif iyimserlik meltemi bile empati duygularımızı kanatlandırıyor. Ta ki, ilgilerimizi detaylar üzerinde mıhlayan olaylar ırmağı, bizi savaş zırhlarıyla donatan yeni haberleri oturma odalarımıza taşıyana kadar.
Umutla endişe arasında adeta mekik dokuyan haleti ruhiyemizin hangi durakta karar kılacağını olayların akışı kadar onlara giydireceğimiz sözden elbiseler tayin edecek. Farklı ara renklere sahip iki büyük teorimiz var. Bunlardan ilki, uluslararası boyutları bulunan büyük bir komployla karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Diğerine göre ise spontane biçimde patlak veren protestolar kendi doğal mecrasında akıyor. Dikkatimizi dağıtan gürültü-patırtı geride kaldığında elimizdeki senaryoları daha makul terazilerle tartabileceğiz. Denge noktasında karşımıza iki tarafın iddialarından renkler taşıyan bir fotoğrafın çıkması muhtemel. Yaşadıklarımız bize ne anlatıyor ve tekrarlanmaması için ne yapılması lazım sorularının cevapları da bu resimde aranacak.
İlk senaryo; tetikleyici propagandalar, eylemlerin organizasyonu, dünyadaki akisleri, protestoları destekleyen grupların ve etkin çevrelerin bağlantıları vb. hakkında görmezden gelinemeyecek noktaların altını çizse de bu kadar geniş bir toplumsal kesimin sokağa nasıl döküldüğünü açıklarken sosyal ve siyasi hayatımızı dönüştüren önemli dinamiklere yeterince dikkat çekmiyor. Benzer biçimde ikinci yaklaşım ise gösterileri yönlendiren çekirdek çevrenin uluslararası bağlantılarına yönelik soruları yok sayıyor. Sokaklarda buluşan ve onları evlerinde alkışlayan/olumlayan kitlelerin kök motivasyonlarını analiz etmekten de protesto dalgasına meşruiyet sağladığı varsayılan anlatıyı korumak kaygısıyla sakınıyor.
Mevcut kargaşa atmosferinden demokrasimizi derinleştirerek çıkmak istiyorsak bu kök motivasyonları kararlılıkla masaya yatırmamız gerekiyor. Şu gerçeğin altını çizmeliyiz. Türkiye, gerçekten büyük bir uluslararası komplo ile yüz yüze olsa bile hiçbir yabancı güç derinde yatan başka sebeplere/dinamiklere dayanmadan büyük kitleleri yaygın ve sürekli eylemler için organize edemez. Öyleyse, orta ve uzun vadede iç barışımızı sağlamanın da komplocu çevrelerin oyunlarını boşa çıkarmanın da yolu bazıları ülkemize özgü diğerleri ise küresel eğilimlerle paralel toplumsal dönüşümleri ve bunların siyasetten taleplerini anlamaya çalışmaktan geçiyor.
Gezi Parkı eylemlerinin ilk evresine dönerek başlayalım. Kalabalığın niteliği zamanla değişse de, farklı partilere oy vermiş seçmenlerden oluşan bir topluluk Türkiye’nin şimdiye dek geniş çaplı protestoları tetiklemesine alışmadığı türden bir sorun için eyleme girişti. Kimlik meseleleri ve hayat tarzları etrafındaki kemikleşmiş konumlardan kolayca itiraz edilemeyecek bir “yerel” sorun, insanları polisle karşı karşıya gelme pahasına sokağa döktü. Protestoların ilk safhasında sosyal medyadan yansıyan havaya baktığımızda şunu gördük. İktidar partisinin seçmenleri dahil çok büyük bir kitle gösterilere katılmasa bile hak verdi. Gezi Parkı ile ilgili kararın alınış biçimini de polis müdahalesini de en azından alkışlamadı. Bu durum, siyaset yelpazesinin tümüne yaygın bir dönüşüm talebinin habercisi gibi. Toplumun dinamikleşen kesimleri, belirli aralıklarla sandığa gitmeye indirgenmiş bir demokrasi yaklaşımını yetersiz buluyor. Safların keskinleşme süreci şiddetlenmezse, önümüzdeki dönemin parlayan yıldızının “katılım ve müzakere”ye daha çok alan açan bir demokrasi tasavvuru olacağı anlaşılıyor.
“Yeni Türkiye”nin mimarlarının karşısındaki bu talepler, yalnızca muhalefet saflarından değil iktidara ait oy havzalarından da yükseliyor. Yaşadığımız dönüşümün iki temel sebebe dayandığı kanaatindeyim. İlki, Türkiye’yi uzun yıllar kamplara ayıran bazı temel sorunların geride kalmaya başladığı yönündeki toplumsal algı. Hayat tarzlarının artık güvencede olduğunu, ufukta kimliklerine yönelik varoluşsal bir tehdidin kalmadığını düşünmeye başlayan “yüksek politika” alanındaki kaygılarından sıyrılmış kitleler, gündelik hayatları üzerinde etkili maddi konularla daha fazla ilgilenmeye başlıyorlar. Büyük tehditlerle uğraşmak için gözü kapalı güven talep eden siyaset anlayışının sorgulanmaya başladığı eşik burası. Keskin kutuplaşmaları gerekli kılan korku azaldıkça,”alçak politika” alanına ait hoşgörülegelen yönetim kusurları daha fazla göze batmaya başlıyor.
Komplolar-gerçekler
İkinci temel sebep ise, ekonomik dinamiklerle bağlantılı. Orta sınıflaşma arttıkça, siyasi katılım talebi de yükseliyor. Zenginleşme, geleneksel algı kalıplarının normal kabul ettiği otoriter yönetim üslubuna karşı güçlü refleksler üretiyor. Büyüyen ekonomi, kendisini inşa edenleri yeni siyasi davranış kalıpları ve yeni bir seçmen tipiyle tanıştırıyor. Son dönemde Rusya’yı etkileyen bu dinamik, varlığını benzer formatlarda bizde de göstermeye başladı. İstikrar, zenginleşmeyi beraberinde getiriyor. Zenginleşme ise yönetime her düzeyde ve aktif katılmak isteyen daha büyük bir kitleyi siyaset sahnesinin öznesine dönüştürüyor.
Peki, “Yeni Türkiye” tarafından marjinalleştirildiklerini düşünen muhalif kesimler katılım meselesine ilave anlamlar yüklüyorlar mı? Öncelikle, marjinalleşme algısının ardındaki sebepleri ekonomik parametrelere indirgeyerek açıklayamayacağımızı söylemeliyiz. Nitekim ülkemizde bu algıyı, iktidarın kültürel sembolleri tarafından temsil edilmediklerini düşünen orta/üst sınıfların da içselleştirdiklerini görüyoruz. İktidarın dışında kalma halinin mezhep/etnisite ile irtibatlandırılması ise çifte marjinalleşme şeklinde adlandırabileceğimiz bir psikoloji doğuruyor. İktidar/muhalefet konumlarının sistemin parametreleri içinde değişimi zorlaşmışsa marjinalleşme algısının yaygın olduğu toplumsal kesimler öfke biriktiren fay hatlarını daha kolay yaratıyorlar. Bazı hakim tek parti sistemlerinde görülebildiği gibi...
Hayat tarzları-sembol savaşları
Marjinalleşme algısını güçlendiren hayat tarzları eksenli sembol savaşlarından uzak durulması ve katılım kanallarının açılması, bu türden fay hatlarındaki enerjinin deprem yaratma riskini azaltıcı bir rol oynayacaktır. Ülkemizin, özellikle Suriye gibi komşu coğrafyalardaki yakıcı gelişmeler yüzünden mezhep eksenli çatışmalarla içli-dışlı hâle geldiğini gelişmeleri izlerken hatırda tutmamız lazım. Türkiye, Alevi vatandaşlarının sorunlarına gösterdiği ilgiyi acilen arttırması gereken bir dönemden geçiyor.
Şiddete bulaşmadığı, büyük kutuplaşmaları tetiklemediği sürece gösteri vb. eylemlerin faydalı sonuçlar doğurabilecek “katılım” girişimleri olduğunu düşünüyorum. Gezi Parkı tipi protestolarla yerel sorunlara ilişkin kazanılacak “zaferler”i de demokrasi rotasındaki yolculuğumuzun selameti bakımından önemsiyorum. Muhalefet enerjisini demokratik araçlara kanalize etmek suretiyle sistemin bütününe meşruiyet üreteceklerdir. Ancak, madalyonun diğer yüzünü de unutmamalıyız. Dünyada, vandalizmi şirinleştirerek demokrasisini güçlendirmiş tek bir ülke yok. Usulüne uygun seçimlerde tezahür eden millet iradesinin küçük ancak etkin gruplar lehine anlamsızlaştırılması çabalarını demokrasiye alkışlatmak da imkansız. Makulü aramalıyız. Sistemimizi, iktidarın uzağına düşenlerin yabancılaşmalarını engelleyecek yeni bir mimariye kavuşturmalı, ancak sessiz çoğunluğun yönetme hakkını tartışmaya açmamalıyız.
E-politika aracılığıyla a-politik tutumlarından sıyrılan 90’lılar süreç boyunca epeyce konuşuldu. Öğrencilerim siyasi kimliklerini yeni/yeniden inşa eden bu kuşağın parçası. Gezi üzerine yaptığımız tartışmalarda bana çok şey öğrettiler. Bir noktada vardığımız uzlaşmayı Türkiye’yle de paylaşmalıyız. O da, siyasete kazandıran ancak ülkeye kaybettiren hızlı kutuplaşma sürecinin yarattığı endişe. Aidiyet filtrelerimizden geçirdiğimiz duygularımıza uygun kelimeleri seçerken, kötü anılarımızın geride kalacağı günlere komşularımızla beraber yürüyeceğimizi düşünmeliyiz. İçinde yaşadığımız toplumsal iklimi bireysel çabalarla değiştirmek mümkün gözükmüyor. Ancak yine de köprülerin atılması içinizi acıtıyor ve bir şeyler yapmak istiyorsanız, bu gece kandil... “Duran adamla” “yola devam eden adam” simitlerini paylaşmayı deneyebilirler. Bugünlerde mahalleleri ayıran öfke nehirleri tarafından yutulmamak için “can” simidine muhtacız. Boğulmadan fırtınayı atlatabilirsek, belki herkese eşit umut dağıtacak “Yepyeni bir Türkiye” için kulaç atmayı da sürdürebiliriz. Kim bilir?